بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
ASHAB-I SUFFA
Ashab-ı suffanın halleri, hizmet ehli için de örnektir. Külliyatta tarihî malumat verilmediğinden ve Nur hizmetinde de ehemmiyetine binaen mevzu edildi.
Ashab-ı suffa veya ehl-i suffa denilen bu zatlar, Hz. Peygamber’in (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Devamlı olarak Peygamberimiz’in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur’anın en yüksek derslerini öğrenirler ve öğretirlerdi. İslâmiyet’i yaymak için her türlü şahsî menfaatlarını terkederek tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar evlenmezler ve dünya işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa’nın bu hizmetleri sebebiyle ve bu çok büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda çok yayılmış ve kökleşmiştir.
Sahih-i Buhari Tercemesi 7. cildinin 62 ve 63. sahifelerindeki alâkalı kısmında kısmen naklediyoruz:
“Mütevazi ve fakat çok feyyaz olan 400-500 raddesinde daima Kur’an ile, icabında gaza ile meşgul olan bir irfan-ı Kur’an ordusu bulunuyordu. İçlerinden teehhül edenler, kadro haricine çıkardı. Fakat yenileri ile ikmal edilirdi. Burası bütün mânası ile leylî ve meccanî bir dar-ül ilim idi.”
Yani, has dairedeki hizmet ehli dahi ilim ve irfan sahibi olmaya gayret etmelidir.
“Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashab-ı Suffa’nın maişeti ile, talim ve terbiyesi ile pek yakından alâkadar olurdu. Hatta saadethaneleri ihtiyacatı ile ikinci derecede meşgul bulunurdu. İçlerinde Ebu Hüreyre (R.A.) gibi müstesnalar yetiştiği gibi, ilmî varlık göstermiyenler de vardı. Fakat hangi türlü tedris gösterebilir ki; umumi surette böyle sihir-âmiz bir feyiz verebilmiş olsun...”
Yani, has daire hizmet ehli de keyfiyet meziyetlerinde kâmil olmalıdır.
“Kur’an (2:273) âyetiyle emr ü teşvik olunduğunuz infak u sadakat لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ Allah yolunda vakf-ı nefs etmiş olanlar içindir. لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden nafakalarını kazanmağa iktidarları olmayan o fakirler içindir ki, يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ hallerini tecrübe etmiyen cahil, onları أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmediklerinden zengin zanneder ki; تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ sen onları simalarıyla, yani yaşayışlarından bilir ve anlarsın. لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ İnsanlardan maddi menfaat istemezler. Hele إِلْحَافًا ilhah u israr ile hiç istemezler. Ancak pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hal ederler...
Bu âyet, Ashab-ı Suffa hakkında nâzil oldu. Medine’de ne bir meskenleri, ne aşiret ve akrabaları hiçbir şeyleri yoktu. Daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet ederlerdi. Bunlar Medrese-i Risaletin Allah yoluna vakf-ı nefs etmiş talebesiydiler.
İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivyate göre bir gün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa’nın başlarına durmuş, hallerini nazar-ı tedkikten geçirmiştir. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: “Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir.”
İşte bu âyet de bunlar dolayısıyla nazil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen1 veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten vakf-ı nefs eden ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kesbe vakit bulamayan fukara-i mü’minîn, bu âyetin hükmünde dahildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrıfını teşkil ederler.” E.T. 939
Hadiste bunlara miskin denir. Evet, Kur’anda, “(69:34) (74:44) (76:8) (89:l8) (90:16) (107:3) “ayetlerinde diyaneten ve ikraman it’am tavsiyeleri var. Fakir hakkında ise, it’am (yedirme) tavsiyeleri yoktur. Bundan telmihen şöyle bir mananın anlaşılması da mümkündür ki; miskin: evi ve ailesi olmayan ve dolayısıyla de çok kere evlerde hazırlanan yemek imkânlarından mahrum kimselerdir. Fakir ise, ev ve aile sahibi olmakla beraber nisab miktarı gınaya malik olmayan kimsedir.
İmamlar, miskin ve fakirin tariflerinde farklı re’y beyan ederler. Bazılarınca miskin fakirden; diğer bazı âlimler de fakir miskinden daha yoksul olduğunu söylerler.
“Hanefiyece meşhur olan: Fakir, nisaba malik olmayan; miskin ise, hiçbir şeyi olmayıp fakirden daha düşkün olandır.” E.T. 4834
Miskin kelimesinin aslı, sükûnet ve hareketsizlik manasındaki (نكس) kök masdarındandır. Hareket ve kazanç için yapılan çalışmalardan sonra istirahat edilen yere de, ism-i mekân ile “mesken” denilir.
Din ve hak uğrunda hasr-ı hayat ile, dünyevî iaşesi için çalışmaya zamanı olmayan fedakârlara da işaret eden bu kelime, zamanla halk anlayışında hakaret manasını tazammun eder bir hale kadar gelmiştir. Halbuki Resulullah’ın (A.S.M.) ve Kur’anın tarifiyle miskin, izzet ve fedakârlık sıfatlarına sahib oldukları ve Kur’anın geçmiş Peygamberler zamanında da onlardan bahisle, ehl-i hamiyeti yardıma davet etmesi ile anlaşılır ki, geçmiş peygamberlerden bu yana kıyamete kadar hak ve hakikatın fedakâr havarileri yer yer bulunur ve bulunmalıdır.
Daima dünya hayatına ve saltanatına değer veren insanlar, bu fedakârları gereği gibi takdir edememişler. Fakat kâinat vüs’atinde hakaikın mümessili olan Habibullah (A.S.M.) mesakin hakkında hakikat-ı hali gereği gibi tarif tesbit etmiştir. Şöyle ki:
“Resulullah (A.S.M.): “Miskin şu kapı kapı dolaşmayı san’at edinen, sadaka için halkı dolaşıp, halkın da kendisine bir iki lokma, bir iki hurma verdiği dilenci makulesi değildir.” buyurdu. Sahabeler:
-Öyle ise miskin kimdir? Ya Resullallah! dediler.
-Miskin, kendini geçindirecek gınaya malik olamıyan ve kendisine verilmesi için (halk tarafından) zarureti bilinmeyen, kendisi de kalkıp halktan birşey istemeyen (afif, nezih) kimsedir.” buyurdu.”
Diğer bir hadis de şöyledir:
لَيْسَ الْمِسْكِينُ بَالَّذِى تُرَدُّهُ التَّمْرَةُ وَالتَّمْرَتَانِ وَالَا اَللُّقَمَةُ وَاللُّقْمَتَانِ اِنَّمَا الْمِسْكِينُ الْمُتَعَفِّفُ اِقْرَؤُا اِنْشِئْتُمْ لَا يَسْئَلُونَ النَّاسَ اِلْحَافًا
“Resulullah (A.S.M.) buyurdu ki: “Miskin, kendisini bir iki hurmanın, bir iki lokmanın geri çevirmekte olduğu (dilenci) kimse değildir. Miskin, ancak zaruretler içinde iffetli kalmaya çalışan nezih2 kimsedir. İsterseniz 2:273 âyetini okuyunuz: demiştir.” S.M.ci:3 hadis: l039
Mesakinin faziletini gösteren bir dua-yı Nebevî de şudur:
“Allahım! Beni miskin olarak hayatlandır (yaşat) ve miskin olarak vefat ettir ve mesakin zümresi içinde de haşreyle.” K.H. hadis: 538
Calib-i dikkattir ki, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin en çok ehemmiyet verdiği iki esas olan, halis bir hizmet cemaatının varlığı ve iman hizmetinin birinci derecede tutulması hususu; İmam-ı Rabbani’nin (R.A.) mezkûr iki mektubunda da3 açıkça görülmektedir. Böylece bu iki büyük müceddid, bu iki esasın elzemiyetinde müttefik olup, mesleklerini ona bina etmişlerdir.
Mesakine yardım, bir ihsan olmaktan daha çok bir vecibe-i diniyedir. Zira, mukaddesatın muhafazısında her müslüman muvazzaftır. O yolda hasr-ı nefs edenlere ağniyanın muaveneti, dinen vacibdir. Yoksa manen mesul olunur. Bu hakikatı Elmalılı Hamdi Efendi 107. surenin 3. âyetini tefsir ederken şöyle izah eder:
“Burada taamdan murad it’am olduğu için, it’am-ül miskin demek daha zahir olacak iken, taam denilmesi nüktelidir. Bunda aç olan bir miskinin, kudreti olanlar tarafından verilecek taama mülki imiş gibi diyaneten bir hakkı taalluk ettiğine işaret vardır ki, (51:19) وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِّلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ âyetin mantukudur. Bu suretle istihkakın şiddetine tenbih ve başa kakmaktan nehy edilmiş demektir.” E.T. 6167 (69:34) (89:18) âyetleri de aynı mealdedir.
Mesakin hakkında âyetlerden birkaç not:
-Mesakine yardım tavsiyesi: (2:83,177,2l5) (4:8,36) (17:26) (30:38) (76:8)
-Mesakinin gemisini, Hz. Hızır’ın arızalandırması: (18:79) (Bak: 3227,3228.p.lar)
-Mesakin ve muhacirîne muavenet ve kusurlarına bakmamak: (24:22) (Bak: 2478.p.)
-Mesakinin ganimetlerden hisseleri: (8:41) (59:7)
-Gaddar zalimlerin mesakin aleyhinde gizli fısıldaşmaları: (68:24)
Bir hadisin metninde de (yetedaresunehu) ifadesiyle ifham edilen, halka halinde oturulup sıra ile kitab okumak şekliyle derslerin yapıldığı bu manadaki evler, tenkirle ifade eiliyor. Yani herkesce bilinmeyen evler manasında… Meselâ: Hadisin bir kısmı olan:
«Herhangi bir kavim (cemaat) Allah’ın evlerinden (Allah için hizmet yapılan) bir evde toplanıp da Allah’ın kitabını tilavet ve onu aralarında karşılıklı (sıra ile) okuyup ders yaptıkları zaman muhakkak üzerlerinde sekinet iner.” S:M. ci:8 hadis:38 shfa: 185
Kur’an (11:27, 29, 30) ve (26:111-114) âyetlerinde de görüleceği gibi; mahviyetkârane ve fedakârane dine hizmet eden ve dünyevî şöhreti olmayan fakirlere itibar etmemek ve onların Resulullah’a tebaiyetlerini ehemmiyetsiz görmek ve geri saflara itmek ve tahakkümleri altına almak istiyenlere, yani dünyevî şan ü şeref sahibi olan mütekebbirlere rağmen Kur’anda (6:52) âyeti Ashab-ı Suffa’ya ve dolayısıyla dine hizmet yolunda Ashab-ı Suffa gibi, yani hakiki keyfiyeti teşkil eden tam ihlas, sadakat, sebat, takva ve rıza-yı İlahîyi niyet etmek gibi meziyetlere sahib olup fisebîlillah dine hizmet için vakf-ı hayat edenlere ciddi ehemmiyet verilir.
Hatta bir hadisin bir cümlesinde: insanlar içinde, cemiyette şöhrete koşmayıp, gizli kalan, gıbta edilecek kişiler ve hafif-ül haz diye vasıflanır. (Bu zatların gizliliği zahirde görünmemekten daha çok, hakiki kemalat ve manevî meziyetlerinin halkça tam anlaşılmamış olması manasındadır.)
Burada hatıra gelebilen şöyle bir sual var:
“Bu kadar ciddiyetle hizmet eden bu Suffa Cemaatı neden devam etmedi? Hem büyük bir hassasiyetle Ashab-ı Suffa’ya ihtimam gösteren Resulullah (A.S.M.) bu cemaat-ı mücahidînin devamlılığını neden teminat altına almadı?
Cevaben denir ki: Fahr-i Âlem (A.S.M.) nazar-ı Nübüvvetle görüyordu ki, bu fedakârane olan hizmet-i diniye, Âl-i Beyt silsilesinin manevi kahramanlarına intikal edecekti. Evet Âl-i Beyt ihlas, sadakat, istiğna, fedakârlık ve içtimaî gıll u gıştan azadelik gibi Ashab-ı Suffa’nın temel hususiyetlerini değiştirmeden ve bu sıfatlarla da muttasıf olarak, çok genişlemiş olan âlem-i İslâm’ın manevi hayatiyetini muhafaza yolunda çalışmışlar ve âlem-i İslâm’a merkez-i maneviye olmuşlardır.
İşte bu cemaat-ı mücahidîn-i İslâmiye olan Âl-i Beyt’in manevî şahsiyetleri, âlem-i İslâm’ın bir merkez-i manevîsi olarak asırlarca devam etmişler ve hizmet-i diniyeyi herşeyin üstünde tutarak dinin muhafazasına çalışmışlardır. Bütün âlem-i İslâm’ın tam bir itimad ve hürmetle bağlanmaları ve İslâm’ın merkez-i maneviyeleri olmaları için kader-i İlahî, Âl-i Beyt silsilesindeki manevi kahramanların ellerini, tarafgirlik ve keşmekeşliğin zemini olan siyasî saltanattan çekti ve böylece gönüllerde müessir ebedî sultanlar oldular.” (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 1331 ilâ 1334.parağrafa kadar)
En sonunda yani âhirzaman fitnesinde İslam Prensipleri Ansiklopdeisi 1749, 1750.parağraflarda zikredilen hadislerin ihbarıyla, İslâm’ın ilk devrine benzer bir vaziyet olacak. Yani Muhacirîn ve Ashab-ı Suffa gurebası gibi, dine hizmet için evinden ve diyarından uzaklaşmış gariblerle ihya-i din ve cihad-ı manevî yapılacak, fitne cereyanının bozduğu Sünnet-i Nebeviye ihya edilecektir. Bu fedakârlar zümresi4 hizmet-i imaniyenin büyük cemaatı içinde manevî merkeziyet teşkil edecektir.
Demek 296.parağrafda geçen rivayetteki “Sizden sonraki ümmetimden” ifadesiyle açıkça haber verilen ve teşvik edilen Ashab-ı Suffa’nın devamı, İslâm’ın son devresinde tahakkuk eder ve ona bakar. Evet Âl-i Beyt keyfiyet şartları bakımından Ashab-ı Suffa’nın vazifesine kemal-i ciddiyetle sahib çıkmışlardır.
Elhasıl: Ashab-ı Suffa’nın yüklendikleri hizmet hayatı ve Ashab-ı Suffa mânası durmamış, mahiyeti ve hususiyetleri değişmeden Âl-i Beyt’in manevi kahramanlar silsilesine intikal ederek devam etmiştir. Kıyamete kadar dahi bu tarz hizmet-i diniye, haslar dairesi denen ehl-i hizmet ile devam edecektir.
Bu husus hadis-i şerifler ile de müeyyeddir.5 Bunun aksini iddia etmek, din hizmetinde azamî fedakârlığı ve bunun hakkındaki delail ve tebşiratı inkâr mânasına gelir. Hatta Bediüzzaman Hazretlerinin vasiyetnamelerinde, hassaten ve ehemmiyetle din hizmetine hayatını vakfedenlerin devamlılığı üzerinde durulur.6
Kur’anda “Allah yolunda kendilerini vakfettikleri” bildirilen “fakirler” ve hadislerde faziletleri bildirilen “mesakin” elbette ki belli bir yer ve zamana münhasır değildir. Gerek âyetlerin, gerek hadislerin küllî manaları itibariyle hem Asr-ı Saadet’e hem gelecek bütün asırlara şümulü vardır. Asr-ı Saadet ise bütün gelecek asırlara ekmel ve küllî bir örnektir. Her devirde Allah’ın inayetiyle O’nun yoluna kendilerini vakfetmiş “fakirler” ve “mesakin” olmuştur ve olacaktır.
Nitekim büyük müceddid İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat adlı eserinde yer alan Mirza Bediüzzaman’a hitaben yazdığı 74. ve 75. mektublarında, Asr-ı Saadet’teki Ashab-ı Suffa’yı kendilerine örnek olarak kendisi ve yakın çevresini “mesakin” manasında fakirler diye vasıflandırmaktadır.
(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Ashab-ı Suffa maddesi ve Miskin maddesi)
1 Samimi ehl-i hizmetin, Risale-i Nur’un bekçileri olmalarının lüzumu anlaşılıyor.
2 İstiğna düsturuna bağlı
3 Mektubat eserindeki 74 ve 75. mektublarında (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 2477/1 ve 2477/2. parağraflar)
5 (Buhari 96. kitab 10. bab)
6 (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Vakf-ı Hayat maddesi)
Bu dersi indirmek için tıklayınız.