462- BÎTARAF بي طرف : Tarafsız. Hiçbir tarafı tutmayan. (Bak: Münakaşa)

Beşeriyet dünyasında din-i hakkın mütecaviz düşmanları da bulunduğundan, inanan ve inanmayanlar arasında bîtaraflık olamaz. (Bak: 2258.p.) Fakat mü’minler arasında ise tarafgirlik olamaz, olmamalı. (Bak: 3231, 3232, 3233, 3236, 3238, 3240.p.lar)

Keza dinî mevzularda dahi bîtarafane münazaralara girilmemelidir. Zira «ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkid lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru’ ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir.» (M.N.112)

«En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nurani sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.» (H.Ş.140)

463- Şeytanın Kur’ana bîtarafane baktırmak desisesine karşı Bediüzzaman Hazretlerinin وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ عَل۪يم ( 7:200 ) âyetinin feyzine istinaden o şeytanla yaptığı münazarasından bir kısmı şöyledir:

«Ramazan-ı Şerifte İstanbul’da Bayezid Cami-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat manevi bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:

-Sen Kur’anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak. Acaba o meziyetleri, o zinetleri görecek misin?

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farzedip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortaklık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile, Kur’anın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’andan istimdad ettim. Birden bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’i kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münazara başladı.

464- Dedim: Ey şeytan! Bîtarafane muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirdlerin, dediğiniz bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır, bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünki Kur’ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafane değildir, belki bâtıla tarafgirliktir.

465- Şeytan döndü ve dedi: Kur’an, beşer kelâmına benziyor. Onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

Cevaben dedim: Nasılki Peygamberimiz (A.S.M.) mucizatından ve hasaisinden başka ef’al ve ahval ve etvarında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlahiyeye ve evamir-i tekviniyesine münkad ve muti olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkeza... Herbir ahval ve etvarında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş; tâ ki ümmetine ef’aliyle imam olsun, etvarıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvarında hârikulâde olsa idi; bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvaliyle “Rahmeten lilâlemîn” olamazdı.

Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakim ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat’idir. Çünki cin ve ins münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor. Ve hakeza... Herkes onu merci yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa Aleyhisselâm’ın Tur-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hz. Musa Aleyhisselâm gibi bir ulü-l azm ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş:اَهكَذَا كَلاَمُكَ قَالَ اللّٰهُ لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ (Bak: 3170/1p.)

466- Şeytan yine döndü dedi ki: Kur’anın mesaili gibi çok zatlar o çeşit mesaili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?

Cevaben Kur’anın nuruyla dedim ki: Evvela: Dindar bir adam, din muhabbeti için hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp onun yerinde konuşmaz. فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللّٰهِ ( 39:32 ) düsturundan titrer.

Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünki birbirine yakın zatlar birbirini taklid edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimî iğfal edemezler. Çünki ehl-i dikkat nazarında -alâ külli hal- etvar ve ahvali içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmiyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamıyacak, belki kendi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: “Bu sahtekârdır” İşte -hâşa yüzbin defa hâşa- Kur’an beşer kelâmı farzedildiği vakit, nasılki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasad ehline görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannu’suz temaşa ehline göstersin? Hem sahtekâr âmi bir nefer, namdar âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam müddet-i ömründe daima en sâdık, en emin, en mutekid bir zatın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın?.. Bu ise yüz derece muhaldir. Ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez ve öyle de farzetmek bedihi bir muhali vaki farzetmek gibi bir hezeyandır. Aynen öyle de: Kur’anı kelâm-ı beşer farzetmek lâzım gelir ki: Âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envar-ı hakaikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlat telakki edilen Kitab-ı Mübin’in mahiyeti; -hâşa sümme hâşa- bir yıldız böceği hükmünde, tasannu’cu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun? Ve en yakında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın? Ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin? Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytanetinde ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın!... Yalnız pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun, yıldızı yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

467- Salisen: Hem Kur’anı beşer kelâmı farzetmek lâzımgelir ki: Asârıyla, tesiratıyla, netaiciyle, âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatlı ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Fürkan’ın gizli hakikatı; hâşa muavenetsiz, ilimsiz bir tek insanın fikrinin tasniatı olsun!.. Yakınında onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvi dehalar; onda hiçbir zaman hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu’ eserini görmesin! Daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun!... Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvaliyle, akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âlî haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zatı; en emniyetsiz, en ihlassız, en itikadsız farzetmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünki şu meselenin ortası yoktur. Zira farz-ı muhal olarak Kur’an kelâmullah olmazsa, arştan ferşe düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-i hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o hârika fermanı gösteren zat, hâşa sümme hâşa eğer Resulullah olmazsa âlâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlat derecesinden, maden-i desais makamına düşmek lâzımgelir, ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en edna bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin.» (M.309-313) (Bak: 2584.p.)

Yukarı Çık