1702- İRŞAD ارشاد : Doğru yolu göstermek. Veli bir zatın, bir kimsenin hidayete ermesine vesile olması. *Hak ve hakikatı arayan kimselere bir mürşid-i ekmelin Kur’anî ve İslâmî eserleriyle veya sözüyle sırat-ı müstakim olan İslâmiyet yolunu tanıtması ve tarif etmesi. İmanı kuvvetlendiren ve inkişaf ettiren tahkikî ve yakinî delillerle hak ve hakikatı talim ve tedris etmesi. (Bak: Mürşid, Rüşd, Tebliğ)
İki atıf notu:
-Fıtrî hisleri ibtal etmek değil, mecralandırmak, bak: 1344.p.
-Risale-i Nur, hidayet ve dalalet müvazeneleriyle, dalaletin dünyadaki elemlerini göstermekle irşad eder, bak: 3102-3104.p.lar
1703- Bediüzzaman, eserlerinin muhtelif yerlerinde, irşadda gerekli bazı mühim hususlara dikkati çeker. Ezcümle” irşadın tam ve nafi olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise; hakaiki çıplak olarak göremez, ancak onlarca malum ve me’luf üslub ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim, yüksek hakaikı, müteşabihat denilen teşbihler, misaller istiareler ile tasvir edip, cumhura yani avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmıştır. Ve keza, tekemmül etmiyen avam-ı nasın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahiri ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi mes’elelerde icmal ve ibham etmiş ise de, yine hakikatlara işareten bazı emareler, karineler vaz’etmiştir.” (İ.İ. l12) (Bak. 3513.p.)
1704- “Kur’an mürşiddir, irşad umumi oluyor. Bunun için Kur’an’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatabların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-ı hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur’anın herbir ifadesinde aramak hata olduğu gibi; muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslubun mizan ve mirsadiyle mütekellime bakan elbette dalalete düşer.” (M.N. 79) (Bak. 2119.p)
1705- İrşadda şiddetten ziyade ıslah yolu takib edilmelidir. Zira “fena adama, iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama, fenasın fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku’ bulmuştur.
Sual: Neden?
Cevab: Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalıklar vardır ki; iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdud ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicab ve haya altında kendisinin ıslahına çalışır. Lakin vakta ki perde yırtılsa, haya atılır; hücum gösterilse, fenalık fena tevessü’ eder.” (Mün.36)
İ.M. 53.kitab-üz zühd 8. babında, kötülüklerden (haya perdesini yırtmadan) ikaz ve men etmek tavsiye edilir.
1706- Hem bu zamanda irşad delillere dayanmalıdır. Çünki “mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyûlat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şa’şaalandırmak veyahut haile veya kuvve-i belagatla hayele me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi. Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir.
Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile al-danmayız.” (Mu: 31) (Bak.761,3065,3068.p.lar ve 3883.pda dip notu)
1707- “Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebeb buldum:
Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve müteharri-i hakikatı ikna lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden müvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belagatın muktezası olan hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler; güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.
Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, ta isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, ta müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i mukni’ olmalı, ta mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin ve mizan-ı Şeriatla tartsın ve böyle olmaları da şarttır.” (İ.M.Ş. 80) (Bak: Tefsir)
1708- İrşadda lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha müessirdir: Kur’an te’dibkârane (61:2) لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ ve emsali âyetlerle bu hakikata dikkati çeker. (2:44) âyeti de aynı hakikatı teyid eder.
“Eğer biz, ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (H.Ş. 24) (Bak: Lisan-ı Hal)