2562- MUHAMMED (A.S.M.) محمّد : Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş mealinde bir isimdir.
“Nasılki; kâhinler, arif-i billahlar, hatifler, hatta sanemler ve kurbanlar, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber vermişler; her bir hâdise dahi; bir kısım insanların imanına sebeb olmuş. Öyle de, bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında hatt-ı kadîm ile مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ gibi ibareler bulunmuş; onunla bir kısım insanlar imana gelmişler. Evet hatt-ı kadim ile bazı taşlarda bulunan مُحَمَّدٌ مُصْلِحٌ اَمِينٌ Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan ibarettir. Çünki ondan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın hiçbir cihetle “Muslih-i Emin” ta’birine liyakatları yoktur.” (M.176) (Bak: Bahira, Burak, Enbiya, ezvac-ı Tahirat, inşikak-ı Kamer, Mu’cize, Salat, Siyer-i Nebi, Sünnet, Şefaat, Taaddüd-ü Zevcat)
2563- Kur’anda “Muhammed” (A.S.M.) ismi sarahatla dört yerde geçer:
1-Bir gazvede şehid edildiği haberi şayi’ olması münasebetiyle nazil olan (3:144) âyetinde.
2-Muhammed (A.S.M.) sizin (nesebî) babanız değil, ancak resulullahtır, mealinde (33:40) âyetinde.
3-Muhammed’e (A.S.M.) indirilen ve ayn-ı hak olana (Kur’an) iman etmeyi tahsin eden (47:2) âyetinde.
4-Muhammed’in (A.S.M.) Resulullah olduğunu sarahatla bildiren (48:29) âyetinde Peygamberimiz’in (A.S.M.) ismi lafzen zikredilir.
Ayrıca Kur’an, (61:6) âyeti, incil’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) “Ahmed” ismiyle müjdelendiğini bildirir. (Bak: 1887.p.)
2564- Pek çok âyetlerde hem manaca hem resûl ve nebî gibi lafızlarla Peygamberimiz (A.S.M.) zikredilmektedir. Ezcümle; (9:128) âyeti, onun ümmetine karşı azîm şefkatini beyan eder. (7:157, 158) âyetlerinde ise, “nebiyy-i ümmi” vasıf ile tavsif edilen Peygamberimiz’in (A.S.M.) Tevrat ve İncil’de yazılı olduğunu ve ona uyulması gerektiğini bildirir.
2565- Peygamberimiz’in (A.S.M.) ilmi, vehbî olup Allah tarafından talim olunmuştur. Ezcümle: “(96:4) اَلَّذ۪ى عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙO kalem ile ta’lim eden de, kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de O’dur. Yoksa bir alaktan yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı. (96:6) عَلَّمَ اْلاِنْسَانَ مَالَمْ يَعْلَمْۜ , insana öyle bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmıyan kuvveleri, istidadları, melekeleri, yaratarak ve deliller nasb u ikame ederek ve âyetler inzal eyliyerek vehbî olarak da öğretti, kesbî olarak da öğretti.” (E.T.5952)
2566- “Peygamberin yazı yazmaksızın okuması, sahib-i kitab olması hakkındaki kerem-i Îlahîyi, yani nübüvvet ve risaletini isbat nokta-i nazarın-dan daha yüksek olduğu da ifade edilmiştir. Nitekim bu ma’na Sure-i Ankebut’ta وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِه۪ مِنْ كِتَابٍ وَلاَ تَخُطُّهُ بِيَم۪ينِكَ اِذًا لاَرْتَابَ الْمُبْطِلُونَ ( 29:48 ) âyetinde tasrih olunmuştur. Şu halde kalemin bu ehemmiyetini ifade eyliyen âyeti, ilk kıraet emriyle bareber telakki eden Peygamber bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazmak lâzım gelmez miydi suali varid olmaz. Filvaki Peygamber’in kendi eliyle hiç yazı yazmadığı ve Sure-i A’la’da (87:6) سَنُقْرِءُكَ فَلاَ تَنْسٰىۙ , buyrulduğu üzere taraf-ı İlahîden okutulanı unutmayacağına dair kendisine teminat verildiğinden, hıfz u zabt için de yazmağa ihtiyacı olmadığı, fakat nazil olanı ümmetin hıfzı için vahiy katiblerine okuyup yazdırdığı ma’lumdur. Acaba kendi yazmamakla beraber yazılanı okumayı nübüvetten sonra da bilmiyor mu idi? Bu hususta da meşhur olan, “hayır”dır. Nitekim Hudeybiye müsalahanamesinde yazılan bir kelimeyi silmek için hangisi olduğunu Hazret-i Ali’ye sorduğu ma’ruftur.
Maamafih Şifa ve etrafında mezkur olduğu üzere sonradan kâtibi Hazret-i Muaviye’ye:
اَلْقِ الدَّوَاةَ وَحَرِّفِ الْقَلَمَ وَطَوَّلِ الْبَاءِ وَفَرِّقِ السِّينَ وَلَا تُعَوِّرِ الْمِيمَ وَحَسِّنِ اللَّهَ وَمُدَّالرَّحْمَنَ وَجَوِّدِ الرَّحِيمَ
Ya’ni “divite lika koy, kalemi yan kes, ba’yı uzat, sin’i fark ettir, mimi körletme, Allah’ı tahsin, Errahman’ı med, Errahim’i tecvid eyle” mealinde Besmelenin hüsn-i hattını emr-ü ta’rif ettiğine dair bazı eserlere nazaran yazıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu hususi bir vahy ile söylemiş olması melhuz olmakla beraber bu (96:1) اِقْرَاْ emrinden sonra yirmi üç sene Kur’anı okumak ve yazdırmak vazifesi almış olan Hazret-i Peygamberin bu müddet zarfında yazıyı da bellemiş olması müsteb’ad değil, ma’kuldür. Bu onun hiç okumamış yazmamış ümmi iken biemrillah okur gibi nebi olması mu’cizesine münafi olmaz, menhi de değildir.” (E.T.5953)
2567- Diğer bir âyette de (87:6)“سَنُقْرِءُكَ , Bundan böyle seni okutacağız. Yani (42:52) وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ رُوحًا مِنْ اَمْرِنَۜا مَا كُنْتَ تَدْر۪ى مَاالْكِتَابُ hitab-ı izzetiyle ihtar olunduğu üzere sen kitab nedir? okumak nedir? bilmezken bundan böyle Ruh-i Emin, Ruhulkudüs olan Cibril vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitab olan Kur’anı vahy ederek indirip belleteceğiz, ineni ve indirileceği kıraate muvaffak edeceğiz, yahud vahy ile seni Kur’an ve kıraet sahibi yapacağız. Bu suretle bu fevkalâde hidayet ve risalet-i İlahiyeye delalet eyliyen bir âyet, bir mu’cize olacak (87:6) فَلاَ تَنْسٰىۙ , Artık unutmıyacaksın, bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hıfza sahib olmak da diğer bir âyet ve mu’cize olacak... (87:7) اِلاَّ مَاشَٓاءَ اللّٰهُۜ Meğer ki Allah dileye, çünkü unutturmak isterse unutturur.”“ (E.T.5758)
2568- O’nun nübüvvetiyle alâkalı olarak (5:19) âyetinde, ehl-i kitabın fetret devrinde, “Bize bir beşir ve nezir gelmedi” şeklinde özür beyan etmemeleri için peygamber olarak gönderildiği bildirilir.
93. ve 94. sureler de Peygamber’in (A.S.M.) nübüvvet hususiyetleriyle alâkalıdır. Daha pek çok âyetlerde “resul” ismi ile veya “ke” (Sen) hitaplarıyla vs.şekillerde Hz.Muhammed (A.S.M.) kastedilmektedir.
2569- Peygamberimiz’in (A.S.M.) hayatından Büyük İslâm İlmihali’nin Siyer-i Enbiya kısmında bir derece bilgi verilir. Şöyle ki:
“Allah’ın bütün insanlara son peygamberi olan Hz.Muhammed (A.S.M.) Efendimiz, Arabistan’da Mekke-i Mükerreme şehrinde miladi 571 tarihinde dünyaya teşrif etmişlerdir. Fahr-i Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim ailesindendir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, validesinin adı ise Âmine’dir.
Peygamberimiz’in (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Abdullah, İbn-i Abdülmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusayy, Hakim, Mürre, Kâ’b, Lüey, Galib, Fihr, Malik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmail Aleyhisselâm’ın oğlu Kıyzar’ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evladı birçok kabilelere ayrılmış, Malik’in oğlu Fihr’in evladından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.
Resul-i Ekrem Efendimiz(A.S.M.) validesi cihetinden yüksek nesebleri de şöyledir: Hz. Muhammed İbn-i Âmine bint-i Vehb, İbn-i Abdi Menaf, İbn-i Zühre, İbn-i Hakim. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafından mübarek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hakim’de birleşirler.
Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama’nın mütevellisiydi. Ebu Talib, Ebu Leheb, Haris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah vs. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah’ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb’in kızı Hz. Âmine’yi nikahla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere’ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş yaşında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.
2570- Peygamber Efendimiz çocukluk devresi pek kudsi bir halde geçmiştir. Daha doğar doğmaz birtakım hârikalar meydana gelmiştir. Süt anası, Benî Sa’d kabilesinden Haris’in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Âmine ile birlikte Medine-i Münevvere’ye dayızadeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme’ye dönerlerken Hazret-i Âmine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimiz’in, Ümmi Eymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme’ye getirip dedesi Hz. Abdülmuttalib’e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Talib’in yanında kaldı.
2571- Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şeref ve şanı haiz bulunuyordu. Kendisine “Muhammed-ül Emin” deniliyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli hanedana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup, çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince peygamberlik şerefine nail oldu. (Vahyin ilk gelişi, bak: 3928/1.p.)
2572- Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan kişileri hususi surette İslâm dinine davet etmişti. Bu daveti ilk önce Hz.Hatice validemiz kabul etti. Sonra Kureyş’in büyüklerinden olan Hz.Ebu Bekir-is Sıddik ile Peygamberimiz’in azatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve Peygamberimiz’in amcası Ebu Talib’in oğlu olup henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebu Bekir’in vasıtasiyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa’d ibn-i Ebi Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-tübnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.
2573- Bi’setin ondördüncü senesinde Mekke’deki müslümanlar, Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebubekir ile birlikte hicret etti. (Bak: Hicret)
Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinde Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere’de hücre-i saadetinde vefat etti.” (B.İ.İ. 494-526)
2574- “Şu kâinatın Hâlikı, her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasındaki İsm-i A’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmasında bir İsm-i A’zam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalatı o ferdde cem’edip, kendine medar-ı nazar edecek.
O ferd her halde zihayattan olacaktır. Çünki enva’-ı kâinatın en mükemmeli zihayattır. Ve her halde zihayat içinde o ferd, zişuurdan olacaktır. Çünki zihayatın enva’ı içinde en mükemmeli zişuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünki zişuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde her halde o ferd, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm olacaktır. Cünki zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiç bir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.
Zira o zat; Küre-i Arz’ın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı manevîsi altına alarak, binüçyüz elli sene kemal-i haşmetle saltanat-ı manevîsini devam ettirip bütün ehl-i kemale, bütün enva-ı hakaikte bir üstad-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahib olmuş. Bidayet-i emrinde tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi Odur.” (M:307)
2575- Nübüvvetin lüzumu:
“Şu kâinatın Sahib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem ko-nuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Madem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev’-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti’datta ve en âlî ahlâkta ve nev’-i beşerin humsu O’na iktida etmiş ve nısf-ı arz O’nun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal O’nun getirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nurani kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa O’nunla tecdid-i biat edip, O’na dua-i rahmet ve saadet edip, O’na medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed (A.S.M.) ile konuşacak ve konuşmuş ve resul yapacak ve sair nev’-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.” (M:89)
Bir atıf notu:
-Kâinat ve insanın yaratılış gayesini ve Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) lüzumunu beyan eden temsilî bir bahis, bak: 1033-1039.p.lar.
2576- Keza “İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet madem gayet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir ayine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellal ister; elbette herbir harfinde yüzer manalar, hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev’-i insan içinde elbette bir rehber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Ta ki, o kitabda bulunan kudsi ve hakiki hikmetleri ders verecek... belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak... ve umum kâinatta Hâlik tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san’atını, cemal-i esmasını bildirecek, ayinedarlık edecek... ve o Hâlik, bütün mevcudatla kendini sevdirmek ve zişuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zişuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudiyet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arzı çınlatacak bir velvele-i teşhir ve takdis ile, o zişuurların nazarını, o san’atların Saniine çevirecek... ve kudsi dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’an-ı Azimüşşan’la, o Sani-i Hakem-i Hakîm’in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir mukabele edecek bir zat, Güneşin vücudu gibi kâinata lâzımdır, zaruridir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Öyle ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam ettiği derecede; kâinattaki hikmetler, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.
2577- Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i azamı ile, azamî derecede Risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de: Esma-i Hüsnadan Allah, Rahman, Rahim, Vedud, Mün’im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i azamla, azamî derecede ve mertebe-i kat’iyette Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.
Meselâ: İsm-i Rahman’ın cilvesi olan rahmet-i vâsia, o Rahmetenlil’âlemîn ile tezahür eder. Ve İsm-i Vedud’un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabanî, o Habib-i Rabb-ül Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve İsm-i Cemil’in bir cilvesi olan bütün cemaller, yani cemal-i zat, cemal-i esma, cemal-i san’at, cemal-i masnuat dahi, o ayine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve Haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyetin cilveleri dahi, o dellal-ı saltanat-ı rububiyet olan Zat-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hakeza... Bu misaller gibi ekser esma-i hüsnanın herbirisi Risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.” (L.316)
2578- Keza “maddiyat âlemi Cenab-ı Hakk’ın envar-ı ni’metini cezbetmek için hakiki bir ihtiyaç ile şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i maneviyat dahi rahmet-i ilahiyenin ziyalarını almak için şems-i Nübüvvete, muhtaçtır. Binaenaleyh Resul-i Ekremin (ASM) nübüvveti şemsin kat’iyet ve vuzuhu derecesinde kat’i ve vâzıhtır.” (M.N.139)
2579- Kemalat-ı Muhammediye (A.S.M.): Kur’anda “Zat-ı Zülcelal (C.C.) demiş: (68:4) وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ Bütün ümmet, hatta düşmanları da dahil olduğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye cami’dir. Nübüvvetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemaline tercüman olan Muhammed-ül Emin ünvanıyla iştihar etmiştir. Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit derdi. خُلُقُ الْقُرْآنْ1 Demek Kur’anın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye cami idi. İşte o Zat-ı Kerim’de icma-ı ümmetle tevatür-ü manevi-i kat’i ile sabittir ki:
İnsanların sîreten, sureten en cemili ve en halîmi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevadı ve en kerimi ve en rahîmi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-i fehim, şefkat gibi ne kadar secaya-yı âliye varsa en mükemmel bir fihriste-i nuranisidir. Bunların içindeki nokta-i i’caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil. Fakat derece-i kemalde birbirine müzahame eder. Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemal-i hilm ile kemal-i şecaat, hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i adaletle kemal-i merhamet ve mürüvvet, hem tam iktisad ve itidal ile tamam-ı kerem ve sahavet, hem gayet vakar ile nihayet haya, hem gayet şefkat ile nihayet elbuğzu fillah, hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecami-i ahâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zatta içtimaı, müzayakasız inkişafları, mu’cizelerin mu’cizesidir.” (A.B.70) (Bak: 135, 136, 137, 139.p.lar)
İki atıf notu:
-Peygamberimiz’in (A.S.M.) şecaatı, bak: 559.p.
-Peygamberimiz’in (A.S.M.) istikameti, bak: 3391.p.
2580- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın mu’cizatı çok mütenevvidir. Risaleti umumi olduğu için, hemen ekser envan-ı kâinattan birer mu’cizeye mazhardır. Güya nasılki bir padişah-ı zişanın bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanıyla ona “hoş amedî” eder; onu alkışlar.. öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed’in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, âleme teşrif edip ve Küre-i Arz’ın ahalisi olan nev’-i beşere meb’us olarak geldiği ve umum kâinatın Hâliki tarafından umum kâinatın hakaikına karşı alâkadar olan envar-ı hakikat ve hedaya-yı maneviyeyi getirdiği zaman; taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten, yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusiyle ve ellerinde birer mu’cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoşamedî demiş. Şimdi o mu’cizatın umumunu bahsetmek için, ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilatına dair çok ciltler yazmışlar.” (M:91)
2581- “Şu kâinatın her nev’i, her âlemi; Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tanır, alâkadardır. Herbir nev’-i kâinatta, onun mu’cizatı görünüyor. Demek o Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) Cenab-ı Hakk’ın fakat kâinatın Hâ-likı itibariyle ve bütün mahlukatın Rabbi ünvaniyle me’murudur ve resulüdür. Evet nasılki bir padişahın büyük ve müfettiş bir me’murunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur; çünki, umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer meselâ: Yalnız adliye müfettişi olsa o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaşılıyor ki; bütün devair-i saltanat-ı ilahiyede, melekten tut, ta sineğe ve örümceğe kadar herbir taife, onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hatem-ü Enbiya ve Resul-i Rabb-il Âlemîn’dir. Ve umum enbiyanın fevkinde risaletinin şümulü var.” (M.161)
2582- Hem “Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icmaı, nasılki vücud ve vahdaniyet-i ilahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (A.S.M.) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm’ın doğruluklarına ve Peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o Zatta (A.S.M.) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır.
Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile; Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu Zat’ın (A.S.M.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub’da güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu Zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu Zatın sadıkiyetine şehadet ediyorlar.” (Ş.129)
2583- Hem “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) ’a bak ki: O Zat, herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş Enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur’anın lisaniyle söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dava-yı nübüvvetini isbat içindir. Ve naklettiği esasları, beyn-el enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki O Zat, vahy-i İlahînin ma’kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh O Zatın bu hali onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevi bir delil hükmünde olup, o zatın nübüvvetini isbat eder.” (İ.İ.108)
Bir atıf notu:
-Peygamberimiz (A.S.M.) nazar-ı nuranîsiyle gayb âlemlerini temaşa etmesi, bak: 1194.p.sonu.
2584- “Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbarat-ı gaybiye vuku bulmuş. Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadisiyyede zikredilmiştir ve senetleriyle beyan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın ekseri, tevatür-ü manevi hükmünde kat’idir, yakinîdirler. Başta Buhari ve Müslim ki, Kur’andan sonra en sahih kitab olduklarını, ehl-i tahkik kabul etmiş. Ve sair Sahih-i Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud ve Müsned-i Hakim ve Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel ve Delail-i Beyhakî gibi kitablarda an’anesiyle beyan edilmiştir.
Şimdi ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akıllı bir adam idi” deyip geçme. Çünki şu umur-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (A.S.M.) iki şıktan hâlî değil; ya diyeceksin ki, o Zat-ı Kudsi’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir deha varki, mazi ve müktakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlik-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i a’zamdır. Veyahut inanacaksın ki: O Zat-ı Mübarek, öyle bir zatın memuru ve şakirdidir ki, her şey onun nazarında ve tasarru-fundadır ve bütün envan-i kâinat ve bütün zamanlar, onun taht-ı emrindedir. Defter-i Kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm, Üstad-ı Ezelî’sinden ders alır, öyle ders verir.” (M.110)
Bir atıf notu:
-Muhammed (A.S.M.) akıllı bir insandı deyip geçilemez, bak: 467.p.sonu
2585- Hem “Asfiya ve sıddıkîn denilen müctehidler, imamlar, allameler; İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi dâhî feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, aklî ve mantıkî bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte, şübhesiz binler hüccetlere ve kat’i bürhanlara istinaden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine imanları, öyle küllî bir şehadettir ki; onların umumu kadar bir zekası bulunmayan karşılarına çıkamaz.” (Ş.627)
2586- “Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın ahval ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zat-ı Mübarek’in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.
Çünki اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca her gün, hatta şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet, sahife-i kemalatına ilave oluyor. Nihayetsiz Rahmet-i ilahiyeye, nihayetsiz bir surette nihayetsiz bir istidad ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalatı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz. Meselâ Hazret-i Cebrail ve Mikail, iki muhafız yaver hükmünde, Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek, çarşı içinde bedevi bir arabla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe’yi şahid göstermekle görülen etvarı içinde sığışmaz.
İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyesi itibariyle işitilen evsaf-ı adiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.
Şu sırrı izah için şu temsili dinle: Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü’ eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumutaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın adi küçük keyfiyet ve vaziyetlere nisbeten, büyük ve âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsafını ağaç ve kuşun evsafiyle rabtedip bahsetmekle lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuş’a gözünü tevcih edip dikkat etsin. Ta işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i asumanda kuşların sultanıdır” dese tekzib ve inkâra sapacak.
İşte bunun gibi Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i Risaletle parlıyan mahiyeti ise, Şecere-i Tuba gibi ve Cennet’in tayr-ı hümayunu gidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zatı düşündüğü vakit; Refref’e binip, Cebrail’i arkada bırakıp Kab-ı Kavseyn’e koşup giden Zat-ı Nuranisine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.” (M.96-98)
2587- Evet Muhammed (A.S.M.)’ın şahsiyat-i maneviyesi kâinatın sebeb-i vücudu olduğunu beyan eden: لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ 2 hadis-i kudsisinin ifade ettiği hakikat bizzat Resullah’a racidir.
“Çünki küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i Azam’ın tecelli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.” (E.L.I.176) (Nur-u Muhammedî’nin (A.S.M.) geçmiş peygamberlerle de tezahür etmesi, bak: 870.p.)
2588- Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) daima mu’cizelere istinad etmemesinin bir sırrı şudur ki:
“Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nev-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Ta ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemal’in kavanin-i meşietine itaate alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu’cizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace, münkirlerin inkârını kırmak için mu’cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir. Öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile te’sis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere giriniz!” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekirdi. Ta tamamıyla hikmet-i İlahiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaati göstersin.” (L.81) (Bak: 2495.p.)
2589- Sual:”Sinn-i kemal itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmışüç olmasındaki hikmet nedir?
Elcevab: Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet, gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidadat-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesat-ı nefsaniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengamı ve ihtirasat-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlahî ve uhrevî ve kudsî olan vezaif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddi ve halis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına belki dünyanın şan ü şerefi için çalışır vehmi gelir. Onların ittihamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mal-i uhreviyesinde çabuk o ittihamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da su-i zandan kurtulur, halas olur.
2590- Amma ömr-ü saadetinin altmışüç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Şer’an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiç bir şey’inden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekrem’ini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmışüçte Mele-i A’laya gönderiyor; yanına alıyor; her cihette imam olduğunu gösteriyor.” (M:281)
2591- Risalet-i Ahmediyenin küllî delail-i nübüvvetinden bir hüccet-i nübüvveti de Kur’andır. Evet “makam-ı isbatın en latif misallerinden: (36:1,2,3) يس وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ der. Yani, “Hikmetli Kur’ana kasem ederim. Sen Resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tazim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: Sen resulsün, çünki senin elinde Kur’an var. Kur’an ise, haktır ve Hakk’ın kelâmıdır. Çünki, içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i i’caz var.” (S.382)
2592- Delail-i nübüvvetin zuhurundan sonra nübüvvet hakkında şek olamaz. Evet “iki tarafı birbirinden gayet uzak bir mes’ele var ki, her bir tarafı bir çekirdek gibi sünbül vermiş; ağaç olmuş, dal budak salmış. Böyle bir mes’ele üzerine, şükûk ve evhamın konmaması lâzımdır. Çünkü, bir çekirdek diğer bir çekirdekle çekirdek olarak toprak altında kaldıkları müddetçe iltibas edilebilir. Amma ağaç olduktan, meyve verdikten sonra şek edersen, bütün meyveler senin aleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektir diye tevehhüm etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzib ederler. Elma ağacına inkılab etmiş bir çekirdeği, hanzale ağacının çekirdeği farzetmek sana müyesser olmaz. Ancak tevehhümle veya bütün elmaların hanzaleye tebdil edilmiş olmasıyla mümkündür ki, bu da muhaldir.
Binaenaleyh, nübüvvet öyle bir çekirdektir ki; İslâmiyet şeceresi bütün semeratiyle, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’an dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin onbir rüknünü intac etmiştir. Acaba bu cihan-baha semerelere bakıp gördükten sonra çekirdeğinde şüphe ve tereddüt yeri kalır mı? Haşa!..” (M:N: 85)
2593- Muhammed’in (A.S.M.) delail-i hakkaniyetinin biri de, “nass-ı Kur’anla Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf-u Enbiyanın, Nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’a dair verdikleri haberdir. Evet madem o kitablar semavidirler ve madem o kitab sahipleri enbiyadırlar, elbette ve her halde, onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nur ile ışıklandıran bir Zat’tan bahsetmeleri, zaruri ve kat’idir. Evet küçük hâdiseleri haber veren o kitablar, nev-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm’ı haber vermemek kabil midir? İşte madem bilbedahe haber verecekler, her halde ya tekzib edecekler -ta ki dinlerini tahribden ve kitablarını neshden kurtarsınlar- veya tasdik edecekler, - ta ki o hakikatlı Zat ile, dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun-. Halbuki dost ve düşmanın ittifakıyla, tekzib emaresi hiçbir kitabda yoktur. Öyle ise, tasdik vardır.” (M.162) (Bak: Tevrat, 1660 ilâ 1667.p.lar)
2594- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Kur’anın lisaniyle onlara der ki: “Kitaplarınızda benim tasdikım ve evsafım vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdik ediyor.” (3:93) (3:61)
_قُلْ فَاْتُوا بِالتَّوْرَيةِ فَاتْلُوهَا اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ٭ قُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَاءَنَا وَاَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا وَاَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَةَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ
gibi âyetlerle, onlara meydan okuyor: “Tevratınızı getiriniz, okuyunuz ve geliniz; bir çoluk ve çocuğumuzu alıp Cenab-ı Hakk’ın dergahına el açıp, yalancılar aleyhinde lanetle dua edeceğiz!” diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasrani bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inadlı ve hasedli olan kâfirler ve münafık Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilan edeceklerdi.” (M.162)
2595- “Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri; Kur’an gibi i’cazları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pekçok yabani kelimeler, içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te’villeri, onların âyetleriyle iltibas edildi; hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilave edildi. Şu surette o kitablarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hatta Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allame-i meşhur) kütüb-ü sabıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasara ülemasına isbat ederek, iskât etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber şu zamanda dahi, meşhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh); o kitablardan yüzondört delil, nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır. “Risale-i Hamidiye”de yazmış. O risaleyi de, Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse,ona müracaat eder, görür. (Kütüb-ü Sabıkada Peygamberimiz’in (A.S.M.) geleceğine dair ihbarat perdeli olduğundan, garazla tevil edildi, bak: 1008 .p.)
2596- Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasara uleması, ikrar ve itiraf etmişler ki: “Kitablarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın evsafı yazılıdır.” Evet gayr-ı müslim olarak başta meşhur Rum Meliklerinden Hirakl itiraf etmiş, demişki: “Evet İsa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dan haber veriyor.”
2597- Hem Rum Meliki Mukavkis namında Mısır hâkimi ve ülema-i Yehud’un en meşhurlarından İbn-i Suriya ve ibn-i Ahtab ve onun kardeşi Kâ’b Bin Esed ve Zübeyr Bin Batıya gibi meşhur ülema ve reisler, gayr-ı müslim kaldıkları halde ikrar etmişler ki: “Evet kitablarımızda onun evsafı vardır; ondan bahsediyorlar.”
2598- Hem Yehud’un meşhur ulemasından ve Nasara’nın meşhur kıssîslerinden, Kütüb-ü Sabıka’da evsaf-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) gördükten sonra inadı terkedip imana gelenler, evsafını Tevrat ve İncil’de göster-mişler ve sair Yahudi ve Nasrani ülemasını onunla ilzam etmişler. Ezcümle meşhur Abdullah İbn-i Selâm ve Veheb İbn-i Münebbih ve Ebi Yasir ve Şamul (ki bu zat, Melik-i Yemen Tübba’ zamanında idi. Tübba’ nasıl gıyaben ve bi’setten evvel iman getirmiş. Şamul de öyle) ve Sa’yenin iki oğlu olan Esid ve Sa’lebe ki: İbn-i Heyban denilen bir arif-i billah bi’seten evvel Benî Nadir Kabilesine misafir olmuş.قَرِيبٌ ظُهُورُ نَبِىٍّ هذَا دَارُ هِجْرَتِهِ demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabîle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile harbettikleri zaman Esid ve Sa'lebe meydana çıktılar, o kabîleye bağırdılar: وَاللّٰهِ هُوَ الَّذِى عَهَدَ اِلَيْكُمْ فِيهِ ابْنُ هَيْبَان Yani: "İbn-i Heyban'ın haber verdiği zât budur; onunla harbetmeyiniz!" Fakat onlar onları dinlemediler, belalarını buldular.
Hem ülema-i Yehud’dan İbn-i Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ’b-ül Ahbar gibi çok ülema-i Yehud, evsaf-ı Nebeviyeyi kitablarında gördüklerinden imana gelmişler; sair imana gelmiyenleri de ilzam etmişler.
2599- Hem ülema-i Nasara’dan meşhur bahsi geçen Buheyra-i Rahib ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Şam tarafına amucasıyla gittiği vakit oniki yaşında idi. Buheyra-i Rahib, onun hatırı için Kureyşîleri davet etmiş. Baktı ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor. “Demek aradığım adam orada kalmış!” Sonra adam göndermiş. Onu da getirtmiş. Ebu Talib’e demiş: “Sen dön Mekke’ye git! Yahudiler hasuddurlar; bunun evsafı Tevrat’ta mezkûrdur; hiyanet ederler.”
2600- Hem Nastur-ul Habeşe ve Habeş Reisi olan Necaşi, evsaf-ı Muhammediyeyi kitablarında gördükleri için, beraber iman etmişler.
Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasranî âlimi, evsafı görmüş, iman etmiş, Rumlar içinde ilan etmiş. Şehid edilmiş.
Hem Nasranî rüesasından Haris İbn-i Ebi Şümer-i Gasanî ve Şam’ın büyük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i İlya ve Hirakl ve ibn-i Natur ve Carud gibi meşhur zatlar, kitablarında evsafı görmüşler ve iman etmişler. Yalnız Hirakl dünya saltanatı için imanını izhar etmemiş.
Hem bunlar gibi, Selman-ül Farisî, o da evvel Nasranî idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın evsafını gördükten sonra, onu arıyordu.
Hem Temin namında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necaşi, hem Habeş Nasarası, hem Necran papazları bütün müttefikan haber veriyorlar ki: “Biz, evsaf-ı Nebeviyeyi kitaplarımızda gördük, onun için imana geldik.” (M.163)
Bir atıf notu:
-Tevrat’ta Peygamberimiz’in (A.S.M.) isimleri, bak: 3849.p.
2601- “Zebur’da, yetmişikinci babında şu âyet var: “Bahirden bahire malik ve nehirlerden Arz’ın makta’ ve müntehasına kadar malik ola... ve kendisine Yemen ve Cezair Mülûku hediyeler götüreler... ve padişahlar ona secde ve inkıyad edeler. Ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna... ve envarı, Medine’den münevvir ola.. ve zikri ebed-ül âbâd devam ede. O’nun ismi, Şemsin vücudundan evvel mevcuddur. O’nun adı, güneş durdukça münteşir ola.” İşte şu âyet, pek aşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’dan başka hangi Nebi gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûku cizyeye bağlamış ve padişahları, kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine kazanmış ve envarı Medine’den parlamış kim var, kim gösterilebilir?” (M.168)
2602- Hem”Nasara ülema-yı benamından İbn-ül Alâ, bi’setten ve Peygamber’i görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş. Hz. Peygamber’i (A.S.M.) görmüş demiş:
وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ لَقَدْ وَجَدْتُ صِفَتَكَ فِى اْلاِنْجِيلِ وَبَشَّرَ بِكَ ابْنُ الْبَتُولِ
Yani”Ben senin sıfatını İncil’de gördüm. İman ettim. İbn-i Meryem, İncil’de senin geleceğini müjde etmiş.” (M:174)
2603- “Eş’iya Peygamberin kitabında, kırkikinci babında şu âyet vardır: “Hak Sübhanehu, âhirzamanda, kendinin ıstıfagerde ve bergüzidesi kulunu ba’s edecek ve ona Ruh-ül Emin Hazret-i Cibril’i yollayıp, din-i İlahîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruh-ül Emin’in talimi veçhiyle nâsa talim eyliyecek ve beynennas hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır. Rabbin bana kabl-el vuku’ bildirdiği şeyi, ben de size bildiriyorum.” İşte şu âyet, gayet sarih bir surette, âhirzaman peygamberi olan Muhammed (A.S.M.) ‘ın evsafını beyan ediyor.
2604- Mişail namıyla müsemma Mihail Peygamberin kitabının Dördüncü Babında şu âyet var: Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakk’a ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp, Rabb-ı Vâhid’e ibadet ederler. Ona şirk etmezler.”
İşte şu âyet, zahir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacılara tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.” (M.168)
2605- Sual: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın ecdadlarından Nebi gelmiş midir?
Elcevab: Hazret-i İsmail Aleyhisselâm’dan sonra bir nass-ı kat’i yoktur. Ecdatlarından olmıyan, yalnız Halid İbn-i Sinan ve Hanzele namında iki Nebi gelmiştir. Fakat ecdad-ı Nebi’den Kâ’b İbn-i Lüey’in meşhur ve sarih ve tansis tarzındaki bu şiiri ki: عَلَى غَفْلَةٍ يَاْتِى النَّبِىُّ مُحَمَّدٌ ٭ فَيُخْبِرُ اَخْبَارًا صَدُوقًا خَبِيرُهَا demesi, mu’cizekârane ve nübüvvetdarane bir söze benzer. İmam-ı Rabbani hem delile, hem keşfe istinaden demiş ki: “Hindistan’da çok Nebiler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdut birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut Nebi ismi verilmemiş.”
İşte imam’ın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebi’den bu nevi Nebilerin bulunması mümkün.” (M.386) (Bir âyette, kıssaları bildirilmeyen pek çok peygamberlerin gönderildiği bildirilir, bak: 827.p.)
“Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o Peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etba’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı ilahîyi kazanmakladır.” (L:152)
2606- Peygamberimiz’in (A.S.M.) Hatem-ü Enbiya yani son peygamber olduğu, Kur’an ve hadislerle musarrahtır. Evet Kur’anın beyanıyla (33:40) “ وَخَاتَمَ النَّبِيّ۪نَۜ Hem de Hâtem-ül Enbiyadır.
Hâtem, Asım kıraatinde “ta”nın fethiyle, mütebakisinde kesriyle okunur. Kesr ile “hâtim”; ism-i fail olup hatmeden, nihayete erdiren, yahut mühürleyen demek olur. Feth ile “hâtem” de ism-i âlet olup, mühür demektir. Mühür de birşeyin tevsik ve tasdiki için nihayete basıldığından, hem âhir manasını hem tasdik manasını tazammun eder. Şu halde iki kıraet, hâtemünnebiyyûn vasfının iki mefhumunu ifham ediyor. Yani Muhammed Resulullah, hem peygamberleri hitama erdiren son peygamberdir, Âhir-ül Enbiya, hem de bütün peygamberleri tasdik ve tevsik eden İlahî bir mühürdür. Eğer o gelmese idi; diğer peygamberler unutulup gidecek, tarihte onların mevcudiyetlerini ve nübüvvetlerinin hakkıyetini ilmen isbat etmek mümkün olmayacaktı. Çünki diğer peygamberlerin hayat ve mevcudiyetleri, tarihin sinesinede hayat-ı Muhammed gibi vuzuh ve vüsuk ile ma’lum değildir. Öyle ki bugün Kur’an olmasa idi; Musa ile İsa’nın (A.S.) bile varlıkları, ciddiyetleri isbat olunamazdı. Hayat ve nübüvvet-i Muhammediyenin tarihte vuzuh ve kat’iyyetle malum olması ki, diğer peygamberlerin de mazideki nübüvvetlerini tasdik ile bir vesika elde edilmiş bulunuyor. Aynı zamanda Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm, diğer enbiyanın kendisi hakkındaki beşaretlerini tahakkuk ettirmek itibariyle de onların nübüvvetini mühürleyen İlahî bir damgadır.” (E.T. 3906)
2607- Peygamberimiz’in (A.S.M.) Hatem-ül Enbiya olduğu hadis-i şerifte de zikredilir.Ezcümle:
“كُنْتُ اَوَّلَ النَّاسِ فِى الْخَلْقِ وَآخِرَهُمْ فِى الْبَعْثِ Yani: “Ben, nasıl yaradılışta evveliyim, peygamber gönderilmek itibariyle de âhiri bulunmaktayım.”3 (Bak: 1925.p.sonu)
2608- Diğer bir rivayet de şöyledir:
اَنَا قَائدُ الْمُرْسَلِينَ ولَا فَخْرَ وَاَنَا خَاتَمُ النَّبِيِّينَ وَلَا فَخْرَ وَاَنَا اَوَّلُ شَافِعِ وَمُشَوِّعِ وَلَا فَخْر
“Ben resullerin rehberiyim, fahirlenmek yok. Ve ben nebilerin hatemiyim, iftihar yok. Ve ben ilk şefaat ediciyim ve ilk şefaati kabul edilecek olanım, tefahur yok. Yani bunları bir şükrane olarak söylüyorum, yoksa ululanmak için değil.”4 (Bak: Tahdis-i Ni’met)
2609- Ayrıca Peygamberimiz’in Hatem-ül Enbiya olduğu: S.B.M. ci: 9, hadis 1441 ve S.M. ci: 7, hadis: 22. Hem Şefaat-ı Kübra hadisi olan S.B.M. ci: 11, hadis: 1171 ve S.M.ci: l, hadis: 327’de mezkûrdur.
Bir atıf notu:
-Asırlara göre şeriatlar değişmiş, fakat Peygamberimiz’den sonra buna lüzum kalmamıştır, bak: 832, 2419, 2686, 2687.p.lar.
-Hem iki omuzu arasındaki “Hatem-ü Nübüvvet”de, S.M.ci: 7 hadis: 109, 112’de zikredilir.
Atıf notları:
-Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında Prens Bismark’ın beyanatı, bak: 2958.p.
-Peygamberimiz (A.S.M.) sihir isnadıyla dalalete sapanlar, bak: 3411.p.da bir âyet notu.
-Asr-ı Saadetteki İslâmî inkılabın hârikalığı, Muhammed (A.S.M.)’ın nübüvvetine delildir, bak: 303-306.p.lar
-Ubudiyet dairesinin reisi olan Peygamberimiz’in (A.S.M.) Rububiyet dairesi ile alâkası, bak: 3125.p.