2151- KÜFR كفر : (Küfür) Allah’ı ve dini ve dinî hakikatları inkâr etmek. *Günah, kaba ve ayıp söz.
Müfeessir Hamdi Efendi (2:6) âyetinin tefsirinde küfrü tarif ederken şöyle der:
“Küfür, asl-ı lügatte küfran gibi setr-i ni’met yani nankörlüktür. Bunun aslı da, feth-i kâf ile kefirdir ki alel’ıtlak setr demektir. Binaenaleyh feth ile kefr, setr-i mutlak eam (daha umumi manada); kâf’ın zammiyle küfr, setr-i ni’met ehas (daha hususi manada)dır. Şer’an küfür ise, imanın mukabilidir ki imansızlık demektir. Yani bir kimsenin imanı icab eden şeylere iman etmemesidir. Tekzib ve inkâra ve terk-i tasdika ve -ıztırar ve mani bulunmadığı zaman- terk-i ikrara da şamildir. (Bak: İkrah-ı Mülci) İmandaki tasdik gibi küfürde tekzib dahi, kalbî, kavlî veya fiilî olur. Tekzib-i kalbî nasıl küfür ise, bilâ-ıztırar tekzib-i kavlî de öyledir. Hatta böyle bir tekzib-i kavlî daha eşne’ bir izhar-ı adavet olur. Kezalik tekzib-i fiilî de böyledir.
İmanı matlub olan (inanılması gereken) mukaddesatı fiilen tahkir, tezyif, tehzil(alay etme) ve istihfaf etmek eşne’ küfür olduğundan şübhe yoktur.” (E.T.207) (Bak: Cehennem, Dalalet, İman, Mürted, Şirk, Tecdid-i İman)
Bir atıf notu:
-Kebairi işlemek imansızlıktan gelmiyor, bak: 2673.p.
2152- “Bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünki başka dinlerin icmallerine mukabil, İslâmiyet’te tam izahat verilmiş. Rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman Allah’ı da (sıfatıyla) daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Adeta akıl, kabulde mecbur oluyor.” (Ş. 242)
Sual: “Dalalet yolu, kolay ve tahrib ve tecavüz olduğu için, çoklar o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat’i deliller ile isbat etmişsiniz ki; küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilatlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o kadar kolay ve zâhirdir ki, herkes ona girmeli idi.
2153- Elcevab: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer’i ol-makla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir, bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risalelerde kolay gösterilmiş.
İkinci kısım ise; amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hüküm-dür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise, batılı kabuldür, hakkın aksini isbattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki ka-bul-ü ademdir. Ve o ademi isbat etmekle kabul edilebilir اَلْعَدَمُ لاَ يُثْبَتُ kaidesiyle, ademin isbatı elbette kolay değildir.
İşte sair risalelerde imtina derecesinde suubetli ve müşkilatlı gösterilen küfür ve dalalet bu kısımdır ki, zerre mikdar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lâzımdır. Hem bu yol, risalelerde kat’i isbat edildiği gibi, o kadar dehşetli elemleri var ve boğucu karanlıkları var ki, zerre mikdar aklı bulunan o yola talib olmaz.
2154- Sual: Eğer denilse: Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki; kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli ve o korkudan ödü patlamalı idi. Çünki insaniyet itibariyle hadsiz eşyaya müştak ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla mevtini bir idam-ı ebedî ve bir firak-ı lâyezalî ve zeval-i mevcudatı ve ahbabının vefatlarını ve bütün sevdiklerini idam ve müfarakat-ı ebediye suretinde gözü önünde daima küfür vasıtasıyla gören insan, nasıl yaşayabilir? Nasıl hayattan lezzet alabilir?
Elcevab: Acib bir mağlata-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Surî bir lezzet alır zanneder. Meşhur bir temsil ile onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Deniliyor: Deve kuşuna demişler: “Kanatların var uç!” O da kanatlarını kısıp, “Ben deveyim” demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef etmiş. Sonra ona demişler: “Madem deveyim diyorsun, yük götür!” O zaman kanatlarını açıvermiş, “Ben kuşum” demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.
Aynen onun gibi; kâfir, Kur’anın semavî ilanatına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş. ona denilse: “Madem mevt ve zevali bir idam-ı ebedî biliyorsun; kendini asacak olan darağacı göz önünde ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl lezzet alır?” O adam, Kur’anın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir hisse ile der: “Mevt idam değil, ihtimal beka var” Veyahut deve kuşu gibi başını gaflet kumuna sokar, ta ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zeval-i eşya ona ok atmasın!
Elhasıl: O meşkûk küfür vasıtasıyla deve kuşu gibi mevt ve zevali idam manasında gördüğü vakit, Kur’an ve semavî kitabların iman-ı bil’ahirete dair kat’i ihbaratı ona bir ihtimal verir. O kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse: “Madem baki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir!” O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: “Belki yoktur, yok için neden çalışayım.” Yani vakta ki o hükm-ü Kur’anın verdiği ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur, ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek bu nokta-i nazarda, mü’minden ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünki tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz.
Halbuki bu mağlata-i şeytaniyenin hükmü, gayet sathî ve faidesiz ve muvakkattır.
İşte Kur’an-ı Hakîm’in küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır ki; hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek vererek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa âhiret cehennemini andıracak bu dünyada dahi manevi bir cehennem azabı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.” (L.78-80) (Ademe karşı duyulan teessürün devaları, bak: 103-106.p.lar)
2155- “İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki iman, insanı Sani-i Zülcelal’ine nisbet ediyor, iman bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem faniye, hem zaile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.
Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san’atları içinde nasıl ki maddenin kıymeti ile san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san’at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san’at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san’atkârına nisbet ederek o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.
İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nâzik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki: İnsanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.
Eğer nur-u iman içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani “Sani-i Zülcelal’in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi ma-nalarla insandaki san’at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Saniine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbaniyeye göre olur ve ayine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet’e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.
Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sani unutulsa, Sania müteveccih manevi cihetler de anlaşılmaz. Adeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san’atların ve manevi âlî nakışların çoğu gizlenir. Baki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” (S.311)
2156- Hem küfür pekçok manevi hukuka tecavüzdür. “Meselâ, küfür bir fenalıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâinatın tahkirini ve bütün esma-i İlahiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünki şu mevcudatın âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı Sübhaniye ve me’murîn-i İlahiyedirler. Küfr ise; onları ayinedarlık ve vazifedarlık ve manidarlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-i faniyeye ve ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi... bütün kâinatta ve mevcudatın ayinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemalleri görünen esma-i İlahiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esma-i kudsiyye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilan eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bakiyenin cihazatını cami çekirdek-misal bir mucize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melaikeye karşı rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fani-i zailden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir adi levha derekesine indirir.” (S.320) (Kâfir-i mutlak affa lâyık değil, bak: 127.p.)
2157- Halbuki “sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesim ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağızda o ferdin cihazat ve ecza ve aza hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Saniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvi bir makam sahibi bir acaib’ül-mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dar-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan Cennet-i âla’daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acib ve tam muti, hayatdar ve cismanî melaikeyi; camid, ruhsuz, fani, vazifesiz, hâlik, manasız hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vahiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayı; mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zişuurun matemhanesi ve bütün zihayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir.
İşte (31:13) اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem’de hadsiz azaba müstehak eder.” (Ş.13)
2158- Evet kâfir “su-i ihtiyarından neş’et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalalet divaneliğiyle Sani-i Hakîm’in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile idam tasavvur ederek ve tesbihat sadalarını, zeval ve firak-ı ebedî vaveylası olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektubat-ı Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini, manasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli, hakiki ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakk’ın esmasını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden; merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.” (S. 633)
2159- “Sual: Bir kâfirin ma’siyet-i küfriyesi mahduddur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedî ve gayr-ı mütenahî bir ceza ile tecziyesi, adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değil. Merhamet-i İlahiye müsaade etmez..?
Cevab: O kâfirin cezası gayr-ı mütenahî olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikâb edilen o ma’siyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:
2160- Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir, ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfür ile geçireceği şüphesizdir. Çünki kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh ebedî cezası, adalete muhalif değildir.
İkincisi: O kâfirin ma’siyeti; mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi olan umum kâinatın vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir.
Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi ni’metlere küfran olduğundan, gayr-ı mütenahi bir cinayettir.
Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi olan zat ve sıfat-ı İlahiyeye cinayettir.
Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahi ise de, batınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider.
Altıncısı: Zıd zıddına muanid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de âlâm-ı elîmeyi ve ebediyeyi âhirette intaç etmesi şe’nindendir.
Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahi olan bir ceza, gayr-ı mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.” (İ.İ. 80)
2161- “Sual: Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?
Cevab: Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gide-cektir veya daimî bir azab içinde mevcud kalacaktır. Vücudun, velev Cehennem’de olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve ma’siyetlerin de merciidir. Vücud ise velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır.
Maahaza kâfirin meskeni Cehennem’dir ve ebedî orada kalacaktır. (Bak: Beka)
Fakat kâfir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmiş ise de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateş ile bir nev’i ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kâfirlerin dünyada yaptıkları a’mal-i hayriyelerine mükâfaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadisiye vardır.” (İ.İ.81)
2162- “Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır:
Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zat’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî bir sakam-ı kalbîdir.
Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve te’vile sapmak, Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısmı-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.
Çünki: Masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su’-i akıbetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şen’i bir gadirdir.
2163- Risale-i Nur’da kat’iyetle isbat edilmiş ki; küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hatta deniz dibinde balıklar, canilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır.
O halde kâfirin azab çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat canilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.
2164- Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azab çekerdim.
Birden kalbime geldi ki: O maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fani hayatları, baki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup, baki bir mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerini bildim ve kat’i bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.” (K.L. 75)
2165- Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mevzuda devamla şöyle diyor: “Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevi ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu.
Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevi ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
2166- O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felaketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikisi hükmede-cek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.). mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.
Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhammürrahimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.
2167- Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felaketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevi ve uhrevi neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.” (K.L.111)
2168- Bir insanda imanın tahakkuku için “mücerred لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ kâfi midir? Yani, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demezse, ehl-i necat olabilir mi? diye diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:
Kelime-i şehadetin iki kelâmı, birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm Hatem-ül Enbiyadır, bütün enbiyanın varisidir; elbette bütün vüsul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa’di-i Şirazî gibi derler:
مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفَى
Hem كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودٌ اِلاَّ الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِىَّ demişler. Fakat bazan oluyor ki, cadde-i Ahmediye’de (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediye’dir ve cadde-i Ahmediye dahilindedir.
Hem bazan oluyor ki, Peygamberi bilmiyorlar, fakat gittikleri yol cadde-i Ahmediye’nin eczasındandır.
Hem bazan oluyor ki: Bir keyfiyet-i meczubane veya bir halet-i istiğrakkârane veya bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde cadde-i Muhammediyeyi düşünmiyerek, yalnız لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ onlara kâfi geliyor. Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki; “adem-i kabul” başkadır, “kabul-ü adem” başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmiyen veya bilmiyen adamlar; Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlahiyeye karşı yalnız لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler. Fakat Peygamberi işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ kelâmı sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz.” (M.335)
Birkaç atıf notu:
-İslâm ve imanın farkı, bak: 1741.p.
-Şeriat haricinde tarikat olabilir mi? Bak: 3673.p.
-Füruat-ı İslâmiyeyi tebdil etmek inkar manasını taşır, bak: 1754.p.sonu
-İnkârı kabil olmayan Kur’anın sarih hükümleri, bak: 2117.p.
-Günah içinde küfre gidecek bir yol vardır, bak: 1074.p. son yarısı.
2169- “Haktan (ayrıldıktan) sonra dalaletten başka ne kalır” mealinde olan (10.32) âyetinin beyan ettiği gibi:
“Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek icab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet sol koministlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler. Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezheb olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünki hakiki bir müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.” (E.L.II.59)
Kâfirler farklı derecelerde başlıca üç kısım olmakla beraber, küfürde müşterektirler. (Bak: Kur’an 4:150, 151)
2170- “Arkadaş! iman bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te’sis eder. Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır.
Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü’min ise, seyyiatının cezasını görür. Bunun için dünya kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü’mine cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü’min yüz derece ziyade mes’uddur, denilmiştir.
Ve keza iman, insanı ebediyete, Cennet’e lâyık bir cevhere kalbeder. Kü-für ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünki iman, kabuğu-nun içerisindeki “lüb”ü gösterir. Küfür ise, lüb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen “lüb” bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.” (M.N.69)
Atıf notları:
-Kâfirin Allah’a adaveti, bak: 2550,2554.p.lar
-Küfre cebredilen mü’minin mes’ul olmaması, bak: 2050,3452.p.lar.
-Kâfirin her sıfatı ve her halinin kâfir olmaması, bak: 143,1136.p.lar
-Kâfirin iki manası, bak: 780.p.
-İnkârda karar kılanlar, bak: 2716.p.
-Katlin istihlali küfre gider, bak: 2006.p.
-Tasavvur-u küfür küfür değildir, bak: 3963/1.p.
-Kur’an mealine Kur’an denilmesinin itikadî tehlikesi, bak: 2136.p.
-İkrah-ı mülci ve küfür mes’elesi, bak: 1534.p.
-İnkârda adem-i kabul ve kabul-i adem meselesi bak:1563.p.
-Günahı günah kabul etmemek küfre delalet eder, bak: 965.p.
-Tekfirin mes’uliyeti, bak: 3240.p.
-Kâfirlerin dünyevî muvaffakiyeti ve cezalarının te’hirindeki hikmet, bak: 3759/3.p.sonu
2170/1- Kâfirler hakkında Kur’andan bir kaç not:
-Kâfirlerin dostu taguttur: (2:257) (Bak: Tagut)
-Kâfirler tagut yolunda savaşır, o halde siz de onlara karşı savaşın: (4:76)
-Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti kâfirleredir. (2:161)
-Mü’minleri bırakıp kâfirlere dost olanın Allah ile hiç bir alâkası kalmaz: (3:28) (Bak: 2560.pda bir âyet notu)
-Mü’min din kardeşinden başkasını (kâfir ve münafıkları) dost edinmez: (3:118) (4:144) (5:57)
-Kâfirler mü’minlerin apaçık düşmanıdır. (4:101)
-Kâfir baba ve kardeşi dost edinmemek. (9: 23)
-Allah’tan ve âhiretten ümit kesenleri dost edinmemek: (60:13)
-Kâfirlerle (menfi konuşmalarda, bilhassa localarında) beraber olmamak: (4:104) (6:68)
-Kâfirle mü’min müsavi tutulmaz: (32:18)
-Ashab-ı Nar ile Ashab-ı Cennet müsavi olamaz: (59:20) (Bak: 779,2258,2259.p.lar)
Not: Mezkûr âyet notları, ibret ve ders makamında zikredilmiştir. Onun için bu âyetlerin beyan ettiği ahkâm-ı şer’iyeyi şeriatın temel kitablarından öğrenmek gerektir.