1628- İMAN ايمان : İnanmak. “İman, asl-ı lügatta emn ü emandan ifaldir. Hemzesi ta’diye ve bazen sayruret manalarında kullanılır. Ta’diye olduğuna göre eman vermek, emin kılmak demektir ki, Esmaullahdan olan “Mü’min” bu manadandır. Sayruret olduğuna göre de emin olmak demek olur. Ve vüsuk u itimad manasını ifade eder ki, lisanımızda inanmak demektir. Örf-i lügatta ise mutlaka tasdik etmek manasınadır. Çünki tasdik eden, tasdik ettiğini tekzibden emin kılmış veya kendisini kizibden emin olmuş olur.” (E.T. 177)

İmanın iyilik derecesi ve inkârın kötülük derekesi, neticelerinden de anlaşılır. Yani imanın sonsuz saadeti, inkârın sonsuz şekaveti netice vermesi gösteriyor ki; iman sonsuz hayır ve hüsündür, inkâr da sonsuz bir şer ve kubuhtur. Halbuki imanı izale etmiyen hiçbir şer, sonsuz cezaya sebebiyet vermez. (Bak: Allah, Amentü, Hads, Küfr, Tecdid-i iman, Yakîn)

Bir atıf notu:

-İman ilimdir, küfür cehildir, bak: 1563.p.

1629- “İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrisini icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.

Sual: Avam-ı nastan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir?

Cevab: Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden âciz olduğu gibi kalbindeki ve vicdanındaki inceler deakla görünmez. Hatta belagat dâhîlerinden Sekkakî gibi bir zat; İmri-ül Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belagat incelerini kavramamıştır.

Maahaza imanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır. Meselâ ami bir adama, bütün cihetleriyle, eczasıyla kudretinde ve tasarrufunda bulunan Saniin yarattığı bu âlemin bir cihette Sanii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kâfidir. Çünkü, nefiy cihetinin yani Sani’siz olamıyacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.

1630- İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre: “Cenab-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” denilmiştir. (Bak. 1299.p.) Öyle ise iman, Şems-i Ezelî’den vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın iç yüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede bütün kâinat ile bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur. Ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvet ile her musibete, her hâdiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

Ve keza iman, Şems-i  Ezelî’den ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi; saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltı ile, vicdanında bulunan bütün emel ve istidadlarının tohumları, bir şecere-i tuba gibi neşv ü nemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.” (İ.İ.41)

Atıf notlar:

-İman etmek için Tagut’un inkârı gerektir. bak: 3631.p.sonu

-Günahı serbest işlemek imandan hissesiz olmaya delalet eder, bak: 231.p.

-Günah işlenirken imanın mağlubiyeti, bak: 1171.p.

-Günahtan küfre giden yol, bak: 1074, 1075.p.lar

-Hadiste imanın kısa tarifi, bak: 242.p.sonu

-İman kalb işidir, bak: 179, 1120.p.lar

-Allah’ın mü’mine imanı sevdirmesi, Kur’an (49:7)

-Takva, imanın halavetine vesiledir, bak: 2822.p.

1631- Allah’a iman mevzuunda, usul mahiyetinde birkaç esas:

Birinci esas: İmana ait meseleler, herkesin kabul etmesi zaruri olacak kadar bedihi olmaz. Çünki, imtihan sırrı bozulur. Evet” iman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zaruri olmaz. Ta ki Ebu Bekirler âla-yı illiyyine çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safiline düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nadir verilir.

Hem dar-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, Güneşin mağribden çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdika mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır; daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünki, Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.” (Ş. 579) (Mu’cizeler icbar için değil ikna içindir, bak: 2494, 2495.p.lar)

1632- Bununla beraber, imansızlığa karşı, iman tarafını iltizam ve kabul etmek, mantık mecburiyetidir. Çünkü: İman etmekte, bu hayatta ve bu hayattan sonra hiçbir zarar ihtimali yok; menfaatı olursa sonsuzdur. İmansızlıkta ise, hiçbir fayda ihtimali yok; zararı olursa, nihayetsizdir. O halde iman cihetini iltizam etmek, aklen ve mantıkan zaruridir. Kur’an (40: 12, 42) gibi âyetlerinde beyan edildiği gibi, ilmî ve mantıkî delillere dayanan imana davet edilince hemen inkâr eden, fakat delilsiz olan şirke gelince hemen onu kabul ve iltizam eden, mantıksız, peşin hükümlü ve süfeha takımı, bir kısım insanlar da vardır.

Bir mukayese ve mantık zarureti olarak küfre karşı imanı tercih etmek gereğine dikkati çeken âyetler de vardır. Ezcümle (11: 28, 63, 88) (26: 69 ilâ 75) (41: 52) (46: 10) (96: 11, 12) âyetleri şayan-ı teemmüldür.

Bu dünyada imanın getirdiği bazı mükellefiyetler varsa da, mü’mini dünyada küfrün manevi cehenneminden kurtarmak gibi büyük nimeti, dünyaya değer kıymettedir. (Bak: 187, 504, 1652, 2154.p.lar)

1633- İkinci esas: imanın delilleri, istidlalidir. Yani, eserden, eseri yapanı; san’attan, san’at sahibini bil-intikal anlamaktır. Yoksa, mahsusat âleminin, yani beş duygu ile idrak edilen maddi hâdiselerin ve varlıkların bilgisi gibi bedihiyattan değildir. (Bak. 658.p.)

“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi, dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale de “bürhan-ü innî” denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha sâlimdir.” (İ.İ. 86)

“Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis, tebeîdir; kasdî değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim; coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir.

Ancak, kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve Kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sani ve nizam-ı hakikîye istidlal keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam; kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur.” (İ.İ. 118)

1634- Bu ikinci esasta beyan edilen istidlal keyfiyetine misal olarak denir ki: Nasıl insanın aklı, ilmi, muhabbeti, san’at mehareti ve diğer bazı meziyetleri gibi manevi hususiyetleri, -hemcinsimiz olduğu halde- o şahsa baktığımızda zahiren görülemiyor. Ancak o meharet ve hususiyetler, amelî tezahürlerinden yani eserlerinden anlaşılır. Meselâ gayet beliğ ve edib bir zatın sahib olduğu belagat meziyetini ancak hitabetinden ve eserlerinden anladığımız gibi. Demek zahir nazarda görülmeyip eser ve te’sirleriyle bilinen çok şeyler vardır. İşte bunun gibi, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını -Kur’anın talim ve terbiyesiyle olmak şartıyla- âlemdeki eserlerinden istidlal yoluyla anlarız.

Bunun için Kur’an, Allah’ın eserlerini tekrar be-tekrar nazarlara arzetmektedir. (Failin eserlerinden tanınması, bak: 224,225.p.lar)

1635- Üçüncü esas:” Umumi mes’elelerde isbata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Meselâ: Ramazan-ı Şerif’in başında hilali görmek hususunda, iki adi şahid hilali isbat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünki, isbatta birbirine kuvvet verir. Birbirinde tesanüd ve icma’ var. Nefie’de ise; bir olsa bin olsa farkları yoktur. Herkes kendi başına kalır, infiradî olur. Çünki, isbat eden harice bakar ve nefs-ül emre göre hükmeder. Meselâ: Misalimizde olduğu gibi, biri dese “Gökte Ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.

Nefy ve inkârda ise, nefs-ül emre bakmaz ve bakamaz. Çünki “hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilmez” meşhur bir düsturun. Meselâ, bir şey’i dünyada var diye ben isbat etsem; sen de “dünyada yok” desen... benim bir işaretimle kolayca isbat edilebilen o şey’in, sen nefyini yani ademini isbat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.

Madem nefy ve inkâr edenler nefs-ül emre bakmazlar; belki kendinefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette bir-birine kuvvet veremezler ve zahîr olamazlar. Çünki, görmeye ve bilmeye mani’ olan perdeler, sebebler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur” diyebilir. Yoksa “Vaki’de yoktur” diyemez. Eğer dese, hususan umum kâinata bakan iman mes’elelerinde, dünya kadar büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz.” (Ş.100) (Bak: 663.p.)

1636- Evet nefyin isbatı zordur. Ancak butlan-ı mana ile bizatihi müntefi olur. Fakat insî ve cinnî müvesvis şeytanlar aldatıcı yollara başvururlar. Ezcümle:

“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-ı imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır, der ki: “Bir tek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare edeyor deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük mes’eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkarî uyandırıyor.

Elcevab: Şeytanın bu desisesini susturan sır: “Allahu Ekber”dir. Ve cevab-ı hakikisi de: “Allahu ekber”dir. Evet “Allahu Ekber”in ziyade kesretle şeair-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir.

Çünki: insanın âciz kuvveti ve zaif kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatları “Allahu Ekber” nuruyla görüp tasdik ediyor ve “Allahu Ekber” kuvvetiyle o hakikatları taşıyor ve “Allahu Ekber” dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki: Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedviri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:

Birinci Yol: Mümkindir. Fakat gayet azîmdir ve hârikadır. Zaten böyle hârika bir eser, bir hârika san’at ile, çok acib bir yol ile olur. O yol ise: Mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahidleri bulunan bir Zat-ı Ehad ve Samed’in rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.

İkinci Yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmıyan ve imtina derecesinde müşkilatlı ve hiçbir cihette makul olmıyan şirk ve küfür yoludur. Çünki Yirminci Mektub ve Yirmiikinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’i isbat edildiği üzere; O vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hatta herbir zerresinde bir uluhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Ta ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve gayet hassas nizam ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san’at vücud bulabilsin.

Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyalı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı makul ve mümteni bir yol takib etmek lâzım gelecek. Lâyik ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinaa girmeyi, şeytan dahi teklif edemez.” (L. 87)

Yukarıda görüldüğü gibi tevhid yolu mümkün, şirk yolu ise müşkildir. Mümkün ile müşkil müsavi olmadığından, müşkil yola karşı mümkün yolu tercih etmek gerektir.

Bir mes’ele hakkında “var ve yok” şeklindeki birbirine tam zıd olan iki davadan tercihi gereken “mümkün” tarafın imkâniyeti, vacibiyet derecesini kazanır ve “müşkil” tarafı dahi muhal olur. Zira iki zıd iddia, bir mes’elede birleşse, ikisinin de doğru olması mantıkan imkânsız olduğundan birisinin doğruluğu zaruri olur. O halde mezkûr  “birinci yol” zaruridir, vacibdir.

1636/1- Keza “azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyetta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.

Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler, görecekler ki; imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.

Risale-i Nur yüzer mizan ve müvazenelerle, bu hakikatı “iki kere iki dört eder” derecesinde kat’i isbat etmiş. Meselâ: Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir.Veyahut ahmak sofestailer gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir. İşte bunun gibi bütün hakaik-ı imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nlerini, muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalblerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler.

Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ ٭ اَللّٰهُ اَكْبَرُ azamet-i kibriyasını her vakit ilanı, hem اَلْعَظَمَةُ اِزَارِى وَ الْكِبْرِيَاءُ رِدَائِى1 hadis-i kudsînin fermanı, hem “Cevşen-ül Kebir” münacatının seksenaltıncı ukdesinde:

يَا مَنْ لاَ مُلْكَ اِلاَّ مُلْكَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يُحْصِى الْعِبَادُ ثَنَائَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ تَصِفُ الْخَلاَئِقُ جَلاَلَهُ

يَا مَنْ لاَ تَنَالُ اْلاَوْهَامُ كُنْهَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارُ كَمَالَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يَبْلُغُ اْلاَفْهَامُ صِفَاتَهُ

يَا مَنْ لاَ يَنَالُ اْلاَفْكَارُ كِبْرِيَائَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يُحْسِنُ اْلاِنْسَانُ نُعُوتَهُ ٭ يَا مَنْ لاَ يَرُدُّ الْعِبَادُ قَضَائَهُ

يَا مَنْ ظَهَرَ فِى كُلِّ شَىْءٍ آيَاتُهُ ٭ سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ

diye olan gayet arifane münacat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) beyanı gösteriyor ki; azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.” (Ş. 103) (Bak: 3715.p.)

1637- Dördüncü esas: Cenab-ı Hakk’a mümkinat ve insan mikyasiyle bakmamalı. “İnsan; bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esasların evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hatta hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakk’ı düşünecek olursa, kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hakk’a bu gibi mikyaslar ile bakılmaz. Zira sıfatı inhisar altında değildir.” (İ.İ.75)

“Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk’ın azametine bir mikyas, kemalatına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir; ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u âsarından ve bütün ef’alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet zerre, mir’at olur, fakat mikyas olamaz. Bu mes’elelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakk’ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattır. Çünki aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet vacibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ: Ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile tesir’i- hakikiyi esbaba; ehl-i i’tizal, halk-ı ef’aili abde; mecusiler, şerri ikinci bir hâlika isnadetmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenab-ı Hak, azameti kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.” (İ.İ.76)

1638- “Vacib-ül Vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemedeği gibi, ef’alinde de benzemiyor. Çünki Vacib-ül Vücud’un kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev’, cüz’-küll aralarında fark yoktur. Ve keza onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacib-ül Vücudun ef’alini, fiillerine benzetemiyor. Hakikatını fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor.” (M:N. 186) (Cenab-ı Hakk’ın marifeti neden enaniyete bağlıdır, bak: 821.p.)

1638/1- Keza “Cenab-ı “Hakk’a ma’lum ve ma’ruf ünvanıyla bakacak olursan, mechul ve menkûr olur. Çünki bu ma’lumiyet, örfi bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikatı i’lam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak Zat-ı Akdes’i mülahaza için bir nevi ünvandır.

Amma Cenab-ı Hakk’a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, ma’rufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulu etmesi ağır gelmez.” (M.N. 131)

“Cenab-ı Hakk’ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyası gibi bütün mevcudata âmm ve şamil olup, hiçbir şeyle müvazene edilemez; Arş-ı Azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taaluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de o halketmiştir. Cenab-ı Hak kâinatta vaz’ettiği yüksek nizam gibi, hurdebinî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latif bir nizam vaz’ etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden cazibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülasa, aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni’ olan kudretçe; büyük, küçük birdir.” (İ.İ.75) (Bak: Müşebbihe)

1639- Beşinci esas: İhtisas sahiblerinin sözü mu’teber olmasıdır, yani “bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz. O fennin icma-i ülemasına dahil sayılmazlar. Meselâ: Büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebaud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.

Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelykakîn hatta Hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh Geylanî (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî  ve kudsî ve manevî mes’elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök görültüsüne karşı, sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı? (Ş. 102)

Evet beşer dünyasında başta, mu’cizelere istinad eden yüzyirmidört bin enbiya ve manevî keşfiyat ve kemalat sahibi olan yüzyirmidört milyon evliya ve ilim ve isbata dayanan ve hadd-ü hesaba gelmeyen asfiya ve muhakkikîn olarak dinde en yüksek ihtisas sahibi olan mezkûr üç muazzam cemaat, beşer hayatı boyunca esasat-ı diniyede kemal-i ciddiyetle ittifak etmişlerdir. Zaman ve mekânca müstevli ve müstemir böyle bir ittifak ve ihtisasa karşı çıkmak; ilim, medeniyet ve insaf düsturlarına zıd ve ilmî değerden uzak bir hareket olur.

1640- Altıncı esas: İmanın altı esası arasında telazum vardır. Yani imanın herbir esası, delilleriyle birbirini isbat eder ve biribirisiz olmaz.

Bu bahis uzun olduğundan izahını Şualar mecmuasında, 9. Şua’nın 2. Noktasına ve ll. Şua’nın 9. Mes’elesine havale ederiz.

İşte imanî mes’elelerde isabetli hükme varabilmek için mezkûr esaslar gibi noktaların nazara alınması icab eder. Zira her şeyin kendine has isbat usulü vardır. Yanlış usul, yanlış hükme götürür. Bir kısım felsefecilerde olduğu gibi...

1641- İman, taklidî ve tahkikî olarak iki kısımdır. Taklidî iman, imanın ilmi isbat ve delillerini bilmemekle beraber imana ait hükümleri dendiği gibi aynen kabul etmektir. Tahkikî iman ise, imanın ilmî delillerini öğrenip taklidî imanı tahkikî imana çevirmektir. Tahkikî imanın pek çok dereceleri vardır. (Bak: Tevhid)

1642- Asrımızın dehşetli dinsizlik cereyanlarının aşıladığı inkârcılık ve imanî mes’elelerde şüpheler intişar ettiğinden bu zamanda taklidî imanı tahkikî imana yükseltmek ve imanı kurtarmaya çalışmak en mübrem bir mes’ele olmuştur.

Birkaç atıf notu:

- İbadetle iman takviye edilmezse, te’siri zayıf kalır, bak: 1448.p.başı

-Bir et parçası olan kalbde iman kâmil olursa, insanda  salih olur, bak: 1939.p.

-İnsanı kötülüklerden men etmek için, günahların bu dünyadaki elemlerini göstermek gerek, bak: 3103.p.

İmam-ı A’zam Hazretleri Fıkh-ı Ekber ismindeki meşhur eserinin sonunda şu izahatı verir: “Tevhid ilminin ince mes’elelerinden herhangi bir şey(in halli) insana müşkil görünürse (onda tereddüd ve şüphe uyandırırsa), bir âlim bulup da derhal onu soruncaya kadar Allahü Teala indinde doğru olanı ne ise derhal ona itikad etmesi (ona inandım demesi) kendisine borç olur. Aramayı geciktirmesi ona caiz olmaz.”

İşte asrımızda imanî mes’eleler hakkında intişar eden felsefi şüphelere karşı tahkikî imana hizmet etmeyi esas olan Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinin muhtelif yerlerinde, iman hizmetinin herşeyin üstünde olduğunu beyan ederken şöyle der:

1643- “Hakaik-ı imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak; ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım iken; şimdiki hal-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa  medeniyetin sefahet ve dalaletine ceza olarak gelen gadab-ı İlahînin bir cilvesi olan harb-i umumînin tarafgirane, damarları ve asabları tehyic edip batın-ı kalbe kadar, hatta hakaik-ı imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fani arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ülemalar, belki de veliler; o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-ı imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tabi olarak hemfikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikatı, belki ehl-i velayeti tenkid ve adavet eder, hatta hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi yaparlar.”(K.L. 117)

1644- “Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mes’ele olan iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatları olduğundan bu hakaik-i imaniye-i Kur’aniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tabi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’an’ın hakikatları, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsi ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, (Bak: 2906.p.) gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.” (K.L. 145)

“O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki: Risale-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi te’min eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.” (K.L. 83)

1645- Bir hadis-i şerifte:

لِاَنْ يَهْدِىَ اللَّهُ عَلَى يَدَيْكَ رَجُلاً خَيْرٌ لَكَ مِمَا طَلَعَتْ عَلَيْهِ الشَّمْسُ وَغَرَبَتْ

Yani: “Allahü Teala’nın bir kimseyi senin vasıtanla hidayete nail buyurması şüphe yok ki senin için üzerine güneşin doğup battığı şeylerden daha hayırlıdır.” buyurulmuştur.2

Atıf notları:

-İmam hizmeti en birinci vazifedir, bak: 2303,2689,2931,2935, 3105,3227.p.lar.

-En efdal ilim, iman ilmidir, bak: 1577 .p.

-İmam-ı Rabbanî’nin (R.A.) imanda inkişafın ehemmiyeti hakkında beyanı, bak: 151,2477/2.p.lar.

1646- “İmam-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.

Bu iman-ı tahkikînin vüsulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir. (Derece-i şuhud derece-i iman-ı bilgaybdan aşağıdır, bak: 211p.)

İkinci Yol: iman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile, zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakaik-ı imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol: Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları dahi insafla baksa, Risale-i Nur hakaik-ı imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni’ derecesinde gösterdiğini görecekler.” (K.L. 18)

1647- “Sual: Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir? Maksad nedir diye soruyor?

Evvela: Ona okuduğun Yirmiikinci Söz’ün mukaddemesinde, tevhid-i hakikî ile tevhid-i zahirînin farkındaki misal ve temsil, maksada işaret eder. Otuzikinci Söz’ün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Maksadları, o maksadı izah eder.

Ve saniyen: Usulüddin imamları ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın akaide dair ve vücud-u Vacib-ül Vücud ve tevhid-i İlahîye dair beyanatları, Muhyiddin-i Arabî’nin nazarında kâfi gelmediği için, İlm-i Kelâm’ın imamlarından Fahreddin-i Razî’ye öyle demiş.

Evet, İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşaallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lambası hizmetini görüyorlar.

1648- Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Razî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakim’den doğrudan doğruya veraset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünki Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ deyip, kâinatın vücudunu inkâr edecek bir tarza kadar gelmiş. Ve sairleri ise, yine huzur-u daimîyi kazanmak için لاَ مَشْهُودَ اِلاَّ هُوَ deyip, kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi, acib bir tarza girmişler. Kur’an-ı Hakim’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder. Herşey mir’at-ı marifet olur. Sa’di-i Şirazî’nin dediği gibi:

دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِى دَفْتَرِيسْتْ اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ

herşeyde Cenab-ı Hakk’ın marifetine bir pencere açar.

1649- Bazı Sözlerde ülema-i ilm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan minhac-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:

Meselâ: Bir su getirmek için, bazıları küngan (Su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ülema-i ilm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vacib-ül Vücud’un vücudunu onunla  isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakim’in minhac-ı hakikisi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer Asa-yı Musa gibi, nereye vurursa ab-ı hayat fışkırtıyor. وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu, her şeye okutturuyor.

1650- Hem iman yalnız ilim ile değil, imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hakeza letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır. İşte Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye bu noktayı ihtar ediyor.” (M. 330) (İmanî hükümleri delillerle isbat etmenin lüzumu, bak: 524.p.sonu)

1651- İman şuurunun cemiyet hayatında müsbet te’sirleri vardır ki, hakiki insaniyetin temellerini tesbit eder. Küçük bir nümunesi şudur:

“Her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir milli ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle temkin verir. Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir. Zalime der: “Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir. ihtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, baki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış” Ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyasen cüz’î ve küllî herbir taifede hüsn-ü te’sirini gösterir, ışıklandırır. Nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın! İşte iman-ı âhiretin binler faidelerinden işaret ettiğimiz beş-altı nümunelerine sairler kıyas edilse kat’i anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.” (Ş.227)

1652- Evet 10. Surenin 57, 58. âyetlerinde beyan edildiği gibi, iman ve hidayetin insanın kalbine verdiği manevi huzur ve saadet dünya menfaatlerinin çok üstündedir. (Bak:103-106.p.lar ve 1632. p.sonu ve 3071-3074.p.lar)

Birkaç atıf not:

-İmandan gelen hürriyet-i Şer’iye, bak: 3574.p.

-İmanın üç hassası, bak: 2712.p.

-İmandan gelen kahramanlık, bak: 557,558.p.lar.

1653- İmanın ziyadeleşmesi mes’elesi hakkında Kur’an (9:124) âyetinin tefsirinde deniliyor ki: “Hakikate nazaran iman, emr-i vahid olduğundan bunda kemmiyyet itibariyle değil, ancak keyfiyyet itibariyle bir ziyade ve noksan mülahaza olunabilir. Bu haysiyetle enbiya ve sıddıkîn ile diğerlerinin meratib-i imanı arasında farklar bulunur. Nitekim Hazret-i İbrahim’in (2:260) وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْب۪ىۜ demesi bu neş’enin aksa-yı kemalini talebdir.” (E.T. 2649)

Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: (48:4) لِيَزْدَادُٓوا ا۪يمَانًا مَعَ ا۪يمَانِهِمْۜ ki; imanları ile beraber iman arttırsınlar diye -basit olan asl-ı imanda ziyade ve noksan olmasa bile, müeyyidatı arttıkça imanın kemalinin de artacağından şübhe yoktur.” (E.T. 4410)

İmanın ziyadeleşmesi Kur’anda (3:173) (8:2) (33:22) (74.31) âyetlerinde de ve Buhari 2. kitab, l. babında zikredilir. Ve İbn-i Mace tercemesi, Mukad-deme’de 9. bab 75. hadiste izahat verilir.

Bir atıf notu:

-İman ve İslâmın farkı, bak: 1741.p.

1654 İman-ı ye’s makbul değildir. Ezcümle:

“(10:92) Meselâ فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle, Musa Aleyhisselâm’a karşı muharebe eden Fir’avun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil, fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak o Fir’avunun bedenine necat vereceğini haber veriyor.” (Kn. 79) (Bak: 974,975.p.lar)

İman-ı ye’s meselesi Kur’anda (4:159) (6:158) (10:90,91,92,97 98) âyetlerinde zikredilir.

Kur’an (6:111) âyetinde; hidayete lâyık olmayanlara bedihiyat derecesinde deliller gösterilse de yine inanmıyacakları bildirilir. (Bak: 3411.p.)

Atıf Notları:

-İman kardeşliği bak: 3878/8.p.

-İmandan küfre, küfürden imana dönüp dolaşıp nihayet küfürde karar kılanlar, bak: 2716.p.

-Zuhurlarından sonra imanın fayda vermeyeceği üç kıyamet alâmeti, bak: 614.p.

-Fitne devresinde sabah-akşam arası imandan küfre geçiş kolaylığı rivayeti, bak. 2750.p.sonu ve 3884/1.p.

-Allah’a karşı had yarışına kalkışanları sevmeyen hizbullahın kalblerinde imanın yazılması (nakşedilip ruhlarında seciyeleşmesi) ve bu imanın bir ruh ile (nur-u irfan ve ilm-i ledün ile) te’yid edilmesi, bak: 179.p.

-Lâyık olan kuluna Allah’ın imanı sevdirmesi imanla kalbini (marifetullah, muhabbetullah ve faziletle) tezyin etmesi ve bu kulun o iman sayesinde her türlü günah ve kötülükleri kerih görmesi, bak: Kur’an (49:7)

-Münkerin izalesine güç yetmezse, münkeri kerih görmek, bak: 3891.p.

 

1 İ.M. 4174, 4175 ve K.H. 1912. hadisler.

2 H.G. hadis:333

Yukarı Çık