658- DELİL دليل : Kılavuz. *Doğru yolu gösteren. *Mechulü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. *Beyyine. Bürhan. (Bak: Bürhan, İsbat, İstidlal, Naklî Delil)
Mahsûsat âlemi denen ve beş duygu ile idrak edilen ve tecrübe altına alınan âlem-i şehadete ait mes’elelerin isbat delilleriyle, âlem-i şehadetten istidlal yoluyla ve bilhassa naklî delil ile bilinen gaybî ve manevi varlıkların isbat delilleri ve yolları arasında fark vardır. Binaenaleyh her mes’ele kendi delilleriyle isbatlanmalıdır.
Esasen âlem-i şehadetteki varlıkları ve hâdiseleri araştırmak, yalnız onların hususiyetlerini anlamaya çalışmak, maddi âleme ait müsbet ilimleri elde etme yoludur. Bu müsbet ilimlerde tesbit edilen müsbet meseleler ve hükümlerde, inanan inanmayan bütün insanlar müşterektirler. Meselâ: Fizikî kanunlara göre hesablanan bir cismin suda batıp batmayacağı hakkında, inanan da inanmayan da aynı hükmü verir. Esas önemli olan mesele, âlem-i şehadette yapılan doğru istidlaldir. Yani eserden müessire isabetli intikaldir. (Bak: 2226.p.) Bunun da en mühimmi, bütün hakaikın temeli olan iman-ı Billah rüknünün isbatında isabet edip Hâlik-ı Âlem’i bilmektir.
İki atıf notu:
-İman-ı billahın delilleri istidlalîdir, bak: 1633. p.ta ikinci esas
-Tabiiyyun fikrini red ve tevhidi isbat delillerinden birkaç örnek, bak: 232 ilâ 239. p.lar.
659- «Hâlik-ı Âlem’i bize tarif ve ilan eden deliller ve bürhanlar, lâyüaddi ve lâyuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür:
Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu “kitab-ı kebir-i kâinat”tır.
İkincisi: Bu kitabın âyet-ül kübrası ve divan-ı nübüvvetin hatemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır.
Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlukata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’an’dır. » (M.N.21)
660- «Tevhid ve nübüvvetin isbatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünki devir lâzım gelir. Evet Kur’an ve hadisten ibaret olan naklî delillerin sıhhatı, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile isbat edilirse, muhal lâzım gelir. Bunun için Kur’an-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delail-i akliye ile isbat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem aklî hem naklî deliller ile isbatı sahihtir.» (İ.İ.144)
İki atıf notu:
-İrşad, maneviyatla beraber delillere de istinad etmelidir, bak: 1706.p.
-Mütekellimînden biri gelip hakaik-i imaniyeyi isbat edeceğinin ihbarı, bak: 3067/1.p.
661- Hakka isabet için, önce inayet ve hikmet-i İlahiye nazarıyla bakmak esastır. Ezcümle, Kur’an (22:73) gibi bazı âyetlerde sinek ve hakir şeylerden getirilen misallerin hikmet ve hakikatını anlamak için bu esastan hareket etmek gerektiği şöyle ifade ediliyor:
«(2:26) فَاَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden, kudretin azameti altında bakarsa, بَعُوضَة ve emsaliyle getirilen temsillerin, belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Hak’tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalâletin bataklığına atar.
Bu iki taife insanların meseli, şöyle iki şahsın meseline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüd etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise; arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.
Yahud o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki; birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.
Hülasa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilatına, üslublarına; inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber, Allah’ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da, ancak nur-u îmanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa, zaif bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı’nı gözün rü’yetinden meneden sineğin kanadı gibi; zaif, küçük bir vehim de, hakikatı onun gözünün görmesinden setreder.» (İ.İ.161.) (Bak: Nokta-i Nazar)
662- «Kaide-i mukarreredir ki: “Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor.” Bir davaya müsbit bir şâhidin hükmü, yüz nâfilere râcih olur. Bu hakikata bir temsil ile bak. Şöyle ki: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemiyeceği söylenemez.
İşte hakaik-ı imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. İşte bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur der, kandırır.» (L.89)
Hem «bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat’i, sahih bürhanı reddetmek üzere: “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez.” diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.» (M.N.198)
Evet «imanî mes’elelerde şüphe; bir delili, hatta yüz delili atsa da, medlûle îras-ı zarar edemez. Çünki binler delil var.» (H.Ş.124) (Bak: Hads)
663- «Hakaik-ı imaniyeyi isbat için îrad edilen bürhanlar ve delilleri tedkik ederken, şu kocaman neticeyi bu zaîf, nahif delil intac edemez diye tenkidatta bulunma. Zira za’fiyetiyle ittiham ettiğin o delilin sağında ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur. Evet İslâmiyet’in sıdkına delâlet eden şâhidlerden, şehidlerden, bürhanlardan, delillerden, emarelerden her birisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalıyarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünki hakaik-ı imaniyede hedef sübuttur, nefy değildir. Sabit olan bir şeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun ve muvafık olduğundan, her birisi ötekileri tezkiye ve tasdik etmiş olur. Nefy cihetinde, nefy edenlerin şehadetlerinde tevafuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz. Çünki tevafuk yok.» (M.N.102)
«Evet sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki; biri dese: Süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder.
İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir. Aynen öyle de: Cennet’i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhatını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir, ademini gösterebilir.» (S.118) (Bak: 1635.p.)
664- «Maahâza bürhanların hey’et-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her ferdden istemek ve her ferdde aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh bir bürhana bakıldığı zaman za’fiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za’fiyet kalmaz, vehimler de dağılır. Maahâza bazı bürhanlar suya benziyor, bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi bürhanları gayet latif ve dikkatli ince bir fikir ile arayıp tutmalıdır ki; dökülmesin, sönmesin, uçmasın!...» (M.N.63)
665- Hem «Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyat ve şâhidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesamatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma! Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müşahede ettim ki, marifetullahın şâhidleri, bürhanları üç çeşittir:
Bir kısmı: Su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım: Hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut; tenkid elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et! Tereddüd ile baksan, tenkid ile el atsan o yürür gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona râzı olmaz.
Üçüncü kısım ise: Nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz; belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddi elini uzatsan ve maddi mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda da giremez. Kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.» (L.128)
666- «Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri, bürhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası, yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esasat-ı imaniyyeden olmayan mesail-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.» (S.341)
Atıf notu:
-Hakkı kabul niyeti olmıyanlar, bedihî delilleri de kabul etmezler, bak: 1654.p.sonu