2772- NAKLÎ DELİL نقلى دليل : Dinî hükümlerin tesbitinde temel kaynak olan Kur’an ve hadislerde görülen delillerdir. Müçtehidler bu iki kaynaktan ahkâm-ı şer’iyeyi tesbit ve istinbat etmişlerdir. Müçtehid olmayanların içtihada kalkışmaları caiz olmaz. Bilhassa Kur’an ve hadis tercemelerinden dinî hükümleri çıkarmak düşüncesi, çok yanlış birhareket olur. (Bak: 3762.p.) Böyle bir hareket, dinde, ilim ve âlime verilen ehemmiyeti istihfaf etmek sayılır. Hem Kur’anın mana camiiyetini nazara almamak manasına gelir.
2773- Şer’î hükümlerin tesbitinde naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur’anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler veKur’andan herkesin istifade etmesine ait hususlar ise tefekkür, faziletler ve havf ü reca ve bilhassa ahkâm-ı diniyenin hikmetlerini ve hakkaniyet delillerini görmek gibi ibret derslerine aittir. İslâm dinine “aklî dindir” denmesi bu sebebledir. Yoksa mücerred akıl ve dinî hükümler getirilebilir demek değildir.
Ahkâm-ı diniyede yalnız akla müracaat etmek, dinden uzaklaşmak ve kopmak demektir. (Bak: Fetva, Teşri’)
İki atıf notu:
-Ahkâm-ı diniyede ülema yalnız müzhirdir, bak: 1364.p.
-Kur’an tercemelerinden şer’î hüküm çıkarmağa kalkışılmaz, bak: 3762.p.
2774- “Mesail-i şeriattan birkısmına “taabbüdî” denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emroluduğu için yapılır. İlleti, emirdir. Bir kısmına “makul-ül mana” tabir edilir. Yani bir hikmet ve bir maslahatı varki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakiki illet, emir ve nehy-i İlahîdir.
Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de: Şeairin faidesi, yalnız malum mesalihtir denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: “Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir.” Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin netice-i hilkatı olan ilan-ı Tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?
Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle “Yaşasın Cehennem!” der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister.” (M.3979)
2775- Şeriat sahasında naklî delil olmadan yalnız akıl ile bir hüküm vaz’etmenin hak olmamasının bir hikmeti şudur: Dinî hükümler, İlahî gayeler ve hikmetlere istinad eder. O İlahî gaye ve maksadlara insanın ilmi ve ihatası ise, Kur’andan istifade edilen ilim, feyiz ve ilham nisbetindedir. Sonsuz olan İlahî hikmet ve gayeleri insanın ihata etmesi muhal olduğundan, o sonsuz İlahî hikmet ve gayelerin tercih ettiği ahkâmı, insanın keşfedip bulması da muhaldir. Kur’an (2:32) âyetiyle bildirdiği gibi, beşerde Allah’ın ihsanettiği kadar bilgi vardır.
2775/1- Bediüzzaman Hazretleri, şeriatın getirdiği hükümlere noksan veya ilave etmeden ondaki müvazeneyi muhafaza etmenin elzemiyetini beyan ederken şöyle der:
“Mübalağa ihtilalcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır.
Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi’ olan hüsnü, مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُ ihlal eder. Nasılki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayi dâ’e inkılab etmektir.” (Mu.32)
Kur’an (5:50) âyeti, en iyi ve en güzel hükmü ancak Allah’ın verdiğini beyan eder. (Taharri-i hakikatta isabet, hükm-ü İlahîye istinad ile mümkündür, bak: 2879.p.)
2776- Bir rivayette şöyle buyuruluyor:
اِفْتَرَ قَتْ بَنُوا اِسْرَائِليلَ عَلَى اِحْدَى وَسَبْعِينَ فِرْقَةً وَتَزِيدُ اُمَّتِى عَلَيْهَا فِرْقَةً لَيْسَ فِيهَا فِرْقَةً اَضَرُّ عَلَى اُمَّتِى مِنْ قَوْمٍ يَقِيسُونَ الدِّينَ بِرَاْيِهِمْ فَيُحِلُّونَ مَا حَرَمَ اللَّهُ وَيُحَرِّمُونَ مَااَحَلَّ اللَّهُ
“Yani: Benî israil 71 fırkaya ayrıldı. Ümmetim bundan bir fazladır. Onların içinde dini akılları ile ölçen kimseler kadar zararlısı yoktur. Neticesi, Allah’ın helal ettiğini haram, haram ettiğini de helal etmek olur.” (R:E. 76) (Bak: 3547.p.da bir âyet notu)
Kur’an (67:10) âyeti, önce naklî, sonra aklî delillerin makamlarına göre kullanılması gerektiğine işaret eder. (Bak: 3716.pda 5. âyet notu)
Bir atıf notu:
-Cüz’-i ihtiyarînin naklî delile bağlı kalması, bak: 1778.p.sonu.
İnsan aklı, çok kere nefsinin meyil ve arzularının tesirinde kalarak hükm-ü şer’iyeyi nefsinin temayülatına göre te’vilci olduğunu beyan eden İslâm âlimleri, bu hususta hassasiyet göstermektedirler. Ezcümle Bediüzzaman, müçtehidlerin içtihadî reyleri hususunda şöyle demektedir: “Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadlardaki heves ve heva ve mûris ayineye ve mizacına galebe çalmaza o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken; o , onu kendine çevirir ve telkih eder, kendi emrine müsahhar eder. İşte şu noktada hüda hevaya tahavvül ve mezheb dahi mizacdan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.” (Mün.73)
Hem “bazan arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.” (H.Ş. 143)
2777- Buna mümasil olarak burada yeri gelmişken İmam-ı A’zam’a ait bir menkıbeyi nakledelim. Seyyid Muhammed Bâkır ile İmam-ı A’zam görüşürler ve aralarında şöyle bir muhavere geçer:
Seyyid Muhammed Bâkır:
“-Sen ceddim Resulüllah’ın dinini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmam-ı A’zam:
-Allah korusun. Böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makama oturunuz. Benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine Muhammed Bakır oturunca, İmam-ı A’zam da onun önüne diz çöktü. Ve aralarında şu konuşma geçti. İmam-ı A’zam şöyle dedi:
-Size üç sualim var, cevab lûtfediniz.
-Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi.
-Kadının miras hissesi kaç?
-Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince,
-Bu ceddin Resulüllah’ın (A.S.M.) kavli değil midir? Eğer ben bozmuş olsa idim, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum. Nassla (âyet ve hadis ile) amel ediyorum.
İkincisi: Namaz mı daha faziletli, yoksa oruç mu?
-Namaz daha faziletli, diye cevab verdi.
-Eğer ben ceddinin dinini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kaza etmesini söylerdim. Orucu kaza ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.
Üçüncüsü: Bevl mi daha pis, yoksa meni mi?
-Bevl daha pis, diye cevab verdi.
-Eğer ben ceddinin dinin kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben, hadise aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resulüllah’ın (A.S.M.) dinini değiştirmekten Allahü Teala’ya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun dedi. Nass olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri delili bulunan meselelere istinaden kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.” (Rehber Ansiklopedisi, ci: 8, shf: 134) (Bak: İctihad)
2777/1- Dinde önce naklî delilin esas alınmasının bir hikmeti elbette ki vardır. Zira gerek mevcudat hâdisat-ı kevniye, gerek ahkâm-ı şer’iye, mükevvin ve şari’i tarafından takib edilen ille-i gaiye ve hikmetlerine göre tekvin ve teşri’ edilmiştir. İsm-i Hakîm bunu iktiza eder. Bu sebeble onlardaki mehasin ve mesalih, o ille-i gaiye ve hikem nokta-i nazarıyla bilinebilir. Cenab-ı Hakk’ın hikmetleri ise ancak O’nun vahy ve tebliğ-i İlahîsiyle bilinebilir. Bu da naklî delil demektir. o halde naklî deliller nazara alınmadan yapılacak değerlendirmeler, beşerî nazar itibariyle olur ve beşerî menfaat ve lezzet, zarar ve elem mihengine (mısdakına) dayanır. Dinî sahada bu tarz değerlendirmeler ise, tamamen gayr-ı dinî olup memnu’dur.
Kur’anda kulak ve işitme manasında olan sem’, göz ve görme manasın-daki basar’a bazı âyetlerde takdim edilmiştir. Yani önce naklî delili işitip kabul etmek, sonra naklî delilin getirdiği hüküm ve bilgi ile aklî delil ve basarı çalıştırıp ahkâm-ı diniye ve masnuatın hikem ve mesalihini anlamaya çalışmak gerektir. Naklî delili nazara almadan mücerred aklî delail ile hakaik-ı İlahiye bilinemez. Yalnız delail-i akliyeye dayanan felsefe mesleğinin içinde yığılan mütenakız ve şüpheci fikirler buna şahiddir.
Mezkûr hikmete telmihen Kur’an bazan sem’i basara takdim etmiş, bazan da yalnız sem’i (naklî delili işitmeyi) birinci derecede nazara vermiştir. Nitekim (2:75) (3:193) (4:46) (10:31) (16:78) (32:9) (45: 8) (46:26) (67:23) âyetleri örnek verilebilir.
Atıf notları:
-Taharri-i hakikatta naklî delilin takdimi, bak: 2879.p.
-Ahkâm-ı diniyeye teslimiyet manasında sadakat, bak: 435.p. ve 3194.p.da âyet notları.
-Ahirzamanda kitab ve sünnete teslimiyet (bak: 985/2 p.)