DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

DABBET-ÜL ARZ HAKKINDA

 Âhirzaman alâmetlerinden birisi de, Dabbet-ül Arz denilen bir hâdisedir. Kur’anda (27:82) âyetinde bahsi geçen ve hadîs-i şerifle âhir zamanda çıkacağı haber verilen ve âhirzaman alâmetlerinden olan “dabbet-ül arz”ı, Bediüzzaman Hazretleri izah ederken şöyle diyor:

«Kur’ân’da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim:  لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit belâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, Süfyanın ve deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki, اِلاَّ دَابَّةُ اْلاَرْضِ تَاْكُلُ مِنْسَاَتَهُ âyetinin işaretiyle o hayvan, dâbbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve su i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

(Şualar sh: 591)

TARİHİN BU EN DEHŞETLİ BELÂSININ BAŞLANGIÇ VE BİTİŞ TARİHLERİ

Kıyamet alâmetleri denilen bu amansız âfet ve emsalsiz belânın mânâsı çok şamil ve musibeti çok çeşitli olmasından, bu fitnenin başlangıç ve sonu hususunda Kur’andan yaptığı cifrî istihraçlarıyla bazı işaretleri Bediüzzaman Hazretleri şöyle kaydeder:

“İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. Dedi: “Bak.” Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan وَ الْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324), Hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlûbiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyleاِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.

اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (âhirdeki  ت ,هـ sayılır, şeddesayılır ise) makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasâretlerden, bâhusus mânevî hasâretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi iman ve a’mâl-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasâretin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükürsüzlük, yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sûre-i وَ الْعَصْرِ nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şükrettik.

Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın en büyük hasâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp ol-mamasının sebebi; اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatâsıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.

Sûre-i Ve’l-Asr’in dağ meyvesi namındaki nüktesine bir haşiyedir.

اَلصَّالِحَاتِ deki ت âhirdeki tâ’lar, ekseriyetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce  هـ sayılabilir. Bu noktada (1358) bu zamanımızı gösterir. Ve telaffuzca هـ okunmadığından ت kalabilir. Bu noktadan, şeddeler sayılmazsa ve اِلاَّ beraber değil, ikiyüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i sâlih ile beraber bir taife-i azîme, hasarat-ı azîmeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip, Fatiha'nın âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ bin beşyüz kırkyedi (1547) veya bin beşyüz yetmişyedi (1577) gösterdiği zamana; hemلاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ birinci cümle, bin beşyüz (1500) makamıyla âhirzamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına; ve ikinci cümle bin beşyüzaltı (1506) makamıyla, galibane mücahedenin tarihine; ve üçüncü cümle bin beşyüz kırkbeş (1545) makamıyla pek az bir farkla, hem Fatiha'nın, hem Ve-l'Asrı Suresi'nin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder.

Demek bu hadîs-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beşyüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ şedde sayılmazsa, bin beşyüz altmışbir (1561) makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ (şedde sayılır fakat بِالصَّبْرِ lâmdır) bin beşyüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip, o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüb edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam tetabuk ederek, parlak bir lem'a-i i'caziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 204)

Mugayyebat-ı hamseden olan kıyametin vakti ve Nurcular taifesinin ne zamana kadar devam edeceği mevzuunda Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektub:

«Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis:

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى

يَاْتِى اللّٰهُ بِاَمْرِهِ1

Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Risale-i Nur şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edeceğini düşündüğüme binaen ihtar edildi.

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى —şedde sayılır, tenvin sayılmaz—fıkrasının makam-ı cifrîsi 1542 ederek nihayet devamına ima eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

 ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ —şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane, sonra tâ ’42’ye kadar gizli ve mağlûbiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze yakın ima eder.. وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

حَتَّى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِهِ —şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına ima eder.لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ

Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan tâ ’42’ye, tâ ’45’e kadar üç inkılâb-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır.

Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir. Fatiha’da sırât-ı müstakîm ashabının tâife-i kübrâsını târif eden اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şeddesiz 1506 veya 7 ederek, tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ fıkrasının makamına tevafuku ve mânâsına tetabuku ve şedde sayılsa لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى fıkrasına üç mânidar farkla tam muvafakatı ve mânen mutabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz derecesine çıkarıyor. Ve müteaddit âyât-ı Kur’âniyede sırât-ı müstakîm kelimesi, bir mânâ-yı remziyle Risaletü’n-Nur’a mânâca ve cifirce ima etmesi remze yakın bir ima ile, Risaletü’n-Nur şakirtlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübrâ-i âzamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işâret eder diye def’aten birden ihtar edildi.اَلْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ » (Kastamonu Lâhikası sh: 27)

«Rivayette var ki: “Âhirzamanda, Allah Allah diyecek kalmaz.”2

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: “Allah! Allah! Allah! deyip zikreden tekyeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim konulacak” demektir. Yoksa umum insanlar küfr-ü mutlaka düşecekler demek değildir. Çünki Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.

Diğer bir te’vili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için, mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kıyamet, kâfirlerin başlarında patlar.» (Şualar sh: 584)

KIYAMET ÖNCESİ SON DEVRE ALÂMETLERİ

«İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur ile ve İslâmiyet’e inkılab etmesiyle çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder. Ve “Elhükmü-lil-ekser” kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kalmıyacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkie sahip olacak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir. Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.» (Mektubat sh: 58)

«Amma güneşin mağribden tulûu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mânâsı zahirdir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: Allahu a’lem, o tuluun sebeb-i zahirîsi:

Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garbdan şarka olan seyahatını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulua başlar Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuvvetli bağlayan Hablullah-il-metin olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garbdan çıkar. Hem müsa-deme neticesinde emr-i İlahî ile Kıyamet kopar diye bir te’vili vardır.» (Şualar sh: 591)

Kıyamet şerli insanların başına kopar. Bak: Sahih-i Müslim, 2949. hadîs ve İbn-i Mace 4039. hadîs.

Sual: «Kıyametin hâdisatından ervah-ı bakiye müteessir olacaklar mı?

Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi, müteessir olurlar. Nasılki bir insan sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse, akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervah-ı bakiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derece-lerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azab ise elemkârane, ehl-i saadet ise hayretkârane, istiğrabkârane, belki bir cihette istibşarkârane teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor. Zira Kur’an-ı Hakîm her zaman kıyametin acaibini tehdid suretinde zikrediyor. “Göreceksiniz” diyor. Halbuki cism-i insanî ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek kabirde cesedleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’aniyeden hisseleri var.» (Mektubat sh: 58)

ÂHİRZAMAN FİTNESİNİN İFSADATINA KARŞI ISLAHAT HAREKETİ HAKKINDA BİR TETİMME

Risale-i Nur eserlerinde “Sonra gelecek zât” ve sair ifade şekilleriyle yapılan tavsifatla nazara verilen ve hakiki Mehdi ve Mehdiyete bağlı ve onun geniş dairesini temsil edip vazife görecek olan zâta ait bazı ifadeler vardır. Bu ifadelerden bir kısmı aynen şöyledir:

«Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)

«Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)

Bilindiği gibi Hilafet, İslâm millet ve devletlerinin şeair ve İslâmî hayat cihetiyle ortak idare merkezi ve temsilciliğidir. Demek o zât, böyle geniş siyasî saltanata yani mümessillik vasfıyla hâkimiyete sahip olacak.

«O zâtın üçüncü vazifesi; Hilafet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanileri ile ittifak edip Din-i İslâm’a hizmet etmektir.» (Sikke-i Tasdikî Gaybî sh: 9)

Bu ifade dahi mezkûr hükmü aynen teyid eder ve İsevî ruhanileriyle ittifak etmek de, büyük vazifeleri arasında yer alır.

«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vazi-yetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

Bu beyanda geçen “Bu zamanda” kaydı, ittihad-ı İslâm teşekkül etmeden, onun kuvvetine sahip olmadan mânâsında olduğunu, hem yukarıdaki ifadelerden hem Külliyat müvacehesinde hem de mantıkan anlamak icab eder. Demek ittihad-ı İslâmın teşekkülü evleviyet kazanıyor.

«Bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hz. Mehdi’nin şakirdleri olabilir…» (Şualar sh: 720)

«Yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile aynen o geniş daire, Nur dairesi olacak.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 112)

Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki; geniş daire fütuhatı, inayet-i İlahiyeye istinad eden Risale-i Nur’un manevî kuvvetinin eseridir. Şu halde Risale-i Nur ve Müellifi, esas teşkil edip metbuiyyet ve âmiriyyet makamındadırlar. Zira Bediüzzaman Hazretlerinin sarih ifadesiyle:

«Sonra gelecek o mübarek zât, Risale-i Nur’u bir proğramı olarak neşir ve tatbik edecek.» (Sikke-i Tasdik sh: 9) şeklindeki beyanı…

Hem yine her asra hisse-i dersini veren hadîsteki لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى

يَاْتِى اللّٰهُ بِاَمْرِهِ ile işaret edilen Bediüzzaman ve has dairesindeki taifeye atfen:

«O zât, o taifenin uzun tedkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak…» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)

İfadesinin sarahatıyla; o zâtın Risale-i Nur’a istinad ve tebaiyet edeceği hükmü, tevil kaldırmayacak derecede açıktır.

Mezkûr hakikatı teyid eden fakat gayet tevazu makamında yazılan ve İbn-i Mace 4088. hadîsiyle işaret edilen şu ifade de o zâta bakar:

«O ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum.» (Barla Lâhikası sh: 283)

Rivayetlerde âhirzamanda geleceği müjdelenen ve zulümatı dağıtacak olan manevî kuvvet, Nur Risalelerinde tecelli eden hakaik-i Kur’aniye ve imaniyye olduğu, Risale-i Nur’da tekraren nazara verilmiştir.

Zübdet-ül Buhari Tercemesi 958. hadîsin haşiyesinde, Er-Raid Lügatı’nın beyanına göre “Harbte na’ra atan kahraman” mânâsında olan “Cehcah” vasfıyla tavsif edilen bir zâtın geleceği (Şarkavî Şerhi’nden naklen) şöyle ifade edilir:

«Bu kişinin adı Cehcah’tır. Çok kıymetli bir zât olup, Mehdi’den sonra ortaya çıkacak, onun yolunu tutacaktır. Çoban koyunu nasıl sürerse, Cehcah da cihangir olarak bütün ülkeleri idare edecek, herkes ona boyun eğecektir.»

NOT:

Yukarıda zikredilen “yüz sene sonra” ve sair şekildeki ifadelerin tarihî tesbitleri, ayrı bir tedkikat istediği ve ayrı bir mes’ele olduğu cihetle ele alınmadı.

Risale-i Nur’dan çok kısa olarak nakledilen mezkûr parçalarda görüldüğü gibi; “bir asır sonra gelecek” ve “gelecek zât” gibi ifadelerle bir zâtı haber veren Bediüzzaman Hazretleri olduğuna göre, bu beyanlar kendisini değil, kendisinden sonra gelecek olan şahıstan bahsettiği zâhirdir.

Hem yine mezkûr nakillerde o zât hakkındaki şu ifadeler:

“Hilafet-i Muhammediye cihetindeki saltanatı” yani siyasî hâkimiyet makamına sahip olacağı ve bu vazifesini “ittihad-ı İslâma bina edeceği” ve “İsevî ruhanileriyle ittifak edeceği” ve “hayatın geniş dairesinde” vazifedar olacağı gibi beyanlarla bildirilen vazifeleri, siyasî icraatlardır.

Halbuki Bediüzzaman Hazretleri mezkûr siyasî vazifelerle bizzat iştigal etmemiş ve iman üzerinde bütün mesaisini hasretmiştir. Ancak şu var ki; o gelecek diye bahsedilen zât, geniş dairede Risale-i Nur’u program yaparak ve Risale-i Nur’a bağlı kalarak hizmet eder.

Buna göre bu zâtın vazife makamı, Risale-i Nur’un ve müellifinin seviyesinde olmayıp tebaiyet makamında bulunacağı da sarihtir.

Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ve üstünlüğünü tavsif ve beyan eden pek çok ifadeleriyle bu hükmü sarahatla ortaya koyar ve Risale-i Nur’u merci’ gösterir ve tekraratla ilân eder ve etmiştir.

Meselâ elyazma Emirdağ Lâhikası’nda talebelerine hitaben şöyle diyor:

«Risale-i Nur hakkındaki hüsn-ü zannınız daha fevkinde Risale-i Nur’a lâyıktır. Çünki Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesidir. Âhirzamanda gelecek Hazret-i Mehdi de ona o kıymeti verecek itikadındayım.»

Hem yine Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçen ve “iman, hayat, şeriat” olarak ifade edilen üç vazifenin en mühimmi “iman” olduğu ve bu vazife de tamamen Risale-i Nur’un ve halis, sadık ve has şakirdlerinin vazifesi olduğu; geniş daireye bakan diğer iki vazife ise imana nisbeten ikinci, üçüncü derecede oldukları ve Risale-i Nur’un programına göre yürütüleceği, yani Risale-i Nur’a bağlı kalınacağı beyan ediliyor ki, yine Risale-i Nur’un vazife makamının ulviyetini gösterir. Bu beyanlardan birkaç nümunesi şöyledir:

«Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, iman mes’elesidir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

«…üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler.» (Sikke-i Tasdik sh: 9)

«Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telâkki ediyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 266)

«Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile te’vili anlaşılır.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 267)

«Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 72)

«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

«Bu asırda, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı ma-nevîsine, hakaik-ı imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış. Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede te’sirli ve fatihane neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zendeka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırkbinler adam şehadet eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 190)

Risale-i Nur’un makamını ve ehemmiyetini beyan eden buna benzer daha pek çok ifadeler gösteriyor ki, asıl merci’ ve söz sahibi Risale-i Nur’dur. Daire-i Nur dâhilinde olanlar, onun başka bir fikir ve hareket tarzını getiremezler. “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 73) hizmet ederler.

Risale-i Nur, dinin teferruatından ve az bir kısmı müstesna olarak içtihadî mes’elelerinden bahsetmez. Geniş dairenin mes’elelerini, ileride teşekkülü beklenen mütehassıs heyetlerine bırakır.

Evet «Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi, dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahseder.» (Tarihçe-i Hayat sh: 231)

Geniş dairede bir kısım teferruat mesailinin ta’dil ve teşrii için ihtisas heyetlerini hatırlatan şu ifade de dikkat çekicidir:

«Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister.» (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

Evet Osmanlı Devleti’nin son devrinde “Şûra Heyeti”nin lüzumunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri aynı o teklifini; “Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekrar arzediyorum.” diyerek tâ gelecekteki ittihad-ı İslâmın merkezine kadar ucu uzanan reyini beyan eder.

İşte bir nebze nümunesini gördüğümüz ve risalelerde serpilmiş ifade ve beyanlara külliyyen bakılıp dikkat edilirse; Risale-i Nur, geniş daireye esasat cihetinde proğramını vermiş olduğu görülür. Bundan da anlaşılıyor ki; gelecekteki vazifedarlar, Risale-i Nur’a sahip çıkacaklar, emir ve tavsiyelerine dikkat edecekler ve Risale-i Nur’un metbuiyet makamını tebaiyetleriyle muhafaza edeceklerdir.

NETİCE

Ahirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatını tamir, ıslah ve halkı tenvir ve irşad vazifesini Bediüzzaman ve şakirdleri, muannid düşmanlarına karşı en ağır şartlar içinde hayatlarını ortaya koyarak, en kudsî ve en büyük vazife olan iman hakikatlarını keşif ve neşirle; hakikat nokta-i nazarında asrın rivayetlerde müjdelenen en haşmetli tarihî hâdisesini ortaya koymuşlar, küfrün belini kırarak da İslâmî hayat ve içtimaiyatın zeminini hazırlamışlardır.

Bu hakikatı, yani birinci vazife olan iman hizmetinin ve vazifedarlarının emsalsiz üstünlüğünü daima nazara veren Bediüzzaman Hazretleri, bir talebesinin mektubuna verdiği cevabda aynı mes’eleye dikkati çeker ve der ki:

«Muhbir-i Sâdık’ın haber verdiği “Manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakiki mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir-zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk’ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip, Allah’a şükrederiz.»

Bediüzzaman Hazretlerinin mezkûr tarzdaki ifadelerinden anlaşılıyor ki; geniş daire vazifedarları, Risale-i Nur’daki Kur’an ve iman hakikatlarını geniş çapta ve resmen neşir ve tatbikle Risale-i Nur’un irşad sahasını genişletirler, kendi ilimleri ile irşada girişmezler.

***

Ayrıca (Bakınız: Âl-i Beyt, Seyyid, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Seyyidliği, Mehdiyetin Hakikati, Deccal, Süfyaniyetin Mahiyeti,Hz. Mehdi-i Azam ve Evsafı, Mehdi Hadisesi ve İseviler Mektubu,Bid’aların Felaketi Derlemeleri ve İslam Prensipleri Ansiklopedisi Mehdi, Deccal Maddeleri)

KAYNAK ESERLER

Barla Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

Büluğ-ul Meram Tercümesi, Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat - İstanbul 1967

Elmalılı Tefsiri (Hak Dini Kur’an Dili), Hamdi Yazır, II.Baskı, İstanbul 1960-1962

Emirdağ Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

Gençlik Rehberi, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

Hutbe-i Şamiye, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1990

İbn-i Mace Tercemesi, Kahraman Yayınları, İst.-1982-1983 (10 cilt)

İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat

İslâm Prensipleri Ansiklopedisi, İttihad Yayıncılık, 4 cilt, İstanbul 1994

İşarat-ül İ’caz Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

Kastamonu Lâhikası, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

Kenz-ül Ummal, Suyutî ve Burhan-ı Fevrî, 16 cilt, Halep tarihsiz

Keşf-ül Hafa, Matbaat-ül Fünun, Haleb (2 cilt)

Lem’alar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülmecid Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1991

Mesnevî-i Nuriye Tercümesi, Bediüzzaman Said Nursî, Mütercim: Abdülkadir Badıllı, 670 sh. İstanbul 1980

Mişkât-ül Mesabih, Veliyyüddin-i Tebrizî, 3 cilt, Beyrut 1961

Muhakemat, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

Münazarat, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İst. 1993

Müsned-i İmam-ı Ahmed, Ahmed bin Hanbel, 6 cilt Beyrut

Osm. Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, 744 sh.

Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav Yayınları, İstanbul 1990

Ramuz-ül Ehadîs, Abdülaziz Bekkine, Milsan-1982, 2 cilt

Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Abdulkadir Badıllı, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

Sahih-i Buhari Muhtasarı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından, II.baskı, 12 cilt

Sahih-i Müslim Tercemesi, M. Sofuoğlu, İrfan Yayınları-1967, 8 cilt

Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

Sünuhat, Tuluat, İşarat, Bediüzzaman Said Nursî, Gaye Matbaası, Ankara 1976

Şualar, Bediüzzaman Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1993

Tac Tercemesi, Bekir Sadak, Sinem Matbaası, İstanbul 1968-1975

Tarihçe-i Hayatı, B. Said Nursî, Envâr Neşriyat - İstanbul 1992

 

1 Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbn-i Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.

2 S.Buhari Muhtasarı hadîs:2114 ve S.Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 hadîs: 3485

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık