2781- NAMAZ نماز : İslâmın beş şartından birisidir. Bu kelimenin Arabcası “salât”tır. Namaz Farsça olup, Türkçede de kullanılır. Salât kelimesi şu manalara gelir: Dua, Kur’an, kunut, rükû’, salât, şükür, tesbih, secde, hamd. (Bak: Huşu, ibadet, Tatavvu, Teheccüd)
“Namaz hiç hilafsız İsra (Mi’rac) gecesinde farz kılınmıştır. İsra’nın Hicret’ten bir sene evvel olduğuna da, İbn-i Hazm icma’ iddia etmiştir.” (E.T. 5957) “Mi’racdan önce farz olarak yatsı ve sabah namazları kılınıyordu.” (E.T. 3145)
Mi’racda namazın farz kılınması ve elli vakitten 5 vakte indirilmesi,hadislerde beyan edilir. Ezcümle: Buharî Kitab: 8, Bab: l ve S.M.Kitab: l, hadis: 259, 263. İ.M. Kitab: 5, Bab: 194 ve S.B.M. 227. hadis sonu örnek verilebilir.
2782- “Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı lafzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tazim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir. Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın manasını te’kid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuzüç defa tekrar edilir. Namazın manası, şu mücmel hülasalarla te’kid edilir.” (S.40)
2783- Kur’anda namazın ehemmiyet ve hikmetleri hakkında çok âyetler olduğu gibi hadislerde de pekçok tafsilat vardır. İslâm büyükleri de âyet ve hadislere istinaden namaza çok ehemmiyet vermişler ve namaz kılmamayı kâinatın yaratılış gayesine aykırı hareket olduğunu bildirmişlerdir. Bütün se-mavi dinlerde namaz ve ibadet emredilmiş olduğu, Kur’anın müteaddid âyetlerinde görülüyor.
Meselâ: (2:83) (5:12) (10:87) (14:37,40) (19:55,59) (21:73) (31:17) âyetlerinde sarahatla anlaşılıyor.
2784- Sual: “Çok tenbellerden ve târik-üs salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’anda çok şiddet ve ısrar ile ibadeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdid ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’aniyeye nasıl yakışıyor ki ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı, nihayet şeddeti gösteriyor?
Elcevab: Evet Cenab-ı Hak senin ibadetine belki hiçbir şeye muhtaç değil. (Bak: 3293/1.p.) Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. İbadet ise, manevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu, çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nafi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?... Ne kadar manasız olduğunu anlarsın.
2785- Amma Kur’anın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; adi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevi bir zulüm eder. Çünkü mevcudatın kemalleri, Sania müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer ayine-i Esma-i Rabbaniye olan mevcudatı âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalatını inkâr ve tecavüz eder.
Evet herkes kâinatı kendi ayinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın i’tikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me’yus ve matemli olarak ağlıyan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemal-i neş’esinden gülen bir adem; kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi.. mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam; mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür... gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalatına tamamıyla zıd ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.
Hem o târik-üs salât, kendi kendine malik olmadığı için, kendi malikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun maliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdid eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlahiyeye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.
Elhasıl: İbadeti terkeden hem kendi nefsine zulmeder; -nefis ise, Cenab-ı Hakk’ın abdi ve memlûküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalatına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi kâinatın kemalatını bir inkârdır. Hem hikmet-i ilahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikatı ifade etmek için Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan; mu’cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belagat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.” (L.189-191)
2785/1- Namazın terki hakkında Kur’anda şiddet gösterildiği gibi, hadislerde de şiddet gösterilmiştir. Ezcümle, S.M.l.Kitab-ül iman, 35. bab ve ibn-i Mace 5. kitab, 77. bab ve T.T. l. cild shf: 125, küfre mani olan salâtın terki hakkındaki zecre dairdir. Namaz, mü’mini kâfirden ayırdeden bir alâmettir, deniliyor.
Târik-i salâtın hükmü:
“Namazın farziyetini ikrar ile beraber onu tenbelliğinden naşi terk eden, fâsıktır. Diğer mezheblerde olduğu gibi, -hadden yahut küfren katlolunmayıp- darb ve hapsolunur. Ve mühmel bırakılmayıp, hali tefakkud olunarak -icabına göre- nush yahut unf edilir. Ya musalli olur veyahut hapiste ölür.
Cami-i Sagir-i Suyutî’de, Kütüb-üs Sitte ashabından İmam Buhari ile İmam Nesei’den maadasının remziyle mezkûr, Hazret-i Cabir’den mervi ha-diste: “Beyn-er recul ve beyn-eş şirk ve-l küfr, terk-is salâti” buyurulmuştur ki; salâtın terki, kişi ile küfür beyninde -ma bih-il vüsul olmakla- arada hâil ancak odur, yani namazdır. İnsan onu terk ederse, hâil zail olur, demektir.
İyazen Billahi Teala, namazı inkâren veya istihfafen terk eden, mürted muamelesi görür.” (N.i.kitab-üs salât 187)
“Farz olduğunu itikad ile beraber, tekâsülen târik-i salât olan, fâsıktır. Kılıncaya kadar hapsolunur.” (N.İ.kitab-üs salât 7)
D.M.İ.F.ci: 8, shf: 3529’da, namazı kasden terketmenin dehşetini ve cezasını beyan eden bölüm vardır.
2785/2- Kişi, dinin emirlerine uymakla evvela kendine iyilik eder; Allah’a isyan ile de nefsine (kendine) zulmeder, mealindeki âyetlerden birkaç not:
-Aile hukukuna riayetsizlikle nefsine zulmetmek: (2:231) (65:1)
-Nefsine zulmedenin istiğfar etmesi: (4:110)
-Gurur ve küfran-ı nimetle nefsine zulmeden kişi: (18:35)
-Allah yolunda veya nefsi ile mücahede eden nefsine iyilik eder, Allah muhtaç değildir: (29:6) (31:12) âyeti de aynı mana ile alâkalıdır.
-İnsanların bir kısmı nefsine zulmeder, bir kısmı da kötülük ve iyilikte müsavidir, diğer kısmı ise, biiznillah hayırda ileridirler: (35:32)
-İyilik ve kötülük eden, nefsine eder: (35:18) (39:41) (41:46)
2786- Namazın mü’minler üzerine muayyen vakitlerde farz olduğu bildiren (4:103)
اِنَّ الصَّلٰوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا âyetiyle diğer emsali âyetlerin verdiği dersi Bediüzzaman şöyle ifade ediyor:
“Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”
O zatın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü, bütün nüfûs-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.”
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil “beş ikaz”ı benden işit.
2787- Birinci İkaz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat’i senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın! Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, ebedî dünyada kalacak bir nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.
2788- ikinci İkaz: Ey şikem-perver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu! Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun ab-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir.
Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşey’e kadir bir Rahim-i Kerim’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Evet şu fani dünyada kemal-i sür’atle vaveyla-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun ab-ı hayatı ise; herşey’e bedel bir Mabud-u Baki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zatın ayinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zişuur bir sırr-ı insanî, zinur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın perceresiyle nefes alabilir.
2789- Üçüncü İkaz: Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarip olmak, hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvuredip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır!
Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzerki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et!” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddi bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir. Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvi bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.
İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehbet tut. Merdane “Ya Sabur” de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan,her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.
2790- Dördüncü İkaz: Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer’de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü’nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır! Bir adam sana yüz liralık bir hediye va’detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ul va’d edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ul va’d hakkında muhal olan bir zat, cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va’d etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va’dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te’dibe ve dehşetli bir tazibe müstahak olacağını düşünmüyor musun! Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?
2791- Beşinci İkaz: Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır! Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir seçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı daime için sa’y etmektir.
Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malumat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ: Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.
2792- Eğer desen: “Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zaruri işleridir.” Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse dese ki: “Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.” Sen ona: “Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak” desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terketsen, bütün sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zad-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:
2793- Birinci Maden: Bütün bağındaki1 yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun. (Herşey Allah’ı tesbih eder, bak: 3771.p.da âyet notu)
İkinci Maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulattan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakiki namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan.
İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa’ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevi temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hatta ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lâzım” der. “Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?” diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helale çallışacağım. Ta, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim. Âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.”2
2794- Elhasıl: Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona maliksin. Öyle ise hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at... Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder.
Zira herkesin, her gün, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tabidir. Nasılki ayinende görünen muhteşem bir saray, ayinenin rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür. Kırmızı ise, kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O ayine şişesi düz-gün ise sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise, çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin.
Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sani-i Zülcelal’ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Adeta namazın bir elektrik lambası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o hercümerc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir.
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ( 24:35 ) âyet-i pür-envarından bir nuru, senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in’ikasıyla ışıklandırır. Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.
2795- Sakın deme: “Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede?” Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir aminin -velev hissetmezse- namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır -velev şuurun taalluk etmezse-. Fakat derecata göre inkişaf ve tenevvürü ayrı ayrıdır. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, ta mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur. Öyle de: Namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o meratibde, o hakikat-ı nuraniyenin esası bulunur.” (S.269-273)
2796- “Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerhettiği gibi, öyle esrarı havidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir. Namaz Hâlik-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendirki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.
2797- Namaz; kalblerde azamet-i ilahiyeyi tesbit ve idame... ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegane İlahî bir vesiledir. Zaten insan medeni olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u ilahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer.” (İ.İ.43)
2798- “Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse; halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimal ile, kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?
Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fani ömrünü, bir cihette ibka eder.” (S.21)
2799- Namazın farziyetini ve beş vakte tahsisini bildiren
فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ ٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ
(30:17,18) âyetlerinin sırrıyla, beş vakte tahsisin hikmetleri vardır.3
“Herbir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi, Azîm bir tasarruf-u İlahînin ayinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadir-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tazim ve hadsiz ni’metlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.” (S.40)
“Nasılki haftalık bir saatın saniye ve dakika ve saat ve günlerini sayan milleri, birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmünü alırlar. Öylede; Cenab-ı Hakk’ın bir saat-ı kübrası olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı.. ve dakikaları sayan seneler... ve saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan.. ve günleri sayan edvar-ı ömr-ü âlem birbirine bakarlar, birbirinin misalidirler ve birbirinin hükmündedirler ve birbirini hatırlatırlar. Meselâ:
2800- Fecirzamanı, tulua kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı madere düştüğü avanına, hem Semavat ve Arz’ın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı ilahiyeyi ihtar eder.
Zuhr zaman ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemaline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı ni’meti hatırlatır.
Asr zaman ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem Âhirzaman Peygamberi’nin (Aleyhissalatü Vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ve in’amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder.
Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlukatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harabiyetini ihtar ile, tecelliyat-ı Celaliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.
İşa vakti ise, âlem-i zulümat, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bakiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dar-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile, Kahhar-ı Zülcelal’in celalli tasarrufatını ilan eder.
Gece vakti ise; hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile... ruh-u beşer, rahmet-i Rahman’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılabat içinde cenab-ı Mün’im-i Hakiki’nin nihayetsiz ni’metlerini ihtar ile ne derece hamd ü senaya müstehak olduğunu ilan eder.
İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’i ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat’iyettedir.
Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılab başında olduğu ve büyük inkılabları ihtar ettiği gibi; kudret-i Samedaniyenin tasarrufat-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mu’cizatını ve rahmetin hedayasını hatırlatır.
Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat’i borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.” (S.41)
Namaz vakti tahakkuk etmeyen veya aylarca gündüz veya gece devam eden yerlerde namaz kılınıp kılınmayacağı hakkında ulemanın reyleri farklıdır. (Bak: S.M.A. 11.ci sh:390, B.İ.İ. namazlara ait 3. kitab 58p.)
2801- “Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmaya dahil olsun ki, o cemaatın icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun. Meselâ: Namaz kılan اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği zaman, sanki o cemaat-ı uzmayı teşkil eden bütün mü’minler “Evet doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevi bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hasseleri, latifeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallinin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.
2802- İhtar: Sath-ı Arz mescidini mütehalif ve muntazam harekâtıyla tezyin eden o cemaat-ı uzmanın, satırları andıran saflarının o güzel manzarası muhafaza edilmek üzere, âlem-i misal sahifesinde kalem-i kader ile, İlahî bir fotoğrafla tersim ve terkim edilmekte olduğu ihtimal ve imkândan halî değildir.” (M.N:76)
2803- Cemaatle kılınan namazın ve namazdaki huzurun ehemmiyetini gösteren iki hâdise:
“Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at sonra onlar hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm bir ha-dis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh u canımızla ittiab’ ediyoruz.4
2804- İkincisi: Kahraman-ı İslâm imam-ı Ali Radıyallahü Anhü Celcelutiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani olunmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlahîden niyaz etmiş.” (E.L.II.246) (Bak: Huşu’)
2804/1- Büyük İslâm ilmihali namaza dair bölümünün (İmamet ve cemaat) bahsinde: Hanefi, Malikî ve bir kısım Şafiîlere göre namazın cemaatle kılınması, şeair olarak bir sünnet-i müekkededir. Namazın cami ve mescidlerde kılınması da sünnettir, şeklinde bilgi verilir ve devamında bazı imamların farklı re’ylerini de kaydeder.
Aynın bahsin 150. parağrafında aynen şöyle denilmektedir: “Fâsık veya bid’at sahibi bir kimsenin imameti, tahrimen mekruhtur. Çünki fâsık, dinî işlerde laübali bulunur. İmam-ı Muhammed ile İmam-ı Malik’e göre ise, bunlara iktida esasen caiz değildir.” (Bak: 3884.p.sonu)
Cemaatle namaz kılmak ve mescidler hakkında hayli ehadis vardır. Ezcümle T.T.ci: 1 shf: 224’de 8. bölüm ve İ.M. 4. Kitabı, örnek verilebilir. Kur’an (2:43) âyeti de cemaatle namaz kılmak manasında tefsir edilir. Yeryüzünün namaz kılınabilecek her yerinde tek olarak ve cemaatle namaz kılınabilir. T.T.ci: 1 (658.hadis) Fakat mümkün oldukça mescidlerde kılınması sünnet ve daha faziletlidir. Mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalınırsa, halvethanede kılınır. (Bak:2826.p.)
Bilhassa âhirzaman fitnesinde ihlassız ve menfaat-ı şahsiyesini takib eden ve dinî vazifelerde bulunan bazı kimselere rağbet ve alâka göstermemekle onları fiilen tenbih ve camilerin manevi kudsiyetini koruma makamında ikaz edici rivayetler de vardır. Ezcümle bir hadiste mealen şöyle buyurulur: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, camilerde halka halinde toplanırlar. Gayeleri dünyevî olur. Allah’ın onlara ihtiyacı yoktur. Bunların arasına girmeyin.” (R.E. 503) K.H. 3247. hadisi de mezkûr hadisi te’yid eder.
Diğer bir rivayet de şöyledir: “Bazı ümera gelecek, namazı bir sebeble vaktinden geciktirecekler. Siz (evinizde vaktinde kılın), cemaate de gelip onlarla nafile kılın.” (R.E.298)
Başka iki rivayet de şöyle de buyurulur: “İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, Kur’anın merasimi ve müslümanlığın da ismi kalacak. Onlar müslüman ismi alırlar. Halbuki kendileri müslümanlıktan, insanların en uzağıdırlar. Camileri süslü olur, hidayet bakımından ise viran olur. O zaman âlimleri, gök kubbesi altındaki âlimlerin en şerlisi olup, fitne onlardan başlar ve yine onlara döner.” “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, camilerde onlardan binden fazla adam namaz kılacak da, içlerinde hâza mü’min bulunmayacak.” (R:E.301)
Evleri kabre çevirmemek için bir kısım namazların evde kılınması, T.T. l. cild 656. hadisine ve (Nafile) maddesine de bakınız.
2804/2- Mescidler hakkında Kur’andan bir kaç not:
-Mescidler hep Allah’ındır: (72:18) (Ayetteki mescidler kelimesi şu şekillerde tefsir edilmiştir: 1-Namaz kılmak için bina edilmiş yerler. 2- Namaz ve ibadet yalnız camilere ve belli yerlere hasr edilmiş olmadığından, bütün yeryüzü. 3-Bütün mescidlerin kıblesi olduğundan, Mescid-i Haram. 4- Secdeye temas eden uzuvlar... Bütün bunlar Allah’tan gayrısına kullanılmaz.)
-Allah’ın mescidlerini müşrikler değil, evamir-i İlahiyeye bağlı müslümanlar tamir eder: (9:17,18)
-Hacılara su dağıtmak ve Mescid-i Haram’ı (ve diğer mescidleri) imar etmek, fisebilillah cihadla kıyas edilmez, cihad üstündür: (9:19)
-Allah’ın mescidlerinde zikr-i İlahîden men’ eden ve mescidlerin harab olmasına çalışandan daha zalim kimdir: (2:114)
2805- Namaz ve ibadetlerin günahları izale etmesi de ehemmiyetli bir husustur. Beş vakit namazı emreden bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
(11:114) “اِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِۜ Zira bu bir hakikat ki hasenat seyyiatı giderir. Yani her namaz bir hasenedir, hasenata devam edildikçe seyyiat-ı sabıka silinir silinir gider, bu muhakkaktır. Binaenaleyh namaza devam edildikçe arada hasbelbeşeriye insanların alel’ekser halî kalamıyacakları bazı seyyiat yapılmış ise onlar silinir silinir, gider. Beş vakit namaz, arada vaki’ olan küçük günahlara keffaret olur. Nitekim bir hadis-i şerifte de varid olmuştur ki:
اَلصَّلَاةُ اِلَى الصَّلَاةِ كَفَّارَةٌ لِمَا بَيْنَهُمَا مَااجْتَنَبَ الْكَبَائِرِ Namaz namaza kadar aralarındakine keffarettir, kebairden ictinab ettikçe. Bundan başka (29:45) اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِۜ olduğundan namaza devam edildikçe alel’umum seyyiata karşı hiss-i nefret uyanır. Bu suretle namaz, kebairden ictinaba ve şayet sebk etmiş kebire varsa ondan nedamet ve tevbeye de saik olur.” (E.T. 2833) (Bak: 3188.p.)
“Cahiller namazı bir külfet sayarak ancak bir teklif ve tazyik tahtında kılarlar ve başları dara gelmeden Allah’a dua ve ibadet etmezler.
Arifler ise bunu büyük bir zevk ve mi’rac bilirler. Nitekim. Aleyhissalatü Vesselâmوَجَعَلَتُ قُرَّةُ عَينِ فِى الصَّلَاةِ ve اَلصَّلَاةُ مِعْرَاجُ الْمُؤْمِنِ buyurmuştur.5 ” (E.T. 2681)
2806- “Namazdan sonraki tesbihatlar, tarikat-ı Muhammediye’dir (A.S.M.) ve velayet-i Ahmediye’nin ( A.S.M.) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikatı böyle inkişaf etti:
Nasılki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediye, bütün velayetlerin fevkindedir; öyle de, o velayetin tarikatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların fevkindedir. Bu sır dahi şöyle inkişaf etti:
Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar hey’et-i mecmuada nurani bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zat, namazdan sonra سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) müvacehesinde, yüz milyon, tesbih elinde çektiklerini manen hisseder; o azamet ve ulviyetle سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ der. Sonra o serzakirin emr-i maneviyesiyle ona ittibaen, الْحَمْدُ لِلّٰهِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediyenin (A.S.M) dairesinde yüz milyon muridlerin الْحَمْدُ لِلّٰهِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde الْحَمْدُ لِلّٰهِ ile iştirak eder. Ve hakeza...اللّٰهُ اَكْبَرُ اللّٰهُ اَكْبَرُ ve duadan sonra وَلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ
Asa-yı Musa ( 268 ) otuzüç defa o tarikat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sabık mana ile o ihvan-ı tarikatı nazara alıp, o halkanın ser-zakiri olan Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’a müteveccih olup
اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salatiyenin çok ehemmiyeti var.” (K.L. 103)
Hem “velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye (Aleyhissalatü Vesselâm) cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarikat-ı Muhammediyenin (A.S.M) virdidirler ki; her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü’minler beraber, o halka-i kübra-yı zikirde, ellerinde tesbihler “Sübhanallah” otuzüç, “Elhamdülillah” otuzüç, “Allahü Ekber” otuzüç defa da tekrar ederler.
İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, sabıkan beyan ettiğimiz gibi hem Kur’anın, hem imanın, hem namazın hülasaları ve çekirdekleri olan o üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuzüçer defa okumak ne kadar kıymetdar ve sevablı olduğunu elbette anladınız.” (Ş.236)
Bir atıf notu:
-Cemaat namazında tesbihat izhar ve isma’ edilir, bak: 3117
Mezkûr namaz tesbihatıyla alâkalı hadislerden birkaç not:
-Teşehhüdde okunan salavat: B.M. ci: 2 shf: 362
-Cehennem, kabir azablarından ve fitne-i mesih i deccaldan istiaze: Aynı eser, shf: 364, 371
-Teşehhüdden sonra verilen selâm: Aynı eser, shf: 368
-Namazdan sonra okunan tesbihat: Aynı eser, shf: 370
-Namazda selâmdan sonra okunan dua: Aynı eser, shf: 372
-B.M.1. cild shf: 296’dan 381’e kadar; namazın sıfatı, hususiyetleri, ezkârı ve tesbihatları hakkındadır.
2806/1- “İ’lem Eyyühel- Aziz! “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahü Ekber” bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:
1- Kalbinde hayat bulunan bir insan kâinata, âleme bakarken idrakinden âciz bilhassa şu boşlukta yapılan İlahî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşetengiz vaziyetleri ancak “Sübhanallah” cümlesinden nebean eden ma-i zülali içmekle o hayret ateşi söner.
2- Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, “hamd” ünvanı altında in’amı mün’imde ve mün’imi in’amda gör-mekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak “Elhamdülillah” cümlesiyle nimetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.
3- Aynı o insan, mahlukat-ı acibe ve harekât-ı garibeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, “Allahü Ekber” demekle rahat bulur. Yani, Hâlikı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.” (M.N:129) (Bak: Sübhanallah)
2806/2- Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetinde bulunan ve beraberinde namaz kılanlardan tesbihat hakkında aldığımız malumatın hülasası şöyledir: Namazın sonunda Bediüzzaman Hazretleri tesbihatı da cemaatla yapardı. Tesbihatı yapan zat, bunu tagannisiz ve cemaatın rahatlıkla duyabileceği sesle söyler, cemaat da hafif sesle iştirak ederdi. Tesbihatın kelimeleri telaffuz edilirken acele etmeden, kelimeler rahatlıkla anlaşılır şekilde okunmasına dikkat olunurdu. Kur’an (17:110) âyeti, namazdaki kıraatın vasat yolda olmasını emrettiğini bu vesile ile hatırlayalım.
Bediüzzaman Hazretleri dört hatveli acz, fakr, şefkat ve tefekkür mesleğini anlatırken” bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.” (S.476) şeklinde ifade ederek, tesbihatın ehemmiyetini de nazara verir.
Nimet-ül İslâm ismindeki eser, “Mecma-ür Rivayat’ta: Namazdan fariğ olduktan sonra, virdini dilerse oturarak, dilerse ayakta okuyabilir, diye mezkûrdur.” Devamında özetle: Namaz bittikten sonra imam dilerse kendi işine gidebileceği ve cuma namazı kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın, mealindeki (62:10) âyetinden diğer namazlar da dahil edilerek, dağılmanın ibahe edildiği (mübah kılındığı) ifade edilir. Daha sonra da, imam ve cemaatın tesbihatı eda etmeleri şekli anlatılır. (Bak: N.İ.Kitab-üs Salât shf: 128-129)
Büyük İslâm İlmihali aynı hususu shf: 134 madde: 172’de kaydeder. 144. sahife 5,6,7 plarda da cemaatla yapılan tesbihatı izah eder.
Ferden veya cemaatla kılanan namaz sonunda yapılan tesbihatın sünnetiyeti kat’idir. Ancak bu tesbihatın cemaat halinde beraberce yapılmasının sünnet veya mekruh olduğuna dair bir delil göremedik. Şu kadar var ki, asırlardan beri cemaat namazlarında tesbihat cemaatla yapılır. Böyle küllî bir “kabul-ü ümmet, bir nevi hüccet hükmüne geçer.” (L.106) kaidesini nazara almak gerektir.
Malumdur ki maslahat-ı mürsele gibi dinde tasarruflar, ancak ibahatta cereyan eder. Zamanın ve mekânın yani cemiyetlerin ahvaline göre, dinen istihsan edilen ve müstahsen görülen bazı ibahat, maslahat-ı mürsele ve istihsan (Bak: 1623/1, 1623/2, 1625/2.p.lar) kaidesiyle ve kabul-ü ümmete mazhariyetle âdet-i İslâmiyeye dahil olurlar ve şeaire de kuvvet verirler. (Cami minareleri gibi.)
Mevzumuz olan cemaatla tesbihat yapmak hakkında şeriatça muayyeniyet verilmemesinin çeşitli hikmetleri vardır. Bunlardan biri, “Evlerinizi kabre çevirmeyiniz” (Bak: 2804/1.p.) mealinde olan rivayetlerdeki hikmet olsa gerektir. Yani bu rivayetlerin hükmü ile Asr-ı Saadet’te sünnet namazlarını bazı sahabeler evlerinde gidip orada kılarlardı. Bu namaz, bilhassa küçüklerin namaza alışmaları için fiilî bir teşvik ve telkin olurdu. Fakat sonraları ve hele asrımızda halkın büyük ekseriyeti, camiden eve gitmedikleri ve gidemedikleri gibi, camiden sonra da kendi başlarına tesbihatı yapacak halet ve zamanları yoktur. Eğer camide cemaatla tesbihat yapılmazsa, cemaatın belki ekserisi camiden çıktıktan sonra tesbihatı yapmaz ve böylece tesbihatın yapılması unutulur gider. O halde tesbihatın cemaatla yapılması, en azından ehemmiyetli bir maslahat-ı mürseledir. Sünnetleri evlerinde kılmaya müsaid olanlar, bu kayıddan azade kalabilirler. Nitekim ilmihalde: Eğer (imam) kendisini bir şey meşgul etmiyecek ise, bu sünneti gidip evinde kılabilir. Çünki sünnetlerin evde kılınması efdaldir. Şu kadar var ki, cemaatın yanlış bir zehabda bulunması melhuz ise, camide kılar.” (B.İ.İ.134) kaydı vardır.
Bunun gibi bazı hususlara şeriatça muayyeniyet yerine seyyaliyet verilmesinde de çeşitli hikmetlerin varlığı anlaşılmaktadır.
2806/3- “Farz namazları için ezan, yani bu namazların kılınacağını ilan, Kitab (Kur’an) ve Sünnet ile sabittir. Erkekler hakkında vacib kuvvetinde bir sünnet-i müekkededir. (B.İ.İ.125)
Ezan lügatta i’lam, yani bildirmek, duyurmak, ilan etmek, davet etmek demektir. Dinî bir tabir olarak ezan, farz namazlar için belli vakitlerde ve belli bir tarzda yüksek sesle okunan mübarek sözlerdir. Bu sözler, şer’î kitablarda beyan edildiği gibi bir kısım sahabelerin tevafukan aynı gece gördükleri sadık bir rüyaya ve onu te’yid eden bir vahye dayanmaktadır.
Ezan müslümanları namaza davettir. Müslümanların bu davete icabet etmelerinin vacib olduğu ve buna uymayıp alay ve hafife almanın küfre delalet ettiği tefsirlerde kaydedilir. Ezcümle (5:58) âyetinin tefsirinde şöyle denilmektedir:
“O kâfirleri de dost ittihaz etmeyiniz ki, namaza nida ettiğiniz, yani ezan okuduğunuz vakit o ezan veya namazı eğlence ve oyun yerine tutar, istihza ederler; bu da bunların akılsız bir kavim olmalarından neş’et eyler.” Bu akıl-sızlıkları cümlesindendir ki manasız çanları hoşlanır, dinlerler de tevhide, salat ü felaha çağıran yüksek ma’nalı güzel ezanlardan hoşlanmazlar.
Bu âyet, evvelâ ezanın meşruiyyetine, saniyen onunla istihza ve istihfafın küfrolduğuna delalet etmektedir. Bunun için ezana icabet vacibdir.” (E.T. 1722)
Ayrıca (62:9) âyetinde de cuma namazı için ezan okununca hemen icabet edilmesi emrolunmaktadır.
Ezan Kur’anda namaza dâvet olarak iki yerde geçmektedir. Biri (5:58) âyetinde اِذَا نَادَيْتُمْ اِلَى الصَّلٰوةِ namaza çağrıldığınız zaman..” şeklinde, diğeri de (62:9) âyetinde” اِذَا نُودِىَ لِلصَّلٰوةِ Namaz için nida olunduğu zaman..” şeklindedir. Başka âyetlerde kelime olarak “ezan” ve “müezzin” sözleri geçiyorsa da namazla alâkalı olmayıp başka mevzularla alâkalıdır. Meselâ (12:70) âyetinde duyurmak, ilan etmek manasında; (9:3) âyetinde tebliğ, ilan, ültimatom (harp ilanı) manasında; (7:44) âyetinde (ilan et, duyur); (7: 167 ve 14:7) âyetlerinde (duyurdu, bildirdi, ilan etti) manasında geçmektedir.
2806/4- İslâmın Mekke devrinde müslümanlar azınlıkta olduklarından ibadetlerini umumiyetle gizli yaparlardı. Namaz vakitlerinde namaza dâvet için belli bir usûl yoktu. Hicretten sonra müslümanlar fiilen bir devlete sahip oldular ve hürriyetlerine kavuştular; sayıları da arttı. Mescid-i Nebevî yapıldıktan sonra ashab-ı kiram toplanıp beş vakit namazı cemaatle kılmaya başlamışlardı. Namaz vakitlerinde müslümanların namaza dâvet edilmesi gerekiyordu. Boru veya çan çalınması, ateş yakılması, mescidin damına bayrak asılması gibi usûller başka dinlere ait dâvet şekilleri olduğu için kabul edilmedi. Bilâl-i Habeşî’nin “Namaza! Namaza!” diye seslenerek müslümanları toplamasına karar verildi. Bir süre bu usûl devam etti. Bir gün sahabeden Abdullah bin Zeyd-il Ensarî, Hz.Peygamber’e (A.S.M.) gelerek, rü’yasında yeşil giymiş birini gördüğünü ve onun kendisine namaz vakitlerini bildirmek için okunacak sözleri ezberlettiğini söyledi. Hz. Peygamber (A.S.M.) de bunları Bilâl’e öğretmesini ve ezanı böyle okumasını emir buyurdu. Sonra bu rüya, vahy-i İlâhi ile de te’yid buyuruldu.
“Sabah ezanlarında söylenilen “Essalâtü hayrun minen nevm” cümlesi ise, bir sabah Hazret-i Bilâl tarafından hücre-i saâdet pişgâhında irad edilmiş ve emr-i Peygamberî ile sabah ezanlarına ilâve olunmuştur.” (M.T. 63)
2806/5- Resulüllah’ın (A.S.M.) dört müezzini vardı: 1- Bilâl-i Habeşî. 2- ibni Umm-i Mektum-ul Kureşî. 3- Ebu Mahzure Semure. 4-Sa’d-ül Karaz.
1- Bilâl-i Habeşî Hazretleri, ilk İslâm ile müşerref olanlardan biridir. Köle iken müslüman olmuş ve bu sebeble maruz kaldığı işkence ve ezalara sabır ve tahammül ile müşriklere karşı direnirken Hazret-i Ebû Bekir-is Sıddîk (R.A.) onu satın alıp Allah rızası için âzad ettikten sonra Hz. Peygamber’in hizmetine girdi. Hicretten sonra da Hz. Peygamber’in (A.S.M.) irtihaline kadar onun hizmetinde kaldı. Ve sefer zamanlarında bir an yanından ayrılmazdı. İlk ezanı okuyan ve ilk kamet getiren O’dur. Fahr-i Âlem’in (A.S.M.) vefatına kadar müezzinlik hizmetinde bulundu. Hz. Peygamber’in vefatına çok üzülen Bilâl Hazretleri artık Medine’de kalmak istemedi. Hz. Ebubekir’in (R.A.) ısrarlı ricası üzerine bir süre daha müezzinliğe devam etti ve fakat bir gün artık dayanamıyarak Şam tarafına giderek Müslüman gazilere katıldı. Bir gün rüyasında Resulüllah’ın dâveti üzerine tekrar Medine’ye döndü ve kabr-i Nebevîyi hasret ve gözyaşı içinde ziyaretten sonra, eskisi gibi ezan okumaya başlayınca herkes heyecana kapıldı. “Eşhedü Enne Muhammeden Resûlüllah” deyince, çocuklar, Resulüllah dirilmiş diyerek sokaklara döküldü. Herkes ağlamaya başladı. Resûl-i Ekrem’den sonra Medine’de o kadar ağlayış görülmemişti. Hz. Bilâl Hicrî 20 yılında dâr-ı bekaya göçtü.
2- İbn-i Ümm-i Mektûm, Hazret-i Haticet-ül Kübra’nın dayısı oğludur.
Bilâl-i Habeşî teheccüd için fecirden önce ezan okur, İbn-i ümm-i Mektûm ise sabah namazının tam kılınma vakti gelince okurdu.
3- Ebu Mahzure’nin sesi çok güzeldi ve çok güzel ezan okurdu. Resulüllah (A.S.M.) fetihten sonra onu Mekke’de müezzin tayin etti. Evlâtları da Harun Reşid zamanına kadar bu vazifeyi devam ettirdiler.
4- Sa’d-ül Karaz, Ammar İbn-i Yâsir’in kölesi idi. Resul-i Ekrem (A.S.M.) onu Kûba Mescidi’ne müezzin tâyin etti. Resulüllah’ın vefatından sonra, Bilâl-i Habeşî (R.A.) Şam tarafına gidince Sa’d-ül Karaz, Medine-i Münevvere’ye nakl ile Mescid-i Nebevî müezzinliğine tayin edildi. Kendisinden sonra de evlâdı Mescid-i Nebevî’de müezzinlik yapmışlardır. (Ahmet Cevdet Paşa Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ’dan bu dört müezzin sahabe hakkında bilgi kısmen telhisle alındı. ci: l, shf: 255, İstanbul- 1966 baskısı)
2806/6- Ezanın ifade ettiği derin ve küllî mânâ şöyle beyan ediliyor: “Erbab-ı dâniş ve dikkatin (ilim ve dikkat sahiplerinin) ikaz-ı ârifanelerine göre ezan, elfaz-ı kalile ile mesâil-i i’tikadiye ve ameliyenin hemen kâffesini hülâsaten câmi’ ve şamildir. “Allahu Ekber” lâfz-ı celili, vücud-u Bâri’yi tasdika delâlet ettiği gibi, bilcümle sıfat-ı kemaliyesini de isbat eder. “Eşhedü en lâilâhe illallah” kelime-i tayyibesi, tevhide ve nefy-i şirke; “Eşhedü Enne Muhammeden Resulüllah” cümle-i cemilesi de risalet-i celile-i Muhammediyeyi ve onun zımnında bütün Enbiya ve Rusül Aleyhimüsselâmın alelıtlak nübüvvet ve risaletlerini tasdika dâll olduğu gibi, “Hayye alessalâti” sîga-i emrî, ancak resul sayesinde ma’lum olan taat-i İlahiyeye da’vettir. “Hayye Alelfelah” sîgası da, beka-yı dâim demek olan felah ve necat yoluna çağırmaktır ki, bu da meâd ve ukbayı tasdikten ileri gelir. Bu elfaz-ı şerifenin tekrarı, mazmunların tekidi içindir.” (M.T. 63)
Ezan önceleri yüksek binaların üzerinde okunuyordu. İlk minare Hicret’in 58. yılında Mısır vâlisi Mesleme bin Muhalled tarafından Amr İbn-ül As Camii’nin yanında yaptırıldı. Ezan ve daha sonra minare, İslâm şeairinden olmuştur.” Miladi 700 tarihlerinde Mısır hükümdarı olan Melik-ün Nâsır Seyfüddin Kılavuz’un emriyle Cuma namazından evvel “Salâ” verilmek usulü vaz’edildi.” (M.T. 63)
2806/7- Ezan ve kametle ilgili bir takım şer’î hükümler vardır. Bunların açıklamaları, ilmihal kitaplarında mevcuttur. Ehemmiyetine binaen bazılarına burada yer veriyoruz:
1- Ezan, Arapça muayyen kelime ve cümleleriyle sade, zühdî bir üslubla okunur. Daha sonraları, on ayrı makamda da okunmuştur.
2- Kamet de ezan gibidir. Yalnız kamet, ezanda olduğu gibi ağır ağır ve çok yüksek sesle okunmaz. Namaz kılınan yerde, ayakta ve kıbleye karşı okunur. Ayrıca ezanda da geçen “Hayye Alelfelah”tan sonra “Kadkametissalatü kadkametissalah” (Namaz başladı, namaz başladı) sözleri ilave edilir. Kamet de, ezan gibi farz olan namazların sünnetlerindendir. Gerek tek başına, gerek cemaatle farz namaza başla-nacağı sırada kamet getirilir ve hemen namaza başlanır.
3- Kadınların, çocukların ezan okumaları veya cemaate kamette bulun-maları mekruhtur. Bu takdirde ezanı iade etmek mendub veya vacibdir.
4- Müezzin olan zât, ezanın âdabını bilir ve müttaki olması müstehabdır. Cahillerin, fâsıkların ezan okumaları mekruhtur.
5- Sarhoşların, mecnun veya ma’tuhların, cünüblerin ezan okumaları da mekruhtur. Bunların okudukları ezan iade edilmelidir.
6- Evde veya kırda kılınacak farz namazları içinde hem ezan, hem de kamet efdaldir. Bunlarda yalnız kamet ile iktifa edilebilir, fakat ezan ile iktifa mekruhtur.
7- Ezan ve kamet vakit namazları için sünnet olduğu gibi, kaza namazları için de mesnundur.
8- Sabah namazı hariç, vaktinden önce ezan okumak caiz değildir. İadesi lâzım gelir.
9- Akşam namazında ezanın arkasında kamet getirilirken camiye giren kimse oturur. Ayakta durması mekruhtur.
Ezan okunurken” Hayye alessalâh” derken müezzinin yüzünü sağa, “Hayye alelfelah” derken sola çevirmesi müstehabdır, minarede sağa ve sola dolaşır.
10- Ezan İslâm’ın büyük şeairindendir. Ezan okurken onu huşu ile dinleyip hürmet göstermekle, şeair cihetindeki manevî te’siri daha çok alınır ve hissedilir. Lâkayd kalmak, fuzuli konuşmaları terketmemek hatadır. Hatta muteber kaynaklar, Kur’an okumak, zikir gibi sünnet ve müstehab meşguliyetlere ara verilmesini efdal görmektedir. Dinî ilimlerin ders ve tâlimi gibi farz olan fiiller, buna dahil değildir.
11- Ezan ve kameti işiten kimsenin bunları kendi kendine tekrar etmesi, “Haye alessalah, Hayye alelfelah” kelimelerinde ise: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” demesi; sabah namazında da “essalatü hayrun minnevm” (yani, namaz uykudan hayırlıdır) diyen müezzinin bu sözüne karşı “sadakte ve berirte” (yani doğrusun, gerçeksin) demesi müstehabdır.”Eşhedü enne Muhammeden Resulüllah” sözüne karşı da “Sallallahü aleyke ya Resulallah” der.
Ezan ve kameti dinledikten sonra şu dua okunur:
اَللّٰهُمَّ رَبَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةِ التَّآمَّةِۚ وَالصَّلَةِ الْقَآئِمَةِۚ اٰتِ مُحَمَّدًانِ الْوَس۪يلَةَ وَالْفَض۪يلَةَ وَالدَّرَجَةَ الرََََّف۪يعَةَۚ وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًانِ الَّذ۪ى وَعَدْتَهُۚ اِنَّكَ لَتُخْلِفُ الْم۪يعَادَ
(Meali: Ey bu tam davetin -yani okunan mübarek ezan veya kametin- ve kılınmak üzere olan (ve kıyamete kadar devem edecek olan) namazın sahibi Allah’ım! Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (A.S.M.) Vesile’yi, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et! Ve O’nu kendisine va’dettiğin Makam-ı Mahmud’a eriştir! Ve bizi de O’nun şefaatına nail et! Şüphesiz sen va’dinden dönmezsin. (B.İ.İ.128)
Mezkûr ezan duası ehadiste zikredilir. Ezcümle Buhari Ezan 8, Ebu Davud 529. hadîsi, İ.M. 722. hadîsi, B.M. 1 ci. 157. hadîsi ve S.B.M. 365. hadîsi örnek verilebilir.
(Not: Duada geçen Vesile, Allah’ın rızasına ve yakınlığına sebep olan şey demek olduğu gibi Cennet’te çok yüksek bir makam olduğu, faziletin de iyi ahlâk ve meziyetler manasına geldiği gibi, aynı şekilde Cennet’te yüksek bir makam olduğu; Makam-ı Mahmud’un da (Bak: 2237.p.) şefaat-i kübra makamı olduğu beyan olunmaktadır. Böyle bir duada bulunmak, Resul-i Ekrem’e (A.S.M.) sevginin, kuvvetli bağlılığın bir nişanesidir.)
2806/8- Bilindiği gibi ezan, bütün dünyada müslümanlar tarafından Arapça olarak, aslına uygun şekilde okunmaktadır. Memleketimizde ise Cumhuriyet’ten sonra bir ara Türkçe olarak okunma mecburiyeti getirildi ve bu husus kanunî müeyyideye bağlandı. Kur’an ve ezanın Türkçe okunması fikrini müdafaa eden Ziya Gökalp’ti. Mustafa Kemal bunu tatbikat sahasına koydurdu. Önce bir deneme yapıldı. Türkçeleştirilmiş bir kısım Kur’an sûreleri ve Türkçe ezan 3 Şubat 1932’de (27 Ramazan, Kadir Gecesinde) Ayasofya’da okutuldu. Bu hareket İslâm dünyasında şiddetle tenkid edildi. Meselâ Mısır’da Şeyh Muhammed-el Güneymî et-Taftazanî, bunu dinsizlik hareketi şeklinde kınadı. Fakat Türkiye’de halk baskı altında bulunduğu için sesini fazla duyuramadı. Türkçe ezanın bir yıl sonraki Ramazanda bütün yurt sathında yaygınlaştırılması talimatı verildi ve bu iş için hararetli çalışmalar başlatıldı. Fakat gelecek Ramazana kadar bu çalışmalar tamamlanamadığı için ancak kısmen bu plan tatbik edilebildi. Türkçe ezana karşı 1 Şubat 1933’te Bursa’da halk arasında bir protesto hareketi oldu. Yahudilerin sinagogda, Hristiyanların kilisedeki ibadetlerine karışılmadığı halde müslümanların camideki ibadetlerine asla karışılamayacağını beyan ettiler. Fakat bu haklı talep ve ikaz, şiddet ve ceza ile karşılandı. Bursa müftüsü Nurettin Efendi vazifesinden azledildi ve din hürriyetine yapılan tecavüzü protesto edenler hapsedildi.
Türkçe ezan okunma mecburiyeti Ceza Kanunu’nun 526. maddesi ile cezaî müeyyideye bağlandı. 2 Haziran 1941 tarihli kanunla bu maddeye yapılan ilaveye göre, cami ve mescidler dışında, her hangi bir yerde vazife dışında, Arapça ezan okuyanlara üç ay hapis cezası getirildi. Arapça ezan okuma yasağı, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Haziran 1950’de kaldırıldı. Halk bunu sevinç gözyaşları ve büyük tezahüratla karşıladı. Fakat Cumhuriyet Halk Partisi ve onun fikriyatını savunan gazeteler, bu yasağın kaldırılmasına karşı çıktılar. Antidemokratik alışkanlıklarını, ideolojileri hesabına bırakamadılar.
Ezanın devlet müdahalesiyle Türkçeleştirilmesi ve zorla okutturulmasının dine ve demokrasiye aykırılığı bir yana, hiç te’vil kaldırmaz bir kat’iyetle laik devlete dahi tam manasıyla aykırıdır. Zira laik devlet dindara ve dinsize müdahale etmez ve edemez; yoksa laikliğin esas vasfı ihlal olunur.
2806/9- Hadislerde de ezan bahsine hayli yer verilmiştir. Ezcümle: S.B.M. ci:2 shf:550’de bab-ı bed’-il ezan ve S.M.4. kitab-üs salât 1-8 bablar ve İ.M.3. kitab-ül ezan, ci:2 shf: 475 ve Ebudavud 2. kitab-üs salât, 27-44. bablar ve T.T. ci: 1, shf: 147, 4. bölüm ve B.M. ci: 1, shf: 206-232 ezan babı, ezan hakkında olup, bu hususta geniş tafsilat verirler.
2807- Namazda Fatiha’nın okunması mes’elesi ise, fıkıh kitablarında tafsilatıyla izah edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“ كُلُّ صَلَاةٍ لَايُقْرَاُ فِيهَا بِاُمِّ الْكِتَابِ فَهِىَ خِدَاجٌ
Herhangi bir namaz ki, onda Fatiha-i Şerife okunmaz o namaz noksandır.
İzah: Malum olduğu üzere namazlarda Kur’an-ı Kerim âyetlerinden bir miktar okunması farzdır. Fatiha-i Şerifenin okunması da vacibdir. Bir namazda hiç Kur’an okunmazsa o namaz batıl olur. Başka âyetler okunduğu halde Fatiha-i Şerife okunmazsa namaz da noksan bulunur. Fatiha-i Şerife sehven okunmamış ise secde-i sehiv lâzım gelir, kasden okunmamış ise namazın iadesi icabeder. Cemaatle kılınan namazlarda imamın Fatiha-i Şerifeyi kıraati, cemaatin de kıraati yerine kaim olur. Bu Hanefi Mezhebine göredir. İmam-ı Malik ile İmam-ı Ahmed’e göre ise bu, cemaatle kılınıp cehren kıraat olunan namazlara mahsustur. İmam-ı Şafiî’ye göre ise Fatiha-i Şerifeyi cemaatin her halde okuması lâzımdır, bunu okumayanın namazı sahih olmaz. Bu mes’elelere dair fıkıh kitaplarımızda tafsilat vardır. Biz burada şuna işaret edelim ki, namazda okumakla mükellef olduğumuz şey, mahza Kur’an-ı Kerim’in âyetleridir, sureleridir. Bunlar ise vahy-i İlahîye müstenid, birer mu’cize-i kelâmiyedir. Birer kudsiyet-i mahsusayı haizdir. Bunların yerine hiçbir tercüme, hiçbir meal kaim olamaz. Bunlara Kur’an hükmü verilemez. Bu hususta sarahat-ı Kur’aniye vardır. Bu babda icma-i ümmet, mün’akiddir. Kur’an-ı Kerim tercümelerinin Kur’an-ı Mübin mahiyetinde olamıyacağına dair Tefsir Tarihi ve Tabakat-ül Müfessirîn adındaki eserimizde tafsilat vardır.” (H.G. Hadis: 286) (Büluğ-ul Meram Tercemesi, ci:l, shf: 316 ile 320’de de tafsilat vardır.)
İ.M. 984-988. hadislerde, cemaatte ihtiyarlar, hastalar, çocuklar ve zamanı az olanlar düşünülerek imamın namazı hafif (kısa) kıldırması, cemaatı usandırmaması gerektiği bildirilir.
Atıf notları:
-Bediüzzaman Hz.nin namaza dair, ilk Millet Meclisi’ne hitaben bir beyannamesi, bak: 383.p.
-Yedi yaşına giren çocuğa namaz kıldırmak, bak: 170.p.
2808- Namaz hakkında Kur’andan birkaç not:
-Namaz insanı fuhşiyattan, münkerden men eder: (29:45)
-Namazı yalnız Allah rızası için kılmak: (6:162)
-Namazı eğlence edinerek kılanlar: (8:35)
-İstemiyerek ve riya için namaz kılanların hali: (4:142) (9:54) (107:4,6)
-Namaza mani olanlar: (96:9,10)
-Huşu ile namazı kılmak: (23:2)
-İkame-i salât (ta’dil-i erkâna riayet etmek) : (2:3, 238) (4:162) (5:55) (6:92) (8:3) (9:71) (31:17) (70:34)
-Namazda müdavemet: (70:23)
-Kasr-ı salât (seferî namaz): (4:101)
-Ehline namazı emretmek: (20:132)
-Din kardeşliğinde; nifaktan tövbe, namaz ve zekâtı ifa etmek şartları: (9:11)
-Bütün zihayatların ibadeti: (24:41)
Hadislerde de namaz bütün tafsilatıyla bahsedilir. T.T. ci: 1, 5. kitab, bütün bölüm ve fasıllarıyla namaz hakkındadır.
1(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiş.
2 Kur'anda (73:20) âyeti, çalışıp kazanmanın meşruiyetini ve kesb, sa'y ve darb ve bunlardan türeyen kelimelerden bazıları, istihsal için meşru çalışmaları ifade eder. (Bak: Rızk) (Hazırlayanlar)
3 (2:238) (11:114) (17:78) (20:130) (50:39,40) (76:25,26) âyetleri de namaz vakitlerini bildiren âyetlerdendir.
4Bu hâdise Kur'an (4:102) âyetinde ve ehadiste zikredilir. Ezcümle: Müslim 6. Kitab 57. bab ve S.B.M. ci: 3, 510. hadis, meselemiz olan salat-ı havf hakkındadır. (Hazırlayanlar)
5 Feyz-ül Kadir 3/3593, Nesei 36. kitab 1, İbn-i Hanbel 3/128, 199,285.