818- ENANİYET انانية : (Enaniyyet) Benlik. Kendine güvenmek. Gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek. (Bak: Egoizm, Egosantrizm, Kibr, İhlas, Şahsiyet, Tevazu’)
Cenab-ı Hak sıfat ve evsafının mahiyetini bir derece hissettirip, bildirecek küllî istidad ve kabiliyetlerle, maddi ve manevi cihazlarla mücehhez olan insanın evsaf-ı fıtriyesidir ki, bir cihetle emanet-i kübra tabir edilir.
Bir atıf notu:
-İnsanın zıddiyet cihetiyle esma-i İlahiyeye ayinedarlığı, bak: 860.p.
819- Gayet derin bir sır olan emanet-i kübra hakikatını ve bir cihette enaniyetin mahiyetini tazammun eden âyetlerden biri şudur: (33:72)
اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene’dir. Evet ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tuba ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
820- Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücub’un künuzunu dahi açar. Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinatın kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten ka-palıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallâk-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsındır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki: Sani-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarât ve nümuneleri cami bir ene vermiştir. Ta ki o ene, bir vahid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.
821- Sual: Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve esmasının marifeti, “enaniyet”e bağlıdır?
Elcevab: Çünki mutlak ve muhit bir şey’in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenab-ı Hakk’ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfat ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder.”Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.
Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlikının rububiyetini anlar ve zahirî malikiyetiyle, Hâlikının hakiki malikiyetini fehmeder ve “Bu haneye malik olduğum gibi, Hâlik da şu kâinatın malikidir. “ der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sani-i zülcelal’in ibda-i san’atını anlar. Meselâ. “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hakeza... Bütün sıfat ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfat ve hissiyat, ene’de münderiçtir. Demek ene, ayine-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mana-yı harfî gibi; manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in “iki yüzü” var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi icad edemez. O yüzde fail değil; icaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o faildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının manasını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zaif ve incedir ki; bizzat kendinde hiç bir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizan-ül hararet ve mizan-ül hava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki; Vacib-ül Vücud’un mutlak ve muhit ve hududsuz sıfatını bildiren bir mizandır.
İşte mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’an eden ve ona göre hareket eden (91:9) قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا beşaretinde dâhil olur. Emaneti bil hakkın eda eder ve o enenin dürbiniyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve afakî malumat nefse geldiği vakit, ene’de bir musaddık görür. O ulûm, nur ve hikmet olarak kalır. Zulmet ve abesiyete inkılab etmez. Vaktaki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî malikiyetini terkeder.
لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ der. Hakiki ubudiyetini takınır. Makam-ı “ahsen-i takvim”e çıkar.
822- Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terkederek kendine mana-yı ismiyle baksa, kendini malik itikad etse; o vakit emanete hıyanet eder. (91:10)وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا altında dahil olur. İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki,semavat ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar. Evet tene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünema bulur; gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letaifiyle adeta ene olur.
Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sani-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi, hatta herşey’i kendine kıyas edip, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer.
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ ( 31:13 ) mealini gösterir. Evet nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de “kendime malikim” diyen adam, “herşey kendine maliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.
İşte ene, şu hainane vaziyetinde iken; cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları; kâinatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.» (S.535-538)
823- Enenin mana-yı ismî nazarıyla itikadiyatta böyle echeliyet ve zulümatları olduğu gibi, içtimaî münasebetler ve ahlâkiyatta da tedenniyatı vardır:
«Evet ene ve enaniyetin eşkal-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad, o meyle inzimam etse, öyle ekber-ül kebairi icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
...Cemaat itibariyle görüyoruz ki: Bir şahs-ı muhteris, bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak.” veyahud “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazübillah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli te’villerle adalet suretinde göstermek ister.» (S.T:İ. 23) İşte “ene”nin acib bir hali.
824- Enaniyetli ve mağrur kimselere tevazu göstermek gerekmediğini beyan eden Bediüzzaman diyor ki: «Bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede imana ve Risale-i Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedafü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek, büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlâk-ı rezile olur.» (E.L.II.153)
«Gerçi benlik, enaniyet çirkindir; fakat mağrur ve muannid enaniyetlilere karşı, haklı bir surette ve sırf kendisini müdafaa ve muhafaza etmek için benlik göstermek lâzım geliyor.» (T.H. 260)
Atıf notları:
-Nübüvvet ve felsefenin yolunda enenin iki vechi, bak: 934-936.p.lar
-Felsefenin yolunda enenin kuvvetlenmesi, bak: 944.p.
-Hristiyanlıkta enenin makbuliyeti, bak: 1753, 3478.3950.p.lar.
-Cemaatın hakkını reise vermek, enaniyeti okşar, bak: 2734.p.
-Tasavvuf yolunda enaniyetin zararı, bak:3676.p.
-Hizmet-i diniyede enaniyeti terketmek, bak: 2914.p.da İkinci Esas.
-Enaniyet-i ilmiyenin zararı, bak: 3100.p.
-Ene ile mücadele, bak: 3633.p.
-Eneyi nahnüye tebdil etmek, bak: 3116.p.