DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

RİSALE-İ NUR REJİMİ KABUL ETMEZ

Yine aynı gazetede deniliyor ki:

 

 

«Devletle çatışarak bir yere gidemezsiniz. Devlet, hariciyesini, ticarî ateşelerini arkanıza salar, inceden inceye hesaba çeker... Devletle uyum da bir rol oynayacaktır... Benim kanaatime göre devlet-millet uyumu hele bu zamanda, çok önemli bir faktördür...»

Cevap: Devlet laik sisteme bağlı; devlet adamları ise, bütünü bir tarz inanışta değil. O halde devletle çatışmama derken ne kasdediliyor. Keza çatışmak tabiri fikren muhalefet mi? Yoksa maddi mücadele mi? Eğer menfi mücadele kasdediliyorsa, Risale-i Nur’un mesleği müsbet olduğundan zaruriyet-i kat’iye olmadan dahilde menfi hadiselere girilmediği yetmiş senelik Nurculuk faaliyetinde hiçbir menfi hadisenin zuhur etmemesiyle ve Risale-i Nur’daki pekçok ders ve ikazlarla aşikâr olmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bazı zındıkların şeytanetiyle Risale-i Nur’a karşı çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, fieyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münâfıklar bin derece pişman olacaklar.

Elhâsıl, madem biz ehl-i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize, imanî hizmetimize ilişmesinler. Mevkuf   Said Nursî» (Ş:362) gibi daha pekçok ders ve ikazlar, müsbet hareket etmenin teminatıdır.

Yok eğer o ifadede dine muhalif olan şeylere fikren de muhalefet olmamalı deniliyorsa, bu anlayış Risale-i Nur’daki beyanlara uygun düşmüyor.

Evet Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Eğer bu taharrilerde bazı vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi derseniz ki, “Sen ve bir iki risalen rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsunuz.”

Elcevap: Evvelen, bu yeni usulünüzün, münzevîlerin çilehanelerine girmeye hiçbir hakkı yoktur.

Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalişer, her hükûmette bulunur. Hattâ, Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlara kanun-u şeriatı ve Kur’ân’ı inkâr ettikleri halde ilişilmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile, Risale-i Nur’un bir kısım şakirtleri, idareye dokunmamak şartıyla rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif amel etse, hattâ rejimin sahibine adâvet etse, onlara kanunen ilişilmez.» (Ş:350)

«Elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis ettiği düsturlarının müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla ve desiseleriyle, fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi için, sefihâne bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanunlara, düsturlara tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o muhalişere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.

İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi.» (Ş:394)

«Hem her hükümette muhalifler bulunur. Yalnız fikren muhalefet bir suç olmaz. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz.» (Ş:386)

Aynı mevzuda örnek olacak ders ve beyanlara devam ediyoruz.

«Risale-i Nur’a muâraza eden, bilerek veya bilmeyerek zındıkaya yardım ettiğine bir delil, bu defa adliyece benden sordular ki:

“Kürt Âtıf rejim aleyhine çalışıyor. Demek onun muârızları rejime dayandılar.”

Ben de dedim: Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (r.a.) taht-ı hükmünde, kanun-u adalet-i şer’iyesini reddetmeyen ve ilişmeyen Yahudilere,  Nasârâya ilişmiyordular. Demek, kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha, bir suç teşkil etmiyor ki, o çeşit muhalişer ve münkirler, en kuvvetli padişahların idaresi ve siyaseti altında bulunmuşlar.

İşte, bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerinden en müthişbir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder.» (K:256)

«Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.» (T:651)

«İşte, ben de yüzer âyât-ı Kur’âniyeye istinaden Kur’ân’ın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak mânâsında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir. Hem muhalefet, hiçbir hükûmette bir suç sayılmıyor.» (Em:158)

Bediüzzaman Hazretlerinin yukarıda nazara verdiği “Bütün ehl-i vicdan muhaliftir” sözü dikkat çekicidir. Hakikaten gizli cereyanın mahiyetini bilenlerin nefretle muhalefetleri olacağı muhakkaktır diye ikaz eder.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesi de aynı hakikatı te’yid eder:

«Bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-i beşer küser, belki kâinat küsüyor!... (L:172)

Bir nebze nakledilen bu beyanlardan sonra mukayese ve hükmü okuyuculara havale ederiz.

AF VE MÜSAMAHADA ÖLÇÜ

“Tolerans” veya “hoşgörü” diye de ifade edilen ve dinimizde güzel ahlâktan olan müsamahayı; “dinî esaslardan taviz verip fedakârlık etme” şeklinde anlamak doğru değildir. Zira hukukullahtan, hukuk-u umumiyeden taviz vermeye ve müsamaha göstermeye kimsenin salahiyeti yoktur.

Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin şu şiddetli ifadeyi kullandığını görüyoruz:

«Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile, gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur.

Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..» (Ms:89)

Evet, müsamaha (tolerans) sözü, birinin şahsi hatalarını yüzüne vurup utandırmadan, başkalarının yanında onu mahcub etmeden, sabır ve anlayışla kusurunu telafi etmesine imkân sağlamak manasına gelir ki; bu, güzel ahlâktan olup şahsî hukuka bakar.

Nitekim Hazret-i Aişe validemiz, Efendimizin müsamahasını anlatırken şahsî hiçbir mes’elesinden, uğradığı zararlardan dolayı kimseleri incitmediğini, kimseden intikam almaya kalkmadığını belirttikten sonra der ki:

Allah’a ait bir hak ayaklar altında çiğnenirse onu hiç affetmez, hemen o kimseden Allah adına intikam alırdı.” (Müslim, Fedail, 79)

Diğer bir rivayette de Peygamberimiz (A.S.M.) şöyle buyuruyorlar:

“Bid’at ve kötülüklere yol açıp doğru yoldan sapıtan önderlerden ümmetim için endişeleniyorum.” (Tirmizi, Fiten 51; Ebu Davud, Fiten 1; İbn-i Mace, Fiten 9)

Bir din adamının bid’alar içinde bulunması şöyle dursun, başkasının kendisi hakkında sû’-i zanda bulunmasına sebebiyet verecek hallerden şiddetle kaçınması icabeder.

Bilhassa bir cemaat namına umuma görünüp, o cemaatı ittiham altına bırakacak olan yanlış ve hatalı hareketlerde bulunmanın; cemaatın şahs-ı manevîsine zarar vereceğini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.» (HŞ:55)

UMUMİ HUKUKA TECAVÜZ HOŞ GÖRÜLEMEZ

Risale-i Nur eserlerinde afv ve müsamaha, şahsî ve umumî haklara göre değerlendirilir. Şahsî haklarda afv ve müsamaha güzel karşılanırken; umumî haklarda afv, zâlime yardım mânasında vasıflanıp deniliyor ki:

«Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlicenabane affetmesi ve birtek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan, safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.

Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var; yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse, eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlicenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur...» (K:25)

Evet «Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanettir, amel-i talihtir.» (M:477)

Demek ki hukuk-u âmmeye ve ahkâm-ı diniyeye taalluk eden suç veya haklarda müsamaha ve afv olamaz.

Zâlimlerin zulmü hukukta affedilmediği gibi, itikadiyatta da küfür cinayetinin affedilmiyeceği şöyle izah ediliyor:

«Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, birtek yolsuz merhamete mukabil yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de: Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz; hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki affa kabiliyeti kalmaz.» (Ş:230)

Evet «Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatına sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.

Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû-i akibetine ve müdhişgünahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.» (Kastamonu Lâhikası sh:75)

O halde afv ve müsamahanın amel-i sâlihten sayıldığı makamları olduğu gibi, meşru olmayıp mes’uliyet getiren kısmı da vardır. Bu kısımları da Şeriat tayin eder ve etmiştir.

EHL-İ SEFAHETTEN UZAK DURMAK GEREKİR

Ehl-i sefahetle, sefih yaşadıkları müddetçe, müsamahakârane ihtilat etmeyi değil, bilakis, onlara muhalefetle onlardan uzak durmayı ders veren Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde mevzumuzla alâkalı hayli ikazlar vardır. Ezcümle, o ehl-i sefahetin lisan-ı hal ve fiilleriyle yaydıkları o telkinat ve onlara karşı verilen cevablar şöyle nazara veriliyor:

«Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. fiu güzel kız suretlerine bakalım. fiu hoşşarkıları dinleyelim. fiu tatlı yemekleri yiyelim.» (S:31) der.

Buna cevaben deniliyor ki:

«Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’ edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!.» (S:31)

Başka bir deyişle:

«Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus.» (S:32)

Bu hakikatı te’yid eden şu ifadeler de dikkat çekicidir:

«Medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız...”» (Ms:219)

«Hülâsa: Ayık olan sana tâbi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiye ile veya felsefenin dalaleti ile veya medeniyetin sefahetiyle sarhoşolanlar senin meşreb ve mesleğine tâbi olurlar.» (Ms:220)

Bediüzzaman Hazretlerinin diğer bir şiddetli ikazı da şöyle:

«Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuşki, müslümanları -ecanib tarzında- hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lu’b ve heva içinde bir lehivden başka birşey değildir.

Hem ne oluyorsun ki, keyişerine kâfi gelen helâl ve tayyibat dairesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun? Ve muharremat ve habîsat dairesine duhûle teşci’ ediyorsun?

Ey müvesvis! Bilir misin misalin neye benzer? O derece belâhet kesbetmişbir sarhoşa benzer ki; arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatlı yarayı kırmızı gülden farketmez.» (N İK:23)

BİD’ALARA MÜSAMAHA CAİZ DEĞİLDİR

İşte bu ve buna benzer daha pekçok şiddetli ifadeler, müsamahanın caiz olmayan kısmını apaçık şekilde bildirir.

Bir müslümanın yaşayışına örnek tutacağı tek hayat yolu da şöyle nazara veriliyor:

«Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenab-ı Hak habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer.» (L:54)

TAKİP EDİLECEK YOL

Yine müsamahaya lâyık olmayanlara müsamaha göstermekle onların dalaletine ortak olmak gibi müdhiş bir netice vereceğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

 اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ dediğim vakit, baktım ki: Mazi tarafına göçüp giden kafile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak enbiya, sıddıkîn, şüheda, evliya, sâlihîn kafilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübra-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kafileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor. Birden, fesübhanallah dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemal-i selâmetle giden bu nuranî kafile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasaret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kafile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir?

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, rehberimiz ferman etmişki:  : كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs sû’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar?» (M:395)

«Bu şeairin umuma taalluk cihetiyle umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeairin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir mes’elesi) en büyük bir mes’ele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taalluk ettiği gibi; Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar bütün eazım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrib ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa, titresinler!..» (M:396)

İşte bid’at içindeki yaşayışa bakan mezkûr şiddetli ifadeleri, gayr-ı meşru müsamaha lehinde yapılan telkinlere aldanıp meyledenler, nazar-ı dikkate almalıdırlar. Açık-saçıklığı ve o açık-saçık kız ve kadınlarla beraber bulunup, televizyonlarda nazar-ı umumiyeye göstermek ve bu bid’aları yayan ve destekleyenlere müsamaha ve dostluğu yaymak, dinin tahribine yardım değil midir?

Ezcümle: Bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:

مَنْ وَقَّرَ صَاحِبَ بِدْعَةٍ فَقَدْ اَعَانَ عَلَى هَدْمِﻻِْسْﻻَمِ

(42) Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı (yaşayışları İslâm âdab ve ahlâkına zıt olan kişileri) ağırlarsa, (dostluk ve hürmetkârlıkla karşılarsa) İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.»

Bu ve benzeri hadîslerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoşgelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hattâ cemiyetçe, şeairin hoş karşılanmaması gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir. Bilhassa şeair aleyhinde ve bid’at lehinde en müessir fiilî bir propaganda olan Avrupaî hayat tarzını takib edip, moda ve fantaziye yoluna sapmanın vehametinden endişe duymamak mümkün değildir. Zira bunun neticesinde fâsık-ı mütecahirler çoğalır.

Şeriatta yasaklanan günahları ve bid’aları, insanların gözü önünde ve medenî yaşayışın gereğidir deyip yaşayışlarıyla yaymaya çalışan fâsık-ı mütecahirler hakkında yapılan gıybet ve tenkidin caiziyetini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikâre bir surette işliyor.

İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.» (M:277)

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fısk ve Fasık-ı Mütecahir maddeleri)

HATALI  NEŞRİYATA MÜSAMAHA GÖSTERMEK HATADIR

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan bilmecburiye gayet ehemmiyetli bir hakikatı fâşetmeğe mecburum.» (Ş:455)

«Madem İmam-ı A’zam gibi eazım-ı müçtehidîn hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel gibi bir mücahid-i ekbere, Kur’anın bir tek mes’elesi için hapiste pekçok azab verilmiş. Ve şekva etmeyerek kemal-i sabır ile sebat edip o mes’elelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, sizlerden pek çok ziyade azab verildiği halde, kemal-i sabır içinde şükredip sarsılmamışlar.» (L:265)

Risale-i Nur’dan Sözler mecmuasında bizleri ikaz makamında deniliyor ki:

«İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidadları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

…Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki: Kur’an ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları; Kur’an ve İslâmiyet’i ve dini Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya “Biraz susun” gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmişveya desteklemişolalım? Aslâ ve kellâ, kat’â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamıyacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramıyacaklardır.» (S:768)

Bediüzzaman Hazretleri, yanlış bir düşünce ve harekete karşı müsamahakâr davranmayıp te’dib ve tenkid makamında cevab verirken diyor ki:

«Mustafa Sabri ile Musa Bekuf’un efkârlarını müvazene etmek için vaktim müsaid değildir. Yalnız bu kadar derim ki: “Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor.” Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Musa Bekuf’e nisbeten haklıdır, fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mu’cizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.

……Musa Bekuf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr efkârıyla çok yanlışgidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlışteviller ile tahrif ediyor. Ebu-l Alâ-i Maarrî gibi merdud bir adamı, muhakkikînlerin fevkinde tuttuğundan ve kendi efkârına uygun gelen Muhyiddin’in Ehl-i Sünnet’e muhalefet eden mes’elelerine ziyade tarafdarlığından, ziyade ifrat ediyor.» (L:273)

Bu yazıda da muhatablar ehl-i diyanet oldukları halde, hakikatın muhafazası hesabına şiddet var ve müsamaha yok. Hem de kıyamete kadar herkesin okuyup bileceği şekilde, yani her zaman örnek alınacak tarzda kitapta yazılarak ortaya konulmuş bulunuyor.

Evet, dinde lâübalilik ve bid’ata müsamahakâr davranışlara karşı şiddetle karşı çıkmak gerektiğini ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri, şu şer’î ölçüyü nazara verip der ki:

«Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.» (M:478)

HZ. MEVLÂNA’NIN HAKİKİ MÜSAMAHASI

Bazı çevrelerce gösterilen meşruiyet dışı müsamahayı meşru göstermek için; “Mevlana Hazretleri "putperest de olsan gel" demiş ve fâsık-sâlih herkesi kabul etmiş. O halde bizim de bu müsamaha hareketimiz meşrudur.” deniliyor.

Evet, fakat Mevlana Hazretleri gibi bazı zâtlar o fâsık insanların sefahethanelerine gidip onlarla haşir-neşir olmamışlar ve müslümanların da o sefihlere yanaşıp ifsad olunmalarına kapı açmamışlar. Aksine kendi dergâhlarında oturmuşlar ve bilâtefrik her isteyenin manevî istifadelerine kapılarının açık olduğunu bildirmişlerdir. Biz Nurcuların da medreselerine iman dersi için gelmek isteyen herkese, hizmetin başlangıcından beri kapımız açık olup; pek çok ateist, tabiatçı ve sefih kimselerin ıslah-ı hal edip samimî dindar oldukları herkesçe biliniyor. Ve aynı hizmet medreselerde devam ediyor. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek, hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmağa mükellefiz.» (Ş:393)

«İman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez.» (E:180)

«İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez.» (Em:36)

O halde neden bu açık fark gösterilmiyor, örtülüyor ve tersine çevriliyor? Evet, sefihlerle sefahethanelerinde ihtilat edip, her türlü neşriyat yoluyla yaymak ile, onları dinî telkinat yerlerine getirip âdâbına uygun olarak irşad etmek hareketi arasındaki tezadî fark apaçık değil mi?

Ecnebilere ve mukallidlerine İslâmiyeti sevdirmek, İslâmiyeti ef’alimizle göstermek ve lâübaliyane hareketlerden ve onları taklid etmekten uzak durmakla mümkün olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Gayr-ı müslime karşı hareketimiz ikna’dır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbub ve ulvî göstermektir. Zira onları munsıf zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermişolurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez.» (DHÖ:60)

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dâhil olacaklardır.» (Mün:46)

Ve yine aynı hakikatı te’yiden diyor ki:

«Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.» (HŞ:24)

BİD’ATKÂR REJİM, BU VATANDA TUTUNAMAZ

Yine Bediüzzaman Hazretleri, ilk Büyük Millet Meclisi’nde neşrettiği beyannamesinde de şöyle diyor:

«Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, âlem-i İslâma dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârane, sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir işgörmek, İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşise de çabuk ölüp sönmüş…» (Ms:100)

Reis-i Cumhur’a gönderilen bir istida’nın zeylinde de şu ifadeler var:

«Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar.…… Evet -mahkemede isbat ettiğim gibi- “fiereşer, müsbet hayırlar, maddî-manevî ganimetler orduya, cemaata verilir, tevzi’ edilir; kusurlar, menfî icraatlar başa, reise verilir” diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şereşeri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereşerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.» (E:284)

EN SAĞLAM İMAN

Mevzumuzu tam tenvir eden bir hadîs-i şerifte şöyle buyuruluyor:

اَفْضَلُ اْﻻَعْمَالِ الْحُبُّ فِى اللَّهِ وَالْبُعْضُ فِى اللَّهِ

Yani: “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Davud, Sünnet 3, 4599)

Âlimler derler ki: “Allah için sevmenin gerekenlerinden biri, Allah’ın evliya ve asfiyalarını sevmektir. Onları sevmenin şartlarından biri de onların bıraktığı sünnete (İslâmî yaşayışlarına ve derslerine) uyup, onlarla yetinmek, bid’ata (İslâm ahlâkı ve adâbına zıt âdetlere) yer vermemek ve onların tavsiyelerine uymaktır.”

Fâsıklara, zâlimlere ve günahkârlara karşı meşru ölçüde buğzetmek “Allah için buğz” etmeye girer.

Taberanî Mu’cem-ül Kebir’de merfu olarak İbn-i Abbas’tan şunu kaydeder: “İman bağlarının en sağlamı Allah için dostluk, Allah için düşmanlık, Allah için sevgi, Allah için nefrettir.”

Diğer bir rivayette de şöyle buyurulur:

“Allah C.C., bir kula da buğzetti mi Cebrail Aleyhisselam’a: “Ben falancaya buğzettim, sen de buğzet!” diye seslenir. Ona Cebrail de buğzetmeye başlar. Sonra Cibril sema ehline nidâ eder:

“Allah C.C. falan kimseye buğzetti, siz de buğzedin!” Sonra yeryüzüne onun için buğz vaz’edilir.” konulur.» (Kütüb-ü Sitte 10. Cild sh:140-143)

Demek müsamahanın zıddı olan buğzetmek, nefret etmek, yerine göre a’mal-i sâlihadır, sevabdır. Bu hükümlerin tatbikî şekli de, imamların beyanlarıyla bilinir, şahsî anlayışlara itibar edilmez.

Bediüzzaman Hazretleri, idam tehlikesine rağmen, Rusya’daki esaretinde Rus Başkumandanının esirler kampına geldiğinde ayağa kalkmaması ve ona hürmet etmemesi ve neden ayağa kalkmadığını soran Rus Başkumandanına verdiği şu cevab, mes’elemizde dikkate değer bir hâdisedir:

«Ben müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmışolurdum. Onun için ben kıyam etmedim.» (Ş:524)

Demek oluyor ki, din yolunda harb hilesi, yani kapalı yolları açmanın hakikî çaresinin aldatıcılık olan hileyi terketmek olduğunu nazara veren Üstad Hazretleri diyor ki:

«Biz ki hakikî müslümanız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.» (DHÖ:32)

«S- Zâlim gâvurların bu kadar propagandalarına nasıl mukabele edilmeli?

C- Propaganda, sâbıkan tezyif ettiğim zâlim cerbezenin veled-i nâmeşruudur. Ona mukabele, o yalancı silâhla olmamalı, belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk, bir harman yalanı yakar.» (STİ:91)

ŞEFKATE LÂYIK OLMAYANLAR

«Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ   ve usul-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan  اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ  yani, “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düsturun mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz.» Emirdağ Lahikası-1 (44)

Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir suale verdiği şu cevab da çok manidardır:

«Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye, Kur’ân’ın himmetine güveniyorsun; hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?”

Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ  Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”» (M:362)

O halde herkese müsamaha ve dostluk yolu açık değildir. Bu açık düsturları nazara almayanların müvazene-i şer‘iyenin dışına çıkacakları da bedihidir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ehl-i dalalete acımasının dalaletten kurtulmaları temennisi manasında olup onlarla ihtilat manasında olmadığını, hayatı boyunca yaşayışıyla gösterdiği gibi, şu ifadesi de aynı hali sarahatla gösterir:

“Ey bedbaht! Ben seni i’dam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süşî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve i’damıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belaların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile uğraşmam, ne yaparsan yap.” der. O zâlim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, keşki kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır.» (Ş:272)

Ehl-i dalalete karşı muhalefetin, fakat mü’minler arasında da uhuvvetin esas olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«İman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zendekaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.» (E:180)

İKİ SINIF MUHATAB

Bediüzzaman Hazretleri beyanat ve hitabelerinde muhatablarını ekseriyetle iki sınıf olarak nazara verir. Bir sınıfı; dost ve medeni ve insaniyetperver görünüp aldatmaya çalışan ve azınlıkta olan müfsid münafıklardır. Diğerleri ise; bu müfsid münafıkların aldatmağa çalıştığı insanlardır. Bunlar, fâsıkların sözlerine kapılmamayı ders veren (49:7) âyetin ikazından habersiz olduklarından; Üstad Hazretleri bunlara bazan ikazlı şiddet, bazan da irşadkâr ve yumuşak hitab eder. Bu hitabeleriyle, aldananları ikaz ve bizleri de onlara karşı vurdumduymazlıktan kurtarıp gayrete getirir.

İşte bu gibi hikmetler içindir ki; Kur’an’da böyle müfsidlere karşı pekçok şiddetli ifadeler vardır. Her hareketinde Kur’an’a ittiba eden Bediüzzaman Hazretleri’nin de o yolu takib edeceği muhakkaktır. Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ın şiddetli ifadelerine misal olarak diyor:

«Meselâ, Sûre-i  طسم de sekiz defa tekrar edilen şu اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ 2   âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i’cazlı bir ulvî belâgattır.

Hem meselâ, Sûre-i Rahmân’da tekrar edilen  فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ3   âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ 4   âyeti, cin ve nev-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye karşı inkâr ve istihfaşa mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i’câz-ı belâgattır.» Şualar (246) 

«Hem meselâ , اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ5 ve اَلظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ  6 gibi tehdit âyetlerini Kur’ân gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur’da kat’î ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor.   اِذَا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ7 âyetinin sarahatiyle, o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil,  belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.» (Ş:250)

«Çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ اَلظَّالِمِينَ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semûd ve Fir’avunun başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla tesellî veriyor.» (Ş:244)

«İşte enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.» (L:84)

«İşte Kur’anın tekrar edilen hakikatları bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i maneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder. Meğer maddiyyunluk taunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına mübtela ola…» (Ş:252)

Yukarıda anlatılan iki sınıf muhataba bakan pek çok ifadelerden, nümune olacak iki ifade şekli aynen şöyledir:

«Müdafaatımın bütün safahatında gizli ve müdhiş bir komiteye karşı mübareze vaziyetini gösteren tarz-ı ifademdeki maksadım şudur:

Nasılki Hükûmet-i Cumhuriye “Dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi; dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin îcaba-tındandır. Öyle de; ben dahi bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen Hükûmet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe tarafdar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfî komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum.» (T:240)

«Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.

(Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)» (Ş:288)

«Ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar.» (E:17)

İşte Bediüzzaman Hazretleri’nin şiddetli hitablarını mezkûr ölçüye göre nazara almak gerekiyor.

 

4. Sayfa için tıklayın

 

1 Mâide Sûresi, 5:105.

2 “Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah’tır.” Şuarâ Sûresi, 26:9.

3 “Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?” Rahmân Sûresi, 55:13.

4 “Yazıklar olsun o gün yalanlayanlara!” Mürselât Sûresi, 77:15.

5 “İnkâr edenler için ise Cehennem ateşi vardır.” Fâtır Sûresi, 35:36.

6 “Zâlimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır.” İbrahim Sûresi, 14:22.

7 “Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor.

Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:7-8.

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık