3361- SEVAB ثواب : Yapılan amelin karşılığı. Ceza. Amellerinin karşılığı olarak insana rücu’ eden şey. Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah’ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel.

Amelin karşılığını vermek manasında olarak en çok hayırda kullanılır. Şerde kullanılınca daha çok, tehekküm ifade eder. (Bak: Ashab-ı Yemin, Cevşen-ül Kebir, Dua, Hasenat, Sadaka, Şuhur-u Selase, Zikir)

Bir atıf notu:

-Ramazanda sevab-ı a’malin çokluğu, bak: 3010. P.

3362- Amellerin sevabına dair ve bazı surelerin faziletleri  hakkında gelen rivayetlerde mübalağa zannedilen noktalar hakında Hz. Bediüzzaman şu izahatı veriyor:

“Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehadis-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir te’sir vermek için belagatlı bir üslupta geldiğinden dikkatsiz insanlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur. Ezcümle, en ziyade insafsızların zihnini kurcalayan şu hadistir ki:

لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ1

-ev kema kal- Meal-i şerifi: “Dünyanın Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek idiler.” Hakikatı şudur ki: عِنْدَ اللّٰهِ  tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur madem ebedîdir; yeryüzünü dolduracak muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadıyla müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususi dünyasını, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var. Biri Cenab-ı Hakk’ın esmasının ayineleridir. Diğeri: Âhirete bakar, âhiretin tarlasıdır. Diğeri; fenaya, ademe bakar. Bildiğimiz marzi-yi ilahî olmıyan, ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek esma-i Hüsnanın ayineleri ve Mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddi şu hakikat nerede ve insafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede! O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede!

3363- Hem meselâ: İnsafsız ehl-i ilhadın mübalağa zannettikleri, hatta muhal bir mübalağa ve mücazefe tevehhüm ettikleri biri de, amellerin seva-bına dair ve bazı surelerin faziletleri hakkında gelen rivayetlerdir. Meselâ: “Fatihanın Kur’an kadar sevabı vardır.” “Sure-i İhlas, sülüs-ü Kur’an”,  “Sure-i İza Zülziletil-ardu, rubu”, “Sure-i Kul ya eyyühel-kâfirun, rubu”, “Sure-i Yasin, on def’a Kur’an kadar” olduğuna rivayet vardır. İşte insafsız ve dikkatsiz insanlar demişler ki: “Şu muhaldir. Çünki Kur’an içinde Yasin ve öteki faziletli olanlar da vardır. Onun için manasız olur!”

Elcevab: Hakikatı şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı ilahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yediyüz (Âyetül-Kürsî harfleri gibi), bazan binbeşyüz (Sure-i İhlas’ın harfleri gibi), bazan onbin (Leyle-i Berat’ta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuzbin, meselâ haşhaş tohumunun kesreti misillü Leyle-i Kadir’de okunan âyetler gibi. Ve “o gece bin aya mukabil” işaretiyle bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olur anlaşılır. İşte Kur’an-ı Hakîm, tezauf-u sevabıyla beraber elbette müvazeneye gelmez ve gelemiyor. Belki asıl sevabı ile bazı surelerle müvazeneye gelebilir. Meselâ: İçinde mısır ekilmiş bir tarla farzedelim ki, bin tane ekilmiş. Bazı habbeleri yedi sünbül vermiş farzetsek, herbir sünbülde yüzer tane olmuş ise, o vakit tek bir habbe bütün tarlanın iki sülüsüne mukabil oluyor. Meselâ: Birisi de on sünbül vermiş, herbirinde ikiyüz tane vermiş, o vakit birtek habbe asıl tarladaki habbelerin iki misli kadardır. Ve hakeza kıyas et.

3364- Şimdi Kur’an-ı Hakîm’i nurani, mukaddes bir mezraa-i semaviye tasavvur ediyoruz. İşte herbir harfi asıl sevabıyla birer habbe hükmündedir. Onların sünbülleri nazara alınmayacak. Sure-i Yasin, İhlas, Fatiha, Kul ya eyyühel-kâfirun, İza Zülziletil-ardu gibi sair faziletlerine dair rivayet edilen sure ve âyetlerle müvazene edilebilir.

Meselâ: Kur’an-ı Hakîm’in üçyüzbin altıyüzyirmi harfi olduğundan Sure-i ihlas besmele ile beraber altmış dokuzdur. Üç defa altmış dokuz, ikiyüzyedi harftir. Demek Sure-i İhlas’ın herbir harfinin haseneleri binbeşyüze yakındır. İşte Sure-i Yasin’in hurufatı hesab edilse, Kur’an-ı hakîm’in mecmu-u hurufatına nisbet edilse ve on defa muzaaf olması nazara alınsa şöyle bir netice çıkar ki: Yasin-i Şerif’in herbir harfi takriben beşyüze yakın sevabı vardır. Yani o kadar hasene sayılabilir. İşte buna kıyasen başkalarını dahi tatbik etsen, ne kadar latif ve güzel ve doğru ve mücazefesiz bir hakikat olduğunu anlarsın. (Kur’an’ın her bir harfinin on sevabı var, bak: 2132, 3590. P.lar)

3365- Onuncu Asıl: ekser taife-i mahlukatta olduğu gibi, ef’al ve a’mal-i beşeriyede bazı hârika fertler bulunur. O fertler eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir. Yoksa medar-ı şeametleridir. Hem gizleniyorlar. Adeta birer şahs-ı manevi, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin herbirisi o olmağa çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek o mükemmel hârika fert; mutlak, mübhem bulunup heryerde bulunması mümkün. Şu ibham itibariyle mantıkça kazıye-i mümkine suretinde külliyetine hükmedilebilir. Yani herbir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür: Meselâ “Kim iki rek’at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.” İşte iki rek’at namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek’at namazda bu mana külliyet ile mümkündür. Demek şu nevideki rivayetler, vukuu bilfiil daimî ve küllî değil. Zira kabulün madem şartları vardır, külliyet ve daimîlikten çıkar. Belki ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehadisteki külliyet ise, imkân itibariyledir. Meselâ: “Gıybet, katil gibidir.” Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katil gibi bir zehr-i katilden daha muzırdır. Meselâ: “Bir güzel söz, bir abdi azad etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.” Şimdi tergib ve teşvik için o mübhem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette heryerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir. Hem de şu âlemin mikyasiyle âlem-i ebedînin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü, oranın en küçüğüne müvazi gelemez. Sevab-ı a’mal o âleme baktığı için dünyevi nazarımız ona dar geliyor, aklımıza sığıştıramıyoruz. Meselâ: مَنْ قَرَاَ هذَا اُعْطِىَ لَهُ مِثْلُ ثَوَابِ مُوسَى وَ هَارُونَ yani:

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ، وَلَهُ الْكِبْرِيَاءُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ السَّمٰوَاتِ وَ رَبِّ اْلاَرَضِينَ رَبِّ الْعَالَمِينَ، وَلَهُ الْعَظَمَةُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ٭ وَلَهُ الْمُلْكُ رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

İnsafsız ve dikkatsizlerin en ziyade nazar-ı dikkatini celbeden şu gibi rivayetlerdir. Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahim-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine birtek virde mukabil  vereceği hakikat-ı sevab, o iki zatın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hatta bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve adi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor adeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim, yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim.” O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişhîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

3366- İşte dünya nazarıyla, dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-ı sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) meçhulümüz olan hakiki sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü maluma kıyas eder- Belki müvazene edilen ve malumumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakiki sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark keyfiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) deniz-misal ayine-i ruhlarına in’ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki, birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur’an kadar faide verebilir. Hem ism-i A’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i A’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemiyetçe bir Nebi’nin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de: Niyet-i halise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nurani sevab ve fazilet yerleşebilir.” (S.345-349)

3367- “Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan “Cevşen-ül Kebir” hakkında ve akıl haricindeki sevab ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: “Ravi, ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Meselâ içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez” diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’andan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’i ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

3368- Evvela: Yirmidördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında on adet “usûl” var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

Saniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i azamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve cami meyvesi olan Zat-ı Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acib sevab, Zat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) velayet-i kübrasından ona gelmiş. Külli, umumi değil, belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i azam mazharı olan zatın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevab mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa müvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

3369- Salisen: O dua, nasılki Zat-ı Ahmediye’ye baktığı  vakit mübalağadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor; öyle de, o duadaki yüzer esma-i hüsnanın hakikatlarına baktığı zaman değil mübalağa, belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık (A.S.M.) haber vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki ve külliye telakki edilmiş.

3370- Rabian: Yirminci Lem’a-i İhlas’ta bir adama beşyüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir malikiyet değil, belki insan nasıl hususi hanesine çok cihetlerle maliktir, sahiptir; öyle de; zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi maliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lambamdır diyebilir.

Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkûr hakikata bakar.

Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a’malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) hususi virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumi olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has varislerini, o noktalara teşvik eder.” (E.L.I.  162-163)

Atıf notları:

-Fesad-ı ümmet zamanında sünnete ittiba ile kazanılan sevab, bak: 3465. P.

-Sevab-ı uhrevî cihetinde sahabelere yetişilmez, bak: 3205. P.

3371- Sevab hakkında âyetlerden birkaç not:

-Dünya ve âhiret sevabı: (3:145) (4:134)

-Sevabın en güzeli, ind-i İlahîdekidir: (3:195)

-En iyi sevab, mal ve evlad değil, bakıyat-üs salihattır:  (18:46)  (19:76)

-Alâkalı: (28:80)

-Kâfirlerin sevablarını (cezalarını) bulması: (83: 36)

-Haseneye on, seyyieye misil karşılık verilmesi: (6:160)

1 K.H. hadis:2107 ve İ.M. 37. kitab-üz zühd, hadis:4110, 4111

Yukarı Çık