DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

CEMAAT

İslâm Dünyasında Dinî Cemaatler

Alem-i İslâmda asırlardan beri dinî cemaatler vardır. Gerek fıkhî gerek fikrî ve i’tikadî ve tasavvufî sahalarda vücuda gelen hareketler, meslekler ve meşreplerin meşruiyet kazanmalarının en birinci şartı zaruriyat-ı diniyenin hiçbirinden inhiraf etmemeleri ve o esaslara bağlı kalmalarıdır. Bu esaslar ise, kitab ve sünnetin nususundan gelmiş ve icma-i ümmetin rey-i tasdikıyla tesbit edilmiştir. Mecellenin kavaid-i külliyesinden 13.maddesinde bu husus: “Mevrid-i nasda ictihada mesağ yoktur” şeklinde kayıtlıdır. 

Bediüzzaman Hazretleri, nim-manzum bir eserinde bu mes’eleyi şöyle ifade eder:

“Müstaid, Müçtehid Olabilir; Müşerri' Olamaz

İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için, nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayre ilzam edemez.

Ümmeti davetle teşri' edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.

İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.

Yoksa davet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz...”  (S:705)

“Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat'î ve muayyendirler.”  (S: 480)

Yine Bediüzzaman Hazretleri meslek ve mezheblerin hak veya bâtıl hükmünü almalarında şu ölçüyü de nazara verir:

“Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.

İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır. Meselâ, fiîalar Kur’ân’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahâbe ve fieyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler; لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs‑u şeriate ve sarîh-i âyâta ve zevâhir-i ehâdise istinad ederek hâlis Tevhîde münâfi ve sanemperestliği imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ, Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.

Her neyse... Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i  şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nim-müstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.” (O.M: 465)

Mezkûr beyanda ifade edildiği üzere, esasattan inhiraf olmamakla beraber, füruat mesailinde ve İslâmın maslâhatına bakan neticelerinde müsbet cihetin yüzde elliyi geçmesi gerekiyor. Bu hükmün tesbiti de yine ehl-i sünnet rey’-i cumhurunun hükmüne dayanır.

“Ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılacağını ve firka-i nâciyenin ehl-i sünnet olduğunu haber veren hadis-i Nebevî Nakl-i sâhih-i kat’î ile ferman etmiş ki: سَتَفْتَرِقُ اُمَّتِى ثَلاَثًا وَسَبْعِينَ فِرْقَةً اَلنَّاجِيَةُ وَاحِدَةٌ مِنْهَا. قِيلَ مَنْهُمْ؟ قَالَ مَا اَنَا عَلَيْهِ وَ اَصْحَابِى  deyip ümmeti, yetmişüç fırkaya inkısam edeceğini ve içinde fırka-i nâciye-i kâmile ehl-i sünnet ve cemaat olduğunu haber veriyor.”  (M:106)

Hakiki bir cemaat

Dinî bir cemaatın en ehemmiyetli vasfı ve mahiyeti, hak ve hakikat yolunda, rıza-yı İlahîyi kazanmak gayesiyle birleşen ve bir hizmet proğramı ve belli düsturlar dairesinde hareket eden topluluk olmaktır ki, bu şekliyle sağlam ve kâmil bir şahs-ı maneviyi teşkil ederler. Böyle bir cemaat mensubları, cemaata ait meselelerde, şahsî kanaat ve temayüllerine göre hareket etmezler. Bunların muayyen olmayan meselelerde şer’î usule uygun olarak yapacakları meşveretin hakka isabet ve hakikatı ihata derecesi, ferdî kanaatlardan çok üstün ve mutemed olur. (Bak: Şûra derlemesi ve İslam Prensipleri Ansiklopedisi Şûra maddesi)

Bununla beraber maneviyatta yükselmiş bir şahsa bağlı kalarak teşekkül eden cemaatler de vardır. Tarikatlarda olduğu gibi.

Kur’an, il’lâ-i kelimetullah cemaatını şöyle tavsif ediyor: (3:104)وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ   Meal-i Şerifi: “Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra davet eder, maruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet (bir cemaat) olsun. İşte onlardır o felahı bulacaklar... (Bak: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 179.p.sonu)

Hayra davet, emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker, alel-umum müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiç bir müslüman mes’uliyetten kendini kurtaramaz.

Alel-umum müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak bir ümmet-i mahsusa teşkil etmek ve onlara muavenet ve ittiba ederek o vasıta ile bu vazifeyi ifa ettirmektir. (E.T. 1154) (Bak: Emr-i Bil Maruf) (Bak: İslam Prensipleri Ansiklopedisi 520-521.p.)

Al-i Beyt Cemaatı

Böyle kudsi hizmet cemaatı olarak daha çok Al-i Beytin silsilesi nazara verilmiştir. Evet “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina nazarıyla görmüş ki: Âl-i Beyti, âlem-i  İslam içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalat’ı insaniye dersinede rehberlik ve mürşidlik vazifesini  görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki:

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ

 وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

dir.(1) Makbul olacağını keşfetmiş, yani nasılki Millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (A.S.) âlinden, neslinden olan Enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediye’de de (A.S.M.) vezaif-i azime-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için (42:23) اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim.(2 ) Çünki: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.

İşte bu sırra binaendir ki: Kitab ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu hakikat-i Hadisiyye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyenin ittibaı terkeden,  hakiki Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet za’fa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-ı mütesanide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.” (L:21)

(Bak: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Âl-i Beyt maddesi)

Yeni cemaatlerin varlığına ve meşruiyetine işaret edilen Diğer bir âyet de şöyledir: “(7:181)  وَمِمَّنْ خَلَقْنَٓا اُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِه۪ يَعْدِلُونَ۟ Halkettiğimiz kimselerden bir ümmet -bir cemaat-ı fâzıle- de vardır ki, hakka sarılarak rehberlik ederler ve bilhakkın icra-yı adalet eylerler. Binaenaleyh bunların icmaına ittiba, hidayettir.” (E.T. 2340)

“Âhirette her cemaat imamları ile  beraber çağrılacak” mealindeki (17:71) ayeti de müsbet dini cemaatlerin vücuduna işarettir. (Bak:748 p başı ) On iki cemaat olan Musa (A.S.)’ın kavmi hakkında, asa mucizesiyle nebean eden oniki kaynaktan her cemaatın kendi kaynağını bilmesi mealinde olan (7:160) âyeti mâna-yı küllîsiyle, zaman ve mekânca farklı ve istidadca muhtelif olan insan cemaatlarına maneviyat âb-ı hayatını veren asırların imam ve mürşidlerini de telmih eder. (5: 12) âyeti de aynı mânayı teyid eder.

Bir hadis-i şerifte de mealen şöyle buyuruluyor:

“Ümmetimden bir taife Allah’ın emirlerini yerine getirmekte devam edecektir. Onlara yardımdan çekinenler, yahud onlara muhalefet edenler, bu taifeye asla zarar veremiyecek, Allah’ın (kıyamet) emri gelinceye kadar bu mutlu taife, insanlara karşı böyle galib ve muzaffer halde kalacaklardır.” (S.M.ci: 6 shf: 126, 174. hadis) (Bak: 988.p.)

Aynı mâna ile alâkalı olarak İbn-i Mace Mukaddime l. Bab’da 6 ilâ l0. hadisler de vardır. Ekser âlimler, Allah’ın inayet-i hassasına mazhar olmuş bu cemaatın, cihad-ı manevî ehli olduklarını beyan ederler. (Bak: 2922.p.)

Hadis metninde geçen ve “cemaat” manasında olan “taife” kelimesinin izahından bir parçası şöyledir:

«Bu cemaatın Allah Teâla tarafından alacakları yardımı, “Münkirlere karşı kullandıkları susturucu hüccetler, hak ve hakikatları isbatlayıcı bürhanlar ve ikna edici deliller” diye tefsir eden hadis âlimlerine göre, bu cemaat ilim ehlidir. Yardım ve desteği; kılıçlar, mızraklar ve benzeri silahlar ile açıklayanlara göre ise bu cemaat, gazilerdir. Yetkili âlimlerin çoğu, birinci görüştedirler. İbn-i Mace de hadis-i şerifi bu konuya almakla, ilk görüşe temayül etmiş oluyor.»” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Cemaat maddesi 523-524.p.)

“Bilhassa fitne ve fesad artarak cemiyetin bozulduğu devrede sağlam ve salabet-i diniyeye sahib bir İslâm cemaatının bulunması gereklidir. Zira cemiyetin tahribatına karşı ferdler, bu İslâmî cemaata istinaden korunurlar. Aksi halde ferd allame de olsa, bozuk cemiyetin ifsadat-ı azîmesi içinde kendini muhafaza etmesi zorlaşır.

Bir rivayette mealen şöyle buyuruluyor:

«Şeytan (insî münafıklar) insanın kurdudur. Koyunu kapıp götüren kurd gibi. Nasıl kurd koyunun tek, sahibinden uzak ve köşe-bucakta kalmasını kollarsa, şeytan da böyledir. (yani müfsid cereyanlar da İslâm cemaatından kopuk insanı öyle kollar. En çok cemaattan ayrı olana musallat olur. Cemaata veya şahsa muhalefet hissinden dostâne hulul edip yakalar ve inşikaka vesile yapar.) Öyle ise size cemaatı, ülfeti (sık irtibatı) ve ammeyi (müslüman ekseriyeti) ve mescidleri (müslümanların toplanıp görüştüğü ibadethane ve medrese gibi dinî mahalleri) tavsiye ederim. Sakın ha cemaattan ayrılmayın ve tefrika ve ihtilafa düşmeyin.» (R.E. 216/16)

Fitne zamanlarında müsbet bir dinî cemaat içinde bulunmanın elzemiyetini beyan eden Bediüzzaman Sünnet yolunda olmak şartıyla bir tarikat mensubunun dahi, münferid yaşıyan bir âlimden daha mahfuz kalacağını şöyle izah eder:

«Adi bir samimi ehl-i tarikat, surî zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zendekaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zendekaya giremez.

Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmiyen bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.» (M.445)

Bununla beraber keyfiyetsiz çokluğa da katılmamalıdır. Nitekim bir hadis mealinde şöyle buyuruluyor:

«Bir kimse bir kavmin (keyfiyetsiz) kalabalığını artırırsa, o da onlardan olur (keyfiyet meziyetini kaybeder). Kim bir kavmin (cemaatın) ameline (yaptıklarına) razı olursa (beğenirse), onların ameline ortak olur.» (R.E.441) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Cemaat maddesi 525.p.)

“Kur’an (6:116) ayetinde de hak düsturlarına uymak yerine zanlarına uyan sadakatsız ekseriyete uyulamayacağı beyan edilir.

Hem Kur’an (5:66) (11:116) ayetleri emrolunduklarını yaşamayan (sadakatsız) ekseriyet içinde müktesid (müstakim) bir cemaat-ı kalileyi nazara vermasi de aynı manayı teyid eder.

Hadiselerde iyi çığır açma yani cemaati bir cerayan meydana getirmenin iyi bir hareket olduğu bildirilir. Meselâ:  كَفَاعِلِهِ الشَّرِّ عَلَى وادَّالُّ كَفَاعِلِهِ الْخَيْرِ عَلَى الدَّالُّ Yani: Hayra delalet eden, o hayrı yapan gibidir. Şerre delalet eden de, o şerri bizzat işlemiş gibidir.» (3 )

Dinî ve müsbet bir hizmet hareketinin ve bir şahs-ı manevînin (cemaatın) (bak: cemaat) teşekkülüne veya menfi bir cereyana sebebiyet vermenin mükâfatı veya cezası hakkında rivayetler hayli mevcuddur.” (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Essebebü Kelfail maddesi 864.p.)

“Ezcümle: Sünen-i İbn-i Mace, Mukaddime bölümünün 14. babı, bu mevzuya dair olup bu babın 1. hadisi şöyledir:

مَنْ أَجْرِ وَمِثْلُ اَجْرُهَا لَهُ كَانَ بِهَا فَعُمِلَ حَسَنَةً سُنَّةً  سَنَّ مَنْ

بِهَا فَعُمِلَ  سَيِّئَةً  سُنَّةً سَنَّ وَمَنْ شَيْئًا أُجُورِهِمْ مِنْ يَنْقُصُ لَا بِهَا عَمِلَ

شَيْئًا اَوْزَارِهِمْ مِنْ يَنْقُصُ لَا بِهَا عَمِلَ مَنْ وِزْرُ وَ وِزْرُهَا عَلَيْهِ كَانَ

Yani kim iyi bir çığır açar da o çığıra gidilirse, ona açtığı çığırın sevabı verileceği gibi o yolda gidenlerin sevabının bir misli de verilecek ve bu (adam), onların sevablarından bir şey eksiltmeyecektir. Kim kötü bir çığır açarsa, ona da açtığı çığırın günahı yükletileceği gibi o yolda gidenlerin günahlarının birkatı da yükletilecek ve bu (adam), onların günahlarını eksiltmeyecektir. » (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Essebebü Kelfail maddesi 865.p.)

Bu babdaki izah kısmının bir parağrafında şöyle deniliyor:

Müslim’in şarihi Nevevi: “Bu hadisler, iyi işleri yapıp güzel çığır açmanın müstehab olduğunu ve kötü işler yapıp fena çığır açmanın da yasak ve haram olduğunu açıkça belirtmektedir. Keza iyi bir çığır açan kimsenin, kıyamet gününe kadar o çığırda yürüyen bütün insanların kazanacakları sevabın bir mislini alacağını ve kötü bir çığır açan kişinin de, kıyamet gününe kadar o yolda giden bütün insanların boyladıkları günahların bir katını sırtlayacağını sarahaten bildiriyor. Keza hidayete çağıran adam, kendisine uyan insanların elde ettikleri sevabın bir mislini kazanır. Dalalete davet eden şahıs da, kendisine uyan insanların yüklendikleri günahların bir katını yüklenmiş olur. Kişi kılavuzluk ettiği hidayet veya dalalet yolu ister daha önce açılmış olsun ister ilk olarak o kişinin tarafından açılmış olsun farketmez. Kişi, ettiği kılavuzluk dolayısı ile büyük sevab veya büyük günah almış olur.

Hadislerde bahsedilen çığır açma veya kılavuzluk etme mes’elesi, muayyen bir sahaya mahsus değildir. Bu durum iman, ibadet, ahlâk, eğitim, öğretim vesair alanlarda da olabilir.» (İbn-i Mace 1. cild shf: 366)”  (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Essebebü Kelfail maddesi 866.p.)

Mezkûr şer-i delil ve beyanlar müvacehesinde islamî istikamette olmak şartıyla dini meslekler ve cemaatlar meşrudur ve alem-i İslamda asırlardır devam edip gelmektedir. Böyle dinî cemaatların varlığına itiraz edenlere verdiği bir cevabında Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

Keza «Kesretli her mü'min cemiyetinden طَائِفَةٌ bir taife -bir kısım, bir cemaat-ı kalile الدِّينِ فِى لِيَتَفَقَّهُوا dinde tefakkuh etmeleri -külfet ve meşakkate katlanıp fıkıh tahsil eylemeleri- için nefir olsalar, hareket edip toplansalar  وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْيَحْذَرُونَ۟ (9:122) ve (cihada giden kavimleri) dönüp geldikleri vakit belki hazer ederler diye inzar için bunu yapsalar- yani halka tahakküm etmek veya diğer makasıd-ı dünyeviyye elde eylemek gibi bir garaz için değil, sırf inzar ve irşad maksad ve gayesi ile fıkıh, ilm-i din tahsil için seferber olup toplansalar... Binaenaleyh bu suretle dinde tefakkuh farz-ı kifayedir. Ve fisebîlillah cihaddan ma'duddur. Bu manaya göre ilm-i din tahsili içinde de seferberlik mevzu-u bahisdir.» (E.T.2646) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Fıkıh maddesi 958/1.p.)

Cemaatlerin meşruiyet şartlarıyla herzaman bulunabilecekleri hükmü mütearref, müsellem ve meşru olmakla beraber fitne zamanlarında o fitneye karşı çare olmasında muvaffakıyetli ve üstün meziyetlere sahib olan mesleğe, diğer meslek sahibleride kuvvet vermeleri ve İslamî müşterek hususlarda birlik sağlamaları ve bilhassa birbirleriyle muaraza etmemeleri icab eder.

Bediüzzaman Hazretleri Bir hocaya hitaben fakat umum hocalara bakan bir ders ve tavsiye olarak diyor ki:

“Madem hakikat budur. Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim ve ehl-i tarîkat ve sofi-meşreb zâtlar, onun cereyanına girmek ve ilim ve tarîkattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirdlerini teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için, o dairedeki âb-ı hayat havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa Risale-i Nur'a karşı rakibane başka bir çığır açmak ile hem o zarar eder, hem bu müstakim ve metin cadde-i Kur'aniyeye bilmeyerek zarar verir; zındıkaya bir nevi yardım olur.” Kastamonu Lahikası (122)

“Zannederim ki, o enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki: Neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur'aniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılınçtır. O ehl-i fazl u kemal ve kuvvetli enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki; bana değil, Kur'an-ı Hakîm'e talebe ve şakird oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım.

Haydi farz-ı muhal olarak ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ülema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip ders versinler, tarafdar olsunlar. Ülema-üs sû' hakkında bir tehdid-i azîm var. Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.” Mektubat (425)

Cemaatler hakkında Risale-i Nur’dan bazı kısımlar:

“Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem' ve zamm, kesir darbı gibi küçültür.4

İkinci derecede sebeb:

Dâr-ül Hikmet eczaları kabil-i imtizac, belki de ihtilat değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. "Ene"ler kavîdir, delinmedi ki bir "nahnü" olsun. "Ben", "biz" olmadı. Mesaîlerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi.

Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Maneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir.

Teavün düsturu bunun tamamen aksidir; maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Maneviyatta ise, eseri hârikulâde derecesine is'ad eder.

Hem de tenkidleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner.” (Sti:89)

Hem ehl-i dalalet ve haksızlık -tesanüd sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müdhiş şahs-ı manevî-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.

Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için...

Nefsini ve enaniyetini

Ve yanlış düşündüğü izzetini

Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder.” (L:151)

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur'a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat'î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci', bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.” (Ş:320)

“Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i katıa ve maksadımız i'lâ-yı Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü'min manen müntesibdir. Sureten intisab ise, Sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat'î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ülema ve meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz.” (H: 86)

“Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer'iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cem'iyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti-i ümmet cem'iyet-i ülemaya havale etmektir.

Sâlisen: İ'lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikata "püf, üf" eden, divaneliğini ilân eder.” (H: 98)

Râbian: Zannederim ki, şimdi küfür ve dalalet, komiteler ve cem'iyetler şeklinde hücum ettikleri içindir ki; kader-i İlahî, bunlara bu eşedd-i zulüm ile bir cem'iyet isnadıyla bizi tazib ettiriyor. Demek şimdi ehl-i imanın ittihadına pekçok lüzum var. Biz o hakikatı bilmediğimiz için kaderin adalet tokadını yeriz.” (Ş: 533)

“Sâniyen: Onlar nasıl zorla en mahrem risaleleri en nâmahreme okuttular.. öyle de, zorla ısrar edip bizi cem'iyet yapmağa mecbur ediyorlar. Halbuki cem'iyet ve komiteciliğe hiç ihtiyacımızı hissetmiyorduk. Çünki ittihad-ı ehl-i iman cemaatındeki uhuvvet-i İslâmiye; Nurcularda pek hâlisane, fedakârane inkişaf ettiği gibi ve eski ecdadlarımızın kemal-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikata Nur şakirdleri o milyonlar kahraman ecdadlarından irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedailik ile o hakikata bağlanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve aşikâr cem'iyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlahî onları bize musallat ediyor. Onlar mevhum bir cem'iyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, "neden tam ihlasla, tam bir tesanüdle, tam bir hizbullah olmadınız?" diye bizi onların elleriyle tokatladı, adalet etti.” (Ş: 533)

(Bak: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Cemaat maddesi)

 

1 Bak: İ.M.6/25 ci:3 shf: 163

2 Riyazüssalîhin (tercemesi) ci:1 hadis: 345 ve T.T. ci:1 hadis: 72,73

3 H.G. hadis: 17 ve K.H. hadis: 669

4 Hesapta malumdur ki; darb ve cem', ziyadeleştirir. Dört kere dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem' bil'akis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü' olur yani dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur!...” (M:475) (İslam Prensipleri Ansiklopedisi Kemmiyet maddesi 1975.p.)

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık