1974- KEMMİYET كمّية : (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş, sayıca çokluk. (Bak: Keyfiyet)
Kur’an kemmiyetten daha çok, ihlas, sadakat, fedakârlık gibi yüksek faziletlere sahib olmak demek olan keyfiyeti esas alır. Ezcümle bir âyette şöyle buyurulur: “(102:1) اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ Yani “Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri. “Âyetin başındaki (Elha), Lehiv’den if’aldir: (vav) harfi rabiaten vaki’ olduğu için (ya) harfine kalb edildiğinden elif ya’dan mübeddel olarak yazılır. Eğlence demek olan lehvin aslı gaflet olduğundan ilha: eğlenmek, boş bir şey ile iğfal ve işgal eyleyerek oyalamak, işinden alıkoymaktır.
Tekâsür: Çokluk kurumu, gururu, iddiası olup kesret’ten tefâuldur. “Biz çoğuz”, “Hayır, biz çoğuz” diye yekdiğeriyle çokluk yarışı, çokluk gösterişi etmek, çokluk sevdası veya çokluk izharı ile kurumlanmak, tefahur eylemektir ki, ehl-i dünyanın umumiyetle kapılıp aldandığı bir gurur haletidir. Âyette neyin çokluğu ve bu çokluğun nelerden alıkoyduğu zâhiren tasrih olunmayarak, ilhâ ve tekâsür mutlak zikredilmiştir. Zira makamın iktizasına göre zihin, muhtemel olan her şeye zahib olabilmek itibariyle ıtlakın bir belagat-ı şamilesi vardır.” (E.T. 6040)
Bu itibarla her türlü çokluk ve çoğalmak sevdası ve çokluğa dayanıp gururlanmak ve haklılığı çokluğa dayandırmak iddiası sizi haktan, marifetullahtan, ihlas ve rıza-yı İlahîyi gaye yapmak gibi faziletlerden oyalayıp men’eder, diye derin ve küllî manaları ve manevi dersleri veren mezkûr âyet, keyfiyetin esas alınmasını ve kemmiyeti de ayakta tutan ruhun keyfiyet olduğunu ifade eder. Çokluğa güvenmek bazan kader tarafından mağlubiyete sebeb olur. (Bak: 1370.p.) Amma kemmiyetle keyfiyetin birleşmesi ise ahsendir.
1975- Evet “cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem’ ve zamm, kesir darbı gibi küçültür. Hesapta malumdur ki; darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kere dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’ bil’akis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü’ olur yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur!...” (M.475)
1975/1- Âhirzaman fitnesinin acib şartları içinde iken, Bediüzzaman Hazretleri, daima müsbet hareketi tavsiye eder. Bazı müslümanlar ise, mütecaviz ehl-i dalâlete fiilen karşı çıkıp durdurmak gerektiğini söylerler: Gerçi mütecaviz ve münafıkane hareket eden ehl-i dalâlet, halkı aldatmak için iddia ettikleri demokrasinin esaslarını dahi açıkça çiğneyerek maksadlarına varmak isterler. Hem Avrupa felsefesinin menfi eseslarından birisi olan kuvvete dayanıp, hak düsturlarını dinlemezler: Hâkimiyetlerinde insanlık huzur ve hürriyet bulamaz. Onların ifsâdat ve istibdadları ancak kuvvetle durdurulur. Evet, Avrupa medeniyetinin -2272. parağrafta beyan olunduğu gibi- beş menfi esasından biri olan kuvvet, beşer tarihinde ekseriyetle hükümran olmuştur. (Bak 1405/1.p.)
Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i istibdada hitaben şöyle der:
“Ey efendiler! Bilirim ki, hak noktasında mağlub olduğunuz zaman, kuvvete müracaat edersiniz. Kuvvet hakta olduğu, hak, kuvvette olmadığı sırriyle; dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmiyecektir.” (M.424)
İşte bunun içindir ki, asrımızda siyaset namı verilen menfi mücadeleleri hakikî siyaset olarak görmeyen Bediüzzaman Hazretleri, siyasete karışmamak kararını izah eden beyanlarında, asrımız siyasetinin kuvvete istinadını, kuvvetin de zulme sebebiyet vereceğini hatırlatarak, hakikî dindarların bu çeşit siyasete girmeleri halinde, gaddar ve hodgâm olan ehl-i dünya siyasîleri, bunu, hâkimiyet ve iktidarlarına bir tehdid olarak göreceklerinden, sözde taraftar göründükleri hak, hürriyet, halk iradesi prensiplerini çiğnemekten çekinmeden kuvvet ve şiddete baş vuracaklarını; müslümanların buna mukabeleleri halinde daha büyük bir zulme yol açılacağı hususundaki endişelerini ifade ve ihsas etmektedir. (Bak: Ş.292; K.L.240, son parağraf; E.L.II 98, Birinci Sual) Hatta, ağırceza mahkemelerinde dahi, müstebidlerin istibdad-ı mutlakalarına cumhuriyet namı verdiklerini ifade ve beyan etmiştir. (Bak: 3243.p.)
Demek ki, bilhassa bu zamanda kuvvete dayanan ve neticesi zulme varan siyasî hayata hakikî dindarların da katılması, ehl-i dünya siyasetindeki müstebitlerin başvuracakları kuvvet ve şiddete karşı kuvvetle mukabele mecburiyetini getireceğinden zulme düşmek tehlikesi ortaya çıkar.
Hem istibdadı durduracak ve hakkı koruyacak üstün bir kuvvet gerekir. Bu ise ancak ittihad-ı İslâm ile hakikî İsevî ve insaniyetperverlerin ittifakı ile mümkün olur. Halbuki âlem-i İslâm ve Hıristiyanlık dünyası büyük bir sarsıntı geçiriyor. Hamiyet ve gayret-i diniyye ekseriyet itibariyle eksiktir.
Evet, İslâm dünyasının kemmiyetçe çokluğuna rağmen âhirzaman fitnesinin ifsadatiyle keyfiyeten gerilemesi sebebiyle mağlubiyete düşeceği bazı rivatlerde haber verilir. Ezcümle bir rivayette şöyle buyuruluyor:
يُوشِكُ اَنْ تَدَاعَي عَلَيْكُمْ اْلاُمَمُ مِنْ اُفِقٍ كَمَا تَدَاعَي الْاَكْلَةَ عَلَي قَصْعَتِهَا قَالَ: قُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ اَمِنَ قِلَّةٍ بِنَا يَوْمَئِذٍ قَالَ اَنْتُمْ كَثِيرٌ وَلَكِنْ تَكُونُونَ غُثَائِ كَغُثَائِالسَّيْلِ تَنْتَزِعُ الْمَهَابَةُ مِنْ قُلُوبِ عَدُوَّكُمْ وَيَجْعَلُ فِى قُلُوبِكُمْ اَلْوَهْنُ قَالَ قُلْنَا وَمَا لْوَهْنُ قَالَ حُبُّ الْحَيَاةِ وَكَرَهِيَةُ الْمَوْتِ
Yani: “Ümmetler (milletler) yakın bir zamanda ve ufuktan yani, en uzak yerlerden ve sema cihetinden1 sizin üzerinize üşüşürler, çöküşürler.2 (Öyle ki) sizin yemek kaplarına üşüştüğünüz gibi.”3 Su’ban sordu: “Yâ Resulallah! Biz o zaman azmı olacağız (ki böyle bize hücum edilecek.)
Resulullah (A.S.M.) buyurdu: (O zaman) Çok olacaksınız. Fakat siz selin köpük ve çörçöpüne benzer bir hale geleceksiniz. (Bu zayıf halinizden dolayı) düşmanlarınızın kalbinden (önceden var olan veya her türlü) mehabet ve korku nez’ olur, çıkar ve sizin kalbinizde de vehn olur.
“Vehn nedir?” diye sorulunca, Resulullah (A.S.M.): “Yaşamak sevgisi (yani rahat ve zevkli hayat arzusu) ve ölümü kerih görmenizdir.” Diğer bir rivayette: Kıtalı (cihadı) kerih görmenizdir.” diye cevab verdi. (İbn-i Hanbel 5/278)
Yine ibn-i Hanbel’in 2/259’da ve Ebu Davud Melâhim 5’deki rivayetleri, aynı hadisi te’yid eder.
1975/2- Mezkûr hadisde ifade edilen İslâm dünyasının durumunu gören Bediüzzaman Hazretleri, artık bundan sonra ittihad ve dine sarılarak kuvvet kazanmanın lüzumunu; şimdiki tahribçi, mütecaviz müstebidlere karşı maddî mukabele ile hürriyet-i hakikiyeyi ikame imkânı olmadığını, ancak müsbet hareketle hizmet etmek ve İslâm dünyasının kuvve-i maneviyesini takviye etmek gerektiğini ders verir.
Bediüzzaman Hazretleri, bozulmuş cemiyetin yeniden ıslah ve ihyası için eserlerinde çok bahis ve tavsiyeleri mevcuddur. Ezcümle, bir tavsiyesinde şöyle diyor:
“Yirmi senedenberi tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki; ondan belki de yermiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.” (K.L.90)
“Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler.
Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ:
Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakâne kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “nefsî” “nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmekle -menfaat-ı şahsiyesini düşünmemekle- bin adam, bir adam hükmüne sükût eder.” (H.Ş.589)
1975/3- “Müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur:
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye-i hârika, me’yusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip “Neme lâzım” der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ ( 39:53 ) kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. 4 مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ hadisinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah.
Yeis; ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِى بِى5 hakikatına muhaliiftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arab gibi nev’-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab’ın metanetinden ders almışlar. İnşaalah yine Arablar ye’si bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur’an ‘ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.” (H.Ş. 43-45)
1976- Kemmiyet ve çokluk hırsı, ihlas hakikatına da zarar verir. Evet “Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba’ ile ve fazla muvaffakiyet ile değildir. Çünki onlar vazife-i İlahiyeye ait olduğu için istenilmez; belki bazan verilir. Evet bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünki bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur. Ey sevaba hırslı ve a’mal-i uhreviyeye kanaatsız insan! Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etba’ ile değlidir. Belki hüner, rıza-yı İlahîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırs ile “Herkes beni dinlesin” diye vazifeni unutup, vazife-i İlahiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.” (L.152)
1977- Keyfiyeti esas alan Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor: “Kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hâdim olarak hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-ı imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler.” (E.L.I.75)
1978- Allah, sivrisinek misaliyle insanların çoğunu dalalete, bir çoğunu da hidayete götürür manasındaki (2:26) يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَ يَهْدِى بِهِ كَثِيرًا âyetinde iki kere geçen “evvelki كَثِيرًا den kemmiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir. İkinci كَثِيرًا den keyfiyet ve kıymetçe çokluk kasdedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kur’anın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir. Evet insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur’anın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir. Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla, fazileti taşıyan az olsa da, çok görünür. (İ.İ.172)
Bir atıf notu:
-Bi’set-i enbiya ile kemalat kazananlar, bozulan ekserisine racihtir, bak: 1657.p.
1979- Kemmiyet hakkında âyetlerden birkaç not:
-Sayıca az fakat keyfiyette yüksek olanların, kemmiyetçe çok olanlara galibiyetleri: (2:249)
-Kemmiyete güvenme sebebiyle Huneyn’de mağlubiyet hâdisesi: (9:25)
-Mal ve evlad çokluğuyla iftihar edip gururlananların hali: (57:20)
-Haktan ayrılmış olan ekseriyete ittiba etmemek: (6:116) (Bak: 525.p.sonu)
-Keyfiyeten yüksek olanlarla beraber olmak: (18:28)
-Emrolunduklarını yaşamayan (sadakatsız) ekseriyet içinde muktesid (vasat) bir cemaat-ı kalile: (5:66) (11:116)
-Kötülerin çokluğuna ehemmiyet vermemek (5:100)
-Halk ekseriyetine uymayı gerektirmeyen husus, bak: 4038.p.da bir âyet notu.
-Ekseriyet kelimesinin geçtiği âyetlerden notlar, bak: 1689/1.p.
1 Yüksek tekniğe sahip, sür'atli ve muharrib tayyarelere işaret olabilir.
2 Hadîste geçen تَدَاعَ kelimesi müşâreket olup, birbirini çağırmak demektir. Hücum edilmek istenen taraf aleyhinde milletlerin birbirini çağırıp toplanmaları, müttefik güç meydana getirip saldırmaları mânâsını ihsas eder.
3 Yeme-içime ve yaşama zevklerine karşı düşkünlüğe düşüleceğine telmih olsa gerek.
4 K.H. 2258,2757. hadisler
5 2 S.B.M. hadis 2183, K.H. 613, 746, 1894,İ.M. edeb, 58