112- ÂDETULLAH عادة اللَّه : (Sünnetullah da denir.) Âlemde canlı cansız bütün varlıkların yaradılışlarını ve nasıl hareket edeceklerini tanzim eden Allah’ın emirleri, O’nun koyduğu değişmez nizam. Meselâ: Âdetullah ile oksijen ve hidrojen birleşir, su olur. Işık geldiği açıya eşit bir açıyla akseder ki, bunlar birer âdetullahtır. “Âdetullah” yerine “Tabiat kanunu” demek yanlıştır.
113- Esasen âdetullah denilen kanunların vücud-u haricîleri yoktur. Ancak itibarî emirlerdir. Çünki “esbab-ı tabiiyyenin üssül-esası hükmünde olan cüz-ü layetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hortumu üzerinde bir muhaliyet damgası var. Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def’, hareket, kuva gibi emirler, âdetullah’ın kanunlarına birer isim olsun. Lakin kanun, kâidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe ve itiba-riden hakikata ve âletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz.” (M.N.248) (Bak: Âdiyat, Esbab, İcabiye, Sünnetullah, Tabiat, Ülfet)
İki atıf notu:
-Şuunat-ı Rububiyetin cüz’de ve küllde aynı kanunla tasarrufu, bak: 3748.p.
-Âdetullah kanunlarında şüzuzat, bak: 1727.p
114- Beşerin acib bir gafleti şudur ki, âdetullahın mahiyetini bilmekten âciz olmasına rağmen “bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlara bir isim takıp, güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Meselâ:
Bu elektrik kuvveti imiş deyip, o ince ve derin hakikatı ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki, kudretin o mucizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikatı ve o külli hikmeti gizleyip, gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mucizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip, Ebu Cehilden daha echel bir dereceye düşüyorlar.
115- - İşte, İrade-i İlahiyenin namuslarının ünvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine elektrik namını verip, tenvirdeki hârika mucize-i kudreti âdileştirmekle ve malum birşey imiş gibi elektirik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi cok hârikulâde mucizat-ı Kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar.” (N.A.14)
116- Tabiiyyunun âdetullah hakkındaki yanlış ve acib anlayışlarını tasvir eden iki misalden birincisi:
«Bütün âsar-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşi bir adam girmiş, içine bakmış... Binlerle muntazam sanatlı eşyayı görmüş... Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçden kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi, o sarayı müştemilatiyle beraber yapmıştır” diye taharriye başlıyor. Hangi şeye bakıyor.. o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra o sarayın teşkilat programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhere nisbeten, kavanin-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebetdar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek.. vahşetini ah-makların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.
İşte aynen bu misal gibi; hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu’cizane hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı Uluhiyete giden “tabiiyyun” fikrini taşıyan vahşi bir insan girer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zat-ı Vacib-ül Vücud’un eser-i sanatı olduğunu düşünmiyerek ve ondan i’raz ederek, daire-i mümkinat içinde kader-i İlahînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlahiyenin kavanin-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “tabiat” namı verilen bir mecmua-i kavanin-i âdât-ı İlahiye ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbaniyeyi görür. Ve der ki: “Madem bu eşya bir sebeb ister, hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmü-yor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki; gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat madem Sani-i Kadim’i kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der. Biz de deriz:
Ey ahmak-ul humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak. Zerrattan seyyarata kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sani-i Zülcelal’i gör.. ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelî’nin cilvesini gör, fermanına bak, Kur’anını dinle.. o hezeyanlardan kurtul!..
117- İkinci Misal: Gayet vahşi bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumi beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı bir kumandanın, devletin nizamatıyla ve kanun-u padişahî ile kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar hârikalı bir ip olduğunu düşünür; hayrette kalır. Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i müslimîn, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek, oturduklarını müşahede eder. Manevi ve semavi kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevi düsturlarını almadığından, o cemaatın maddi iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider...
İşte aynı bu misal gibi: Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mabud-u Ezelî’nin muntazam bir mescidi olan şu kâinata; mahz-ı vahşet olan inkarlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevi kanunlarını, birer maddi madde tasavvur ederek ve saltanat-ı Rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının, manevi ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u harici ve maddi birer madde tahayyül ederek kudret-i ilahiyyenin yerine, o ilim ve kelamdan gelen ve yalnız vücudu ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kâdir telakki etmek; misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir!..
Elhasıl: Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir sanat olabilir. Sâni olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, Hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri’ olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadir olmaz. Mistardır, masdar olamaz.» (L.184)
118- Evet «Sani-i Zülcelal, Kadir-i Külli Şey’ esbabı halketmiş; müsebbebatı da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebatı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair kavanin-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlahiyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine, yalnız bir âyine ve bir ma’kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye mazhar olan vechini kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halketmiş, birbirine mezcetmiş. Acaba gayet derecede makul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatın kabulü mü daha kolaydır.. -Acaba vücub derecesinde lâzım değil midir?- Yoksa camid, şuursuz, mahluk, masnu, basit olan o sebeb ve tabiat dediğiniz maddelere, herbir şey’in vücuduna lâzım hadsiz cihazat ve âlatı verip hakîmane, basirane olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtina’ derecesinde, imkân haricinde değil midir?» (L.187)