بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
MESNEVİ-İ NURİYE 212. SAYFANIN TAHŞİYESİ
İ'lem Eyyühel-Aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren câmiiyetinin1 meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek her şey sağır adam gibi yalnız kendi kelâmını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri esma-i hüsnanın delillerini fehmeder. Binaenaleyh herşeyin kıymeti, kendisine göre cüz'îdir. İnsanın kıymeti ise küllîdir.2 Demek bir insan, bir ferd iken bir nevi gibi olur.
وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ
….
İ'lem Eyyühel-Aziz! Hayat-ı dünyeviyeye kasden ve bizzât teveccüh edip bağlanan kâfirin, imhal-i ikabında3 ve bilakis terakkiyat-ı maddiyede muvaffakıyetindeki hikmet nedir?
Evet o kâfir, kendi terkibiyle, sıfatıyla Cenab-ı Hak'ça nev'-i beşere takdir edilen nimetlerin tezahürüne -şuuru olmaksızın- hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlahiyenin mehasinini bilâ-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garabet-i san'at-ı İlahiyeye nazarları celbediyor. Ne faide ki farkında değildir. Demek o kâfir4 , saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma vakitleri bildirmek gibi nev'-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükâfatını görür.
İ'lem Eyyühel-Aziz! Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur'andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım.5 Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi6 okumaksızın îsal edici bir yol buldum.7
1 (Bakınız: Câmi-Câmiiyet Derlemesi)
3 İmhal-i ikab hakkında:
“bu kâinatın hikmet-i hilkatı ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve Arz'ın halifesi olduğunu fenleriyle, san'atlarıyla gösteren.. ve dünya cihetinde Sâni'-i Âlem'in mu'cizeli san'atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azabı te'hir edilen ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakıyet gören nev'-i benî-Âdem var.” Şualar (188)
“Küffarın tarifi ise: Küffar, hayvanat-ı İlahîden bir nevi habistirler ki; imaret-i dünyaya ve hem mü'minlere derecat-ı niam-ı İlahiyeyi anlamağa bir vâhid-i kıyasî olmak için halkedilmişler ve imhal edilmişlerdir. Şu küffar denilen bu nevi hayvanatın, hakkı inkâr edip nefyetmekte ittifakları kuvvetsizdir.” Nur'un İlk Kapısı (99)
“Sâni'-i Âlem'in pek yüksek, celalli, izzetli bir haysiyeti vardır ki, ubudiyetle Sâni'i ta'zim etmeyenlerin veya istihfaf edenlerin te'diblerini te'hir ve imhal etse bile ihmal etmez.
Ve keza o sultanın emirlerini, nehiylerini kıymetsiz görüp iman ile imtisal etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve şükran ile hürmette bulunmayanlar için rububiyetin ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat ve mücazat olacaktır.” Mesnevi-i Nuriye (40)
“Kâh oluyor âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder, şedid bir tehdid ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdid, ye'se ve ümidsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hâtime verir, teselli eder. Meselâ:
قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلَى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا ٭ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَ لكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette arş-ı rububiyetine el uzatıp müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki yedi tabaka semavattan, tâ hurdebînî zîhayatlara kadar, herbir mahluk küllî olsun cüz'î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o esma-i hüsnanın Müsemma-i Zülcelalini tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ediyorlar. Evet nasılki sema güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla, onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor ve cevv-i hava dahi, bulutların ve berk ve ra'd ve katrelerin kelimatıyla onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebatat ve mevcudat denilen hayattar kelimatıyla Hâlık-ı Zülcelalini tesbih ve tevhid etmekle beraber, herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimatıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de en küçük mahluk, en cüz'î bir masnu', küçüklüğü ve cüz'iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pekçok esma-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yı Zülcelali tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder. İşte bütün kâinat birden, bir lisan ile, müttefikan Hâlık-ı Zülcelalini tesbih edip vahdaniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti, kemal-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsası ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak, ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye'se düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinayete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhar-ı Zülcelal nasıl meydan verip kâinatı başlarına harab etmediğinin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا der. O hâtime ile hikmet-i imhali gösterip, bir rica kapısı açık bırakır.” Sözler (430)
4 “Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar.” Şualar (584)
(Bakınız: Küfr, Kâfir ve Fâsık Derlemeleri ve İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fısk Maddesi)
5 (Bakınız: Risale-i Nur Derlemesi)
6 “Ulûm-u medarisin tedennisine ve mecra-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u âliye (آلِيَه ) maksud-u bizzât sırasına geçtiğinden, ulûm-u âliye (عَالِيَه ) mühmel kaldığı gibi, libas-ı mana hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli ezhanı zabtederek, asıl maksud olan ilim ise, tebaî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitablar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.” Muhakemat (54)
“Hem meselâ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَ لَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, mana-yı remziyle diyor ki: "Onüçüncü ve ondördüncü asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır, yani bin ikiyüz seksen (1280) tarihine yakındır. İşte bu cümle ile nasılki elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de: Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki; Resail-in Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.” Şualar (690 - 691)
“Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir.” Lem'alar (167)
7 (Bakınız: Müceddid, Müceddidiyetin Mahiyeti ve Son Müceddid Derlemeleri ve İslam Prensipleri Ansiklopedisi Müceddid Maddesi)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.