3838- TE’VİL تَاْوِيل : «Bir nesneye redd ve irca etmek. Döndürmek. Te’vil kelimesi bazı müfessirlere göre, rücu’ manasına olanl “Evl: ا و ل ” den alınmıştır. Müfessirlerce: Bir âyet-i kerimenin manasını bir nesneye irca ile beyan etmektir. Bazılarınca da Evvel: اوّل lafzından alınmış olup kelâmı evveline sarf ve irca eylemektir. Bazılarınca da hükümet ve siyaset manasına olan iyalet:ايَلت den alınmıştır ki, te’vil eden kimse, zihin ve fikrini, kelâmdaki sırrın tetebbuuna taslit etmekten ibarettir ki, kelimeden maksud olan mana zahir ve söyleyenin muradı aşikâr ola. Tefsir ve te’vil beynindeki fark ise: Tefsir: Nüzul-ü âyetin sebebinden bahs ve lügat cihetinden kelâmın mevzuuna müteallik maddeye mübaşerettir. Te’vil ise: Âyetlerin sırlarını ve istar-ı kelimatı (kelimeler perdesini ve zarını) inceden inceye araştırmak ve âyetin mana ihtimallerinin birini tayin etmekten ibarettir ki, muhtelif vecihlere muhtemel olan âyetler olur. Kur’anın anlaşılmasında birinci mertebe tenzil, ikinci mertebe te’vildir.
Te’vil, bundan başka “rüya tabir etmek” manasına gelir ve “hoş kokulu bir nebat” adıdır.» (Kamus Tercemesi) (Bak: Hadis-i Mevzu, Kıyamet Alâmetleri, Meal, Müteşabihat)
3839- Âhirzaman alâmetleri hakkında gelen ehadis-i şerifelerin ekserisi müteşabihat nevinden olduğu ve hakiki manalarını herkes bilemeyeceği gibi, onların tercüme manaları dahi hakiki maksadı ifade etmez. Evet «âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadislerin bir kısmı, müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde te’vil ederler. (3:7) وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ sırrıyla, vukuundan sonra te’villeri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde rasih olanlarآمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatları izhar ederler.» (Ş.578)
3840- «İman ve teklif, ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihi olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zaruri olmaz. Ta ki Ebu Bekirler âlâyı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safilîne düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nadir verilir. Hem dar-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, Güneş’in mağripten çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdike mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır, daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünki Ebu Bekirler Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir, herkes bilemez...
Teşbihler ve temsiller suretinde rivayet edilen bir kısım hadisler, mürur-u zamanla avamın nazarında hakikat telakki edildiğinden vakıa mutabık çıkmıyor. Ayn-ı hakikat olduğu halde vakıa mutabakatı görünmüyor.» (Ş. 579)
Meselâ, «musibetlerin vakti muayyen olsaydı, musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevi bir musibet -o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-ı imaniyeden başka olan umûr-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler. Hatta Tevrat ve İncil ve Zebur’da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki; o kitabların bir kısım tabileri te’vil edip iman etmediler. Fakat itikadat-ı imaniyeye giren mes’eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve Tercüman-ı Zişan’ı (A.S.M.) umûr-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyeviyeden icmalen haber vermişler.
Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükümetine ait garip halleri ve dehşetli icraatı, onun şahsıyla münasebetdar rivayet edilmesi cihetiyle manası gizlenmiş. Meselâ: “O kadar kuvvetlidir ve devam eder; yalnız Hazret-i İsa (A.S.) onu öldürebilir, başka çare olamaz.” rivayet edilmiş. Yani, onun mesleğini ve yırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semavi ve ulvi, halis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur’aniyeye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü ile o dinsiz meslek mahvolur ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.» (Ş.580)
3841- Bediüzzaman, bazı müteşabih hadislerde yaptığı te’villere edilen itiraza karşı bir mahkeme müdafaasında şöyle diyor:
«Sabık mahkememizde bir müddeiumuminin yanlış bir mana ile “Beşinci Şua”ya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilatı vermeğe mecbur oldum...
Bundan kırk sene evvel ve Hürriyet’ten bir sene evvel İstanbul’a geldim. O zaman Japonya’nın baş kumandanı, İslâm ulemasından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadiste; “Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfirün” yazılmış bulunur diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: Bir acib şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir. Bu cevaptan sonra bunu sordular: “Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?” Dedim: Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah müslüman edecek. Sonra dediler: “Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile “Süfyan” olduğu bilinecek?” Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak. Sonra birisi sordu ki: “O öldüğü zaman İstanbul’da Dikili Taş’ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü.” O vakit ben dedim: Telgrafla haber verilecek, fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dar-ül Hikmet’te iken dedim: Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek. Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye’cüc ve Me’cüc ve Dabbet-ül Arz ve Deccal ve Nüzul-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hatta eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile, Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey’in vasıtasıyla beni -neşredilen Hutuvat-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için- Ankara’ya celb etti, gittim. Şeyh Sünusi Kürdçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üçyüz lira maaşla vilayat-ı şarkiye vaiz-i umumisi hem meb’us, hem diyanet riyaseti dairesinde Dar-ül Hikmet azalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve şark darülfünunuma Sultan Reşad’ın verdiği ondokuz bin altın lira -ikiyüz meb’us içinde yüzaltmışüç meb’usun imzasıyla- yüzellibin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde; ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim.» (Ş.358)
3841/1- Bediüzzaman, siyasi hayatla alâkasını kesip yalnız imana ve Kur’ana hizmet için vakf-ı hayat ettiği halde, bazı adlî makamlar, mezkûr ifadede görüldüğü gibi, ehadisin külli manadaki tevillerini siyasi maksada tevcih etmek gayretini göstermişlerdir. Böyle tenkidlere de cevablar veren Bediüzzaman, Afyon Mahkemesi müdafaasında şöyle der:
«Maslahat-ı hükümet namına derim: Madem “Beşinci Şua”ı hem Denizli, hem Ankara Mahkemeleri tedkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu, yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zaruridir. Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükümet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual ve cevap etmemeli. Çünki kuvvetlidir, reddedilmez! Kablelvuku haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil, olsa olsa ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddid manalarından bir manası muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybî ihbarı ve manayı, resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve asayiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.» (Ş.355)
«Hem külli ve te’vil manasından makam-ı iddia cerbezesiyle o kumandana bir hisse çıkarıp ona tatbik etmiş. Böyle yüzde bir adam ancak fehmeden bir mana, mahrem ve gizli bir risalede bulunmasını hiçbir kanun suç sayamaz. Hem o risale hârika bir tarzda müteşabih hadislerin te’villerini beyan etmiş. O beyan otuz-kırk sene evvel olduğu ve üç mahkemeye ve mahkemenize ve Ankara’nın altı makamatına üç sene zarfında iki def’a takdim edilip tenkid görmeyen müdafaa ve itiraznamemde kat’i cevap verildiği halde, o hadisin hakikatını beyan sadedinde bir kusurlu şahsa mutabık çıkmasını hiç bir kanun suç sayamaz.» (Ş.384) (Bak:1717.p.)
Bediüzzaman’ın mezkûr ifadelerinden açıkça anlaşıldığı gibi; Beşinci Şua’da sarihan şahıs ismi bulunmadığı ve kablelvuku yani 1907’de yazılmış olduğu cihetle Beşinci Şua’nın te’lifinde müellifin hadislerin mana-yı küllîsini beyan etmiş olduğu zahirdir. Bütün bu hakikatlara rağmen Beşinci Şua’daki mezkûr mahiyette olan izahları yani küllî manayı, bazı adliyeciler cüz’î bir hâdiseye tatbik ettiler. Bunlardan 26.12.1985 tarih ve 85/114 esas, 85/186 karar sayılı İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi kararındaki garip bir tatbikattan az bir kısmını örnek verelim. Kararda aynen şöyle deniliyor:
3841/2- «Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere:
Deccal (âhir zamanda gelecek ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok kötü ve dine ait hiçbir gerçeği, Allah’ın varlığına hiçbir delili kabul etmemek yolunda olan dehşetli bir şahıs) hakkındaki Hadislerde bahsedilen şahsın Atatürk olduğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların deccalı olan Süfyandır.
Atatürk, İslâm şeriatının tahribine çalışmıştır, mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuştur.
“Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmıyacak” Hadisine uygun olarak, Atatürk zamanında “Allah Allah” diyen tekke, zikirhane ve medreseler kapanmış, ezan Türkçe okunmuştur.
“İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şeytan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bütün dünyaya bağıracak” Hadisine uygun olarak, Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyurulmuştur.
“Süfyan su içecek, eli delinecek” Hadisi, Atatürk’ün rakıya mübtela olacağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.
“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında ‘bu kâfirdir’ yazılmış olur.” Hadisine uygun olarak Atatürk kanun zoru ile herkese şapka giydirmiştir, fakat şapka da secdeye gittiği için istemeyerek giyenler kâfir olmamışlardır.
“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar kendilerine secde ettirecekler” Hadisine uygun olarak, Atatürk kendisine ve heykellerine baş eğdirmektedir.
“Fitne-i Âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz” Hadisine uygun olarak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdetler ortaya çıkmıştır.
Atatürk devrinde, ordu ve millet tarafından yapılanlar, haksız olarak Atatürk’ün şahsına mal edilmiştir.
Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesatına, kıyafetine müdahale edilmiştir.
Millet mağlubiyet hangâmında gizli ve dehşetli mahiyetine bakmıyarak Atatürk’ü alkışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, gerçeği görecek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribatı tamire çalışacaktır.
Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aleyhine çalışmıştır.
Atatürk Ayasofya camiini puthaneye, Meşihat dairesi (Osmanlı Devleti’nin diyanet dairesini) kız lisesine çevirmiştir.»
İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zikredilerek ve Bediüzzaman’a atfedilerek yapılan bu beyan, herhalde hayretle karşılanacak acib ve garib bir tevcihtir. Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde makam-ı iddia tarafından yapıldığını görerek gerekli cevabı vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor.”
Bediüzzaman ise cevabında: «Beşinci Şua, küllî bir surette çok zaman evvel müteşabih bir hadisin bir te’vilini beyan etmesi ve itiraznamemde kat’i cevabı verilmesi; bu zahir yanlışı ve medar-ı mes’uliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mes’uliyet varsa bu ince, küllî manayı böyle cüz’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.» (Ş.417) diyerek müdafaada bulunmuştur ve nihayet aynı mahkeme beraet kararını vermiştir.
3842- Risale-i Nur Külliyatından Şualar adlı eserin Beşinci Şua’ındaki kıyamet alâmetlerine dair rivayetlerin te’villeri hakkında şu bilgi veriliyor:
«“Allahu a’lem bir te’vili budur” cümlesi denildiğinden manası budur ki: “Bu hadisin bir ihtimal ile manası bu olmak mümkündür” demektir. Bu ise mantıkça tekzibi kabil değil. Yalnız muhaliyetini isbat ile tekzib edilebilir.
Elhasıl te’vilin manası, hadisin veyahut âyetin birçok manalarından bir mümkün ve muhtemel manası demektir.» (Ş.386)
3843- Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde Beşinci Şua’da rivayetlere vaki itirazı red makamında diyor ki:
3844- «“Rivayetler, mevzudur veya zaifdir” iddiacının demesi üç vecihle yanlış olduğu, cedvelde isbat edilmiş.
Birisi: Bir milyon hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel ve beşyüz bin hadisi hıfzeden İmam-ı Buharî’nin cesaret edemedikleri o nefyin isbatı kabil olmadığı ve bütün hadis kitablarını görmediği ve ümmetin ekseriyeti her asırda o rivayetlerin manalarının zuhurlarını veya küllînin bir ferdini görmesini bekledikleri ve ümmetçe telakki-i bilkabul derecesine yakınlaşmış ve ayn-ı hakikat bazı nümune ve ferdleri meydana çıkıp görüldüğü halde, o rivayetleri külliyetle inkâr etmek on cihetle hatalıdır.
İkinci Vecih: Mevzu’dur manası; bu rivayet an’aneli, senedli hadis değil demektir. Yoksa manası yanlıştır demek değildir. Madem ümmette, hususan ehl-i hakikat ve keşf ve bir kısım ehl-i hadis ve ehl-i içtihad kabul edip manalarının vuku’larını beklemişler. elbette o rivayetlerin durub-u emsal gibi umuma bakan hakikatları vardır.
Üçüncü Vecih: Hangi mes’ele veya rivayet var ki, meşrebleri, mezhebleri muhtelif âlimlerin bir kitabında ona itiraz edilmesin. Meselâ: İslâm içinde birkaç Deccal geleceğine dair rivayetlerden birisi bu Hadis-i Şerif, sarih bir surette Cengiz ve Hülagû fitnesinden haber verir:
لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وِلْدِ عَمِّى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتَّى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ
Yani: “Uzun zaman hilafet-i Abbasiye devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek”1 (Bak: 14.p.) diye, beşyüz seneden sonra İslâm içine bir Deccal gelecek, o hilafeti bozacak gibi ki; eşhas-ı âhirzamandan çok rivayetler haber verdikleri halde, mezhebi ayrı veya fikri müfrit bir kısım ehl-i içtihad kabul etmemişler, mevzu’ veya zaiftir demişler. Her ne ise.» (Ş.401) Böyle müteşabihatın hikmetlerini düşünmeyen «Bazı hocalar, “minare kadar yüksek bir adamı”, hem “alnında okunacak bir yazı bulunacak”, hem “birden eli bir su ile delinecek” gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur’un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.» (E.L.I.214)
3845- «Eskişehir hapishanesinde, âhir zamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin te’villeri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir iki sahife yazdım perde kapandı, geri kaldı. Bu beş senede, beş-altı def’a aynı mes’eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes’elenin teferruatından bana ait bir hâdiseyi beyan et-mek ihtar edildi. Şöyle ki:
Hürriyet’in bidayetinde, Risale-i Nur’dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me’yusiyetlerini izale için, “İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” diye müjdeler veriyordum. Hatta Hürriyet’ten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi “Ben bir ışık görüyorum” diye dehşetli hâdisata karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırardı.
Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat’i kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: “Ciddi bir alâka ile senin eskidenberi tekrar ettiğin bir ışık var, bir nur göreceğiz diye müjdelerin te’vili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.
Evet otuz sene evvel bir hiss-i kablelvuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı.» (K.L.26) (Bak:1007/1.p.)
3846- Te’vil hakkında Kur’andan bir kaç not:
-Müteşabih âyetlerin te’vili meselesi ve su-i te’vil etmek isteyenler: (3:7)
-(Bir şeyi varacağı yere vardırmak manasında) te’vil: (7:53)
-İlmi yetmeyen ve kendilerine te’vil ilmi gelmemiş olanların inkârları: (10:39)
-Hz.Yusuf’a (A.S.) hâdiselerin te’vil ilminin verilmesi: (12:6, 21, 101)
-(Rüya tabiri manasında) te’vil: (12:36, 37, 44, 45)
-(Netice ve akıbet manasında) te’vil: (4:59) (17:35)
-(Bazı zahir hâdisatın içyüzündeki gaye ve hikmeti i’lam-ı İlahî ile bilmek manasında) Hızır’a (A.S.) verilen te’vil ilmi: (18:78, 82)
1 Sahih-i Tirmizi ci:4 kitab:34 hadis no:2226 ve Müsned İbn-i Hanbel ci:5 sh:221