بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
KAZANÇ VE HİZMET1
DÜNYEVÎ KAZANÇ VE HİZMET-İ DİNİYE
Bediüzzaman Hazretleri rızk ve maişetin istihsali için helâlinden çalışıp kazanmanın meşru yollarını hülâsaten şöyle ifade eder:
“Maişet için tarîk-ı tabiî ve meşru ve zîhayat; san’attır, ziraattır, ticarettir.” (Mün:32)
Şeriatın beyan ettiği mezkûr üç nevi maişet yolu, Büyük İslâm İlmihali’nde şöyle izah edilir:
“Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların efdali, evvelâ cihad yoludur. Sonra ticarettir, sonra ziraattır.
Bazı zevata göre, ziraat ticaretten efdaldir. Daha sonra da san’attır...”
Bu zikrolunan meşru kazanç, dört sınıf olarak beyan ediliyor:
Birincisi: “Herhangi bir müslim için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri iaşeye ve (eğer borcu varsa) borçlarını ödemeye yetecek miktar helâlinden kesbde bulunmak bir farzdır. Nitekim bir Hadis-i Şerif’de: “Her Müslim üzerine helâli aramak vâcibdir.” buyurulmuştur.”1
İkincisi: “Fakirlere yardım, gariblere (Garibler için bak: 1289, 1750. P.lar) iyilik yapmak için kifâyet miktarından fazla kesb, memduhtur, müstahsendir.2 Böyle bir kazanç nafile ibadetten efdaldir. Çünki bunun faidesi başkalarına şâmildir.3
Üçüncüsü: “Geniş bir dirliğe ermek, fazla mütena’im olmak için daha ziyade miktarda kesb, mübahtır.”4
Dördüncüsü: “Halka karşı tekebbür ve tefahurda bulunmak için yapılan kesb haramdır. Velev ki helâl bir yolda yapılmış olsun. Nâsa karşı serveti ile, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın âhirette Hak Tealâ Hazretlerinin gazabına uğrayacaklardır.” (Büyük İslam İlmihali sh.417)
Bir rivayette şöyle buyruluyor :طَلبُ كَسْبِ الْحَلَالِ فَرِيضَةٌ بَعْدَ الْفَرِيضَةِ
Yani: Helâl kazanç talebinde bulunmak, farzdan sonra farzdır. (Râmuz-ul Ehadîs 312 ve Keşfül Hâfa 1671, 1929)
Ahirzamanda İslâm’ın maddî varlığı ve dinin muhafazası ve i’lâsı (israfa, sefahete ve şahsî menfaat hissine vesile yapmamak şartıyla) teknik imkânlar ne iktisadî kuvvet ile korunabileceği ehadiste haber verilir. (Bak:Râmuz-ul Ehadîs 59/15, 105/6) Fakat bu tarz rivayetlerin beyan ettikleri terakkinin (mevzumuzla alâkalı umum bahisler ve dersler müvacehesinde) müslüman ekseriyetin şahsî menfaatının terkiyle hamiyet-i diniyeye sahip olacakları devrede zuhur edeceği anlaşılıyor. Fitne zamanında ekseriyetle zenginlik, sefahete; fakirlik, derd-i maişetten gelen gafletle dünya hayatının âhirete tercih edilmesine sebebiyet verdiği görülmektedir. (Bak: 719, 720. p.lar.)
Demek cemiyette iktisadî refahtan önce, dinî salâhat gerekiyor. Esasen bu refah ve salâhat da, İslâm milletlerinde ancak diyanet ile mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri bu mes’ele hakkında şu ikazı yapar:
“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki, "Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahud düşünmüyorlar ki, fakr-ı hale düşmüşler ve ikaza muhtaçtırlar; tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar." Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünki mü'minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ durub-u emsal hükmüne geçmiştir.
Evet insanı dünyaya çağıran ve sevkeden esbab çoktur. Başta nefis ve hevası ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre mikdar bu bîçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdad etmek lâzım gelir. Yoksa o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.
İşte bu esaslara binaen ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevketmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve asayişler, bununla temin edilmez. Belki mesaîlerinin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin te’sisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.” (L:122)
Kur’an umum zaman ve mekânlara hükmettiği cihetle, Kur’an’ın hakikatlarını izhar ve beyan eden Bediüzzaman’ın eserlerindeki hakaik de küllîdir, gelecek zamanlara da şâmildir ve en mükemmel cemiyetlere de ders verir. Bu ittibarla Külliyat-ı Nur’un bazı beyanlarına, makamlarına göre bakılmalıdır. Mesela ekseriyetin dünyevî ve şahsî menfaatlere sarıldığı bir cemiyette, âhirete teşvik etmek gerekiyor. Dünyasını âhiretine vesile yapabilen kâmil bir İslâm cemiyetinde ise -şer’î müvazenesi ile olmak şartıyla- teknik terakki tavsiye edilebilir. İşte Risalelerde görülen dünyanın imarına ve terakkiye teşvik eden beyanlarla, dünyadan geri çeken ikazlara ve derslere, makamlarına göre bakılmazsa hakikat iltibas olunur. Bu iki tarz beyanlardan bazı nümuneler aşağıda dercedildi.
Mesela: Bediüzzaman Hazretlerinin terakkiye teşvik ettiği Eski Said devresinde yani, Osmanlı Devletinin son devresinde sorulan bir sual ve terakki ve çalışmaya teşvik eden cevabı:
“S- Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her yerde kaziye bilakistir. Hikmeti nedir?
C- İki sebebi biliyorum:
Birincisi: لَيْسَ لْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى olan ferman-ı Rabbanîden müstefad olan meyelan-ı sa'y ve اَلْكَاسِبُ حَبِيبُ اللّٰهِ olan ferman-ı Nebevîden müstefad olan şevk-i kesb, bazı telkinat ile o meyelan kırıldı ve o şevk de söndü. Zira i'lâ-yı kelimetullah şu zamanda maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya مِنْ حَيْثُ هِىَ مَزْرَعَةُ اْلاٰخِرَةِ cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve kurûn-u vustâ ve kurûn-u uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hattâ biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakikî ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tenbelane; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibariyle gerdendade-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü'minane tevekküldür) ikisini birbiriyle iltibas eden ve "Ümmetî! Ümmetî!" sırrını teferrüs etmeyen veخَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelanı kırdılar; o şevki de söndürdüler.” (Mün:37)
Terakkiye ait bir başka misal:
“Madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَاِلَيْهِ النُّشُورُ deki ferman-ı Rahmanîyi dinleyiniz.” (S:257)
Bediüzzaman Hazretlerinin terakkiyata dair buna benzer pek çok beyanları vardır. Fakat, insanlar salih olmazlarsa, maddî ve teknik imkânlarla zulüm ve sefahete girdikleri; fakir olunca da derd-i maişette boğuldukları, dinde haber verdiği gibi, bilmüşahede de görülmektedir. Bunun için Bediüzzaman Hazretleri yine dinin haber verdiği üzere, evvela insanların iman-ı kâmil ve sâlih olmalarını birinci derecede ele alarak tahkikî iman ve takvada tahşidat yapmış, dünya hayatını âhirete tercih ettiren ve sefahete iten bu asrın fitnesinden daima ikaz etmiş ve önceki parağrafda nümunesini gördüğünüz gibi İkinci Meşrutiyette terakkiyata teşvik ederken daha sonraları bu teşvikten vazgeçip inzivaya çekilmiştir. (Bak:2284-2288. P.lar)
İşte Risale-i Nur Külliyatında Kur’an’da beyan olduğu üzere, dünyanın imarına ve terakkiyata teşvikle bereber, daha çok ve tekrarlı bir şekilde dünyadan men edici (Bak: Dünya) derslerin bulunması, zahîren tenakuz gibi görünürken, hakikatta tam bir belâgat olup mutabık-ı hâldir. Yani fâsık ve kâmil insan ve cemiyetlere göre bu teşvik durumu da değişir.
Mevzumuz içinde zikri gereken diğer ehemmiyetli bir husus da şudur ki: İnsanların çoğu dünyayı imar ederlerken, az bir kısmı da emr-i Kur’anî olarak münhasıran diyanete hâdim olmalı ve dünya işlerine girmemeli ve girmemeleri için de fırsat ve imkân verilmelidir. (Bak:958/1, 2477/1. P.lar)
Şimdi dünya hayatına dalıp gaflete düşmekten ikaz eden birkaç dersi görelim:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ
Şu âyet-i kerimenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i'caz-ı Kur'anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur'anın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen beyan edeceğiz.
İkinci Vecih: İnsan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: "Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlukatım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, âdeta bana ait rızk ve it'amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz!” (L:268)
اِعْلَمْ Ey müslümanları dünyaya davet eden gafil! Bil ki; hata ediyorsun!.. Evet ey gafil, zannediyor musun ki, insandan bizzat istenen şey, yalnız dünyanın imareti; ve sanayiin ihtiraı; ve rızkı tahsil; ve saire gibi dünyaya ait şeylerdir. Halbuki, emr-i “kaf ve nun” mabeyninde olan sahib-ül mülk, ins ve cinni kendisine ibadet etmek için yarattığına; ve insan ve hayvanın rızkını kendisi taahhüd ettiğine dair olan fermanına; hem de vücud ve kevn ve vaki’de olan herşey ve fıtrat-ı insaniye techizatının dahi tasdik ettiği olan şu ayetlerine bak: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّٰهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ Yahut acaba zu’m ediyor musun ki; seni sun’-u Halıkanesiyle yapan ve her zaman vücudunun tazelenmesiyle daima seni ve sende değişmekte olan zerrat-ı vücudunu san’at içinde halkeden bir zat, onun nizam-ı mülkü içinde senin yaptığın tasniatına veya kendi tasarrufatı içindeki faaliyetinde senin tavassutuna muhtaç olsun?!.
Evet, beşerin eliyle yapılan bütün masnuat, bir tek ağacın, yahut tek bir arının hilkatına veyahut bir tek gözün veya bir lisanın san’atına müsavi gelmediğini görmüyor musun? (Mesnevî-i Nuriye A.Badıllı sh:329)
“Rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa'yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat canibinden ihsan edilir. Fakat, rızk ikidir:
Biri: Yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki; bedende yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zahiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû'-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş'et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızk: İtiyad, israf ve sû'-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun'î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbanî altında değil, belki ihsana tabidir. Kâh verir, kâh vermez.” (Ş:173)
وَمَا هذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ
İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarfediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bâkiyeye sarfetmek gerektir.” (Ms:223)
“Madem iş böyledir. Vazife-i asliyeni yaptıktan sonra, seni istimal ettiği vakit, onun hesabıyla çalış, onun namıyla başla. İzin verdiği dairede amel et. Eğer vazife-i asliyen olan ubudiyetle vazife-i ârıziye muaraza etseler, sen vazifene bak. Ötekini, sahib-i hakikî olan Cenab-ı Hakk'a tefviz et.” (N.i.K:51)
Bediüzzaman Hazretleri âhirzaman fitnesinin mânevi tahribatını tamire çalışan manevî cihad ehlini, dünyevî mes’elelerle meşgul etmenin çok yanlış bir hareket olacağını bir hadise münasebetiyle şöyle beyan eder:
“Bugünlerde benim yanıma müteaddid ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesad ve muvaffakıyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur'a, muvaffakıyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini anladım.
Ben bunlara ne edeyim ve ne diyeyim? diye tahattur ettim. Birden ihtar edildi: "Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünki yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar bir tek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir. Ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır." Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin zararları, ona nisbeten yılanların ısırmasıdır.” (K:124)
Müddeiumumînin bir iddiası:
“Hiç bir iş ile meşgul olmayan.
Cevap: Risale-i Nur'un te'lifi ve tashihi ile olan büyük meşgaleyi görmemesi, bu yanlışını herkese gösteriyor.” (Ş:406)
“Madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimaî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.
Evet yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ davasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden manevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir.” (L:173)
“Bu gözümüz önünde ve bizi bekleyen ölümün i'dam-ı ebedîsinden ve karşımızda kapısını açan ve bizi cebr-i kat'î ile çağıran kabrin daimî karanlık haps-i münferidinden kurtulmağa çalışıyoruz. Hem sizin de o dehşetli ve çaresiz musibetten kurtulmanıza yardım ediyoruz. Sizin nazarınızda en büyük bir mes'ele-i dünyeviye ve siyasiye, bizim nazarımızda ve hakikat cihetinde kıymeti pek azdır ve bilfiil vazifedar olmayanlara malayani ve ehemmiyetsizdir ve kıymeti yoktur. Fakat bizim iştigal ettiğimiz vazife-i zaruriye-i insaniye ise, herkese her zaman ciddî alâkası var. Bu vazifemizi beğenmeyenler ve kaldıranlar, ölümü kaldırmalı ve kabri kapamalı!” (Ş:340)
Dünyanın imarına ait olan teknik vasıtalar ve harika keşfiyatların lisan-ı hal ile ileri sürdükleri ehemmiyet derecelerine karşı, hakiki vazife-i insaniye olan ubudiyetin verdiği cevab şöyle dile getiriliyor:
“Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: "Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki proğramımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Halbuki siz ekseriyet itibariyle şu fâni dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi'-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san'atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa; o hassas zâtlara şu remz ve işarat-ı Kur'aniye -sa'ye teşvik ve san'atlarını takdir etmek için- elhak kâfi ve vâfidir."” (S:266) (Bak: Terakki)
“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa'y etmektir.” (S:271)
1 (Mevzuunun tafsilatı için alınması gereken parçalar, 2. Baskı İslam prensipleri Ansiklopedisinde bulunduğundan o parağraflara atıflar yapılarak bu derleme kısaltılmıştır. Tatsilatı isteyenler, mezkûr parağraflara bakmalıdırlar.)
2 Yani ihtiyac-ı zaruriyeden fazla olan kazanç, hayr u hasenat için olması halinde mühtahsen olunca, bu çalışma dinî hizmete takdim hakkını kazanmaz. Zira cihad-ı manevî olan dinî hizmetler, bu zamanda farz-ı ayndır ki, çok şeylerden önce tercihi gerekiyor. Bediüzzaman Hazretleri bu mevzuda şöyle diyor:
“Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur, belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir.” (H.Ş.:143)
Bediüzzaman Hazretleri diğer bir beyanında ise: “Tahrib kolay olduğundan bu zamanda yüzbinler tamiratçının ve millet ve hükümetin kendine yardım etmesinin zarureti ve ehl-i imanın da dine hizmeti dünya hizmetine tercih etmelerinin vâcvib, yani tekedilemeyen bir farz ve mükellefiyet olduğunu beyan eder. İfade aynen şöyledir:
“Risale-i Nur'un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lâzımgelirken, hem benimle lâakall yüzer kâtib ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bâkiyeye baktığı için hayat-ı fâniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek, ehl-i imana vâcib iken...” (E:51)
“Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece etmiş ki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.” (K:105) diyerek, bu fitne asrında umum müslümanlar için dinî hizmetin elzemiyeti sarahaten ilân edilmektedir. Demek maişette ihtiyacât-ı hakikiyeden fazla olan kazancın tercihi, 3033/3. Parağrafda beyan olduğu üzere ve kazanç da meşru olmak şartiyle hem vesile-i hizmet-i diniye cihetiyle ve bir nevi taksim-ül a’mal kaidesi mânasında olabilir. Bu tercih hususu, mü’minin kendi ihtiyar ve diyanetine bağlıdır. Ondan maddî yardım taleb olunmaz.
Mevzumuzla alâkalı bir atıf notu: Dünya işleri cihada mani olmamalı: Bak 573, 574. p.lar.
Mezkûr ikinci kazanç şekline bir örnek mânasında olarak, Bediüzzaman Hazretleri Dar-ül Hikmet’te aldığı maaşın fazlasını millete iade etmesi, bak: (E:24) ve (A. Badıllı Mufassal T:458) (Hazırlayanlar)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.