3556- ŞİRK شرك : Allah’a ortak koşmak ki en büyük zulümdür ve Allah’ı inkâr etmektir. Halbuki Allah’ın ne zatında ne sıfatında ve ne de rububiyet ve icraatında ortağı, benzeri ve şeriki yoktur ve olamaz.
Şirk, tevhid hakikatına zıddır. Allah tekvinî emirleriyle yaradılış ve icadda tek hâkim ve müessir olduğu gibi teşriî emirleriyle de beşer âlemindeki harekât ve ahvalin nizam ve teşriatta da tek merci’, tek hâkim ve tek mutasarrıftır. Tekvinî sahada koyduğu sebeblere ve teşride vazife alan şahıslara kısmen de olsa müeessiriyet verilmesi, şirk sahasına girer. Tabiat kanunları ve sair sebeblerin te’sir sahibi olduklarını kabul eden veya dinî, siyasi ve herhangi bir şahsa Allah namına ve Allah’ın emri dairesinde olmadan doğrudan doğruya şahsı mutlak merci tanıyıp emirlerine, kanunların bağlı kalmak tevhide zıddır ve şirke girer.
Evet «İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor,icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hıristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlâhiyenin bir cilvesini azizlerine, bü-yüklerine verir. اِتَّخَذُوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ âyetine mâsadak olmuşlar.» (M. 325)
Hem «Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâmbanın nuru gibi- birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle, yani âyine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz.» (H.Ş.137) (Bak: 978.p.)
İslâmiyetten önceki asırlarda daha çok müşebbihe anlayışından (Bak: Müşebbihe) ve cehaletten doğan kesret-i İlah (Politeizm) şirki, putperestlik vardı. (Bak: Sanemperest). Asrımızda ise bir kısım insanlar, fen ve felsefeden gelen tabiatperestlik (natüralizm) ve esbabperestlik şeklindeki şirk ve inkâr ile dalalete gidiyorlar. Evet tabiatın ve sebeblerin te’sir sahibi olduğunu iddia etmek, tabiat ve esbab şirkidir. Halbuki bütün kâinat ve içinde cereyan eden bütün kanunlar, Allah’ın yaratmasıyla olduğu gibi, Allah’ın bilâfasıla Kayyumiyet tecellisinin (Bak: Kayyumiyet) devamıyla emr-i nisbî olan o kanunlar devam eder. Sebeb ve müsebbeb, hepsi meşiet ve kudret-i İlahiyeye istinad eder. Onlardaki bütün hikmet ve gayeler, hikmet-i Rabbaniyeye dayanır. Şirk ise bu mezkûr hakikatları inkâr ile büyük bir zulmü irtikâb demektir. (Bak: Endad, Esbab, Küfr, Tevhid)
3557- «Evet küfür, mevcudatın kıymetini ıskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat ayinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcu-datın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı kabule liyakatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki: Umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktiza eder.
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ ( 31:13 ) şu manayı ifade eder.» (S.82)
3558- Hem «âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakib kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref’etmektir. Onun içindir ki; küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa, hercümerc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler. Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zaif bir gölgesi ve cüz’î bir nümunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakib ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadir-i Mutlak’ta ne derece o redd-i müdahele kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et. Demek uluhiyet ve rububiyetin en kat’i ve daimi lâzımı; vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhan-ı bahir ve şahid-i kat’i, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, ta semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki; akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından “Sübhanallah, Mâşâallah, Barekallah” der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahanesi olsa idi, (21:22) لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyet-i kerimesinin delaletiyle: Nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbuki فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَ هُوَ حَسِيرٌ delaletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok” demesiyle gösteriyor ki; nizam ve intizam, gayet mükemmeldir. Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’i şahididir. (S.683)
3559- Hem şirkin butlanını bildiren âyetlerden biri de, «Âyet-ül Kübra namında olan قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلَى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً ( 17:42 ) ilâ ahir.. âyet-i ekberidir. Yani: Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete karışsa idiler, intizam-ı kâinat bozulacaktı. Halbuki küçücük sineğin kanadından ve göz bebeğindeki hüceyrecikten tut, ta tayyare-i cevviyye olan hadsiz kuşlara, ta manzume-i şemsiyeye kadar her şeyde cüz’î-küllî, küçük ve büyük en mükemmel bir intizam bulunması; şeksiz ve kat’i bir surette şeriklerin muhaliyetine ve madumiyetine delalet ettiği gibi, Vacib-ül Vücud’un mevcudiyetine ve vahdetine bilbedahe şehadet eder.» (Ş.599) (Bak: Bürhan-üt Temanü’)
3560- Şirk namına çalışan ehl-i dalaletin bir vekili diyor ki: «Şirke emare, kâinattaki tertib-i esbabdır. Herşeyin bir sebeble bağlı olduğudur. Demek esbabın hakiki te’sirleri vardır. Te’sirleri varsa, şerik olabilirler?
Elcevab: Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Herbir şey, bir sebeble bağlanmış. Fakat çok yerlerde ve müteaddit Sözlerde kat’i isbat etmişiz ki: “Esbabda hakiki te’sir-i icadî yok.” Şimdi yalnız bu kadar deriz ki. Esbab içinde bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vâsi’, insandır. İnsanın dahi en zahir ef’al-i ihtiyariyesi içinde en zahiri; ekl ve kelâm ve fikirdir. Yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gayet muntazam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz’üdür.
Meselâ: Yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratından tut, ta semeratın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef’al içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir. Ve söylemek silsilesinden yalnız meharic-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki ağzında birtek kelime, bir çekirdek gibi iken bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacık eli, nasıl yetişir?
Madem esbab içinde en eşrefi ve ne ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakiki icaddan eli bağlansa, sair cemadat ve behimat ve anasır ve tabiat nasıl hakiki mutasarrıf olabilirler! Yalnız o esbab, birer zarftır. Ve masnuat-ı Rabbaniyeye bir kılıftırlar. Ve hedaya-yı Rahmaniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olmazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de: Esbab-ı zahiriye ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlahiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz. Hizmet-i ubudiyetten başka nasibleri yoktur.» (S.608)
Bir atıf notu:
-Şirke yol açılabilmesi için kâinatın müzahrafatla dolu olması gerek, bak: 237.p.