DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

ASRIN MÜCEDDİDİ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatından Derlenmiştir1

İÇİNDEKİLER

Parağraf  NO:

1- Müteşabih Bahisler: 1-14

2- Süfyan (İslâm deccal’ı) Nerede çıkacak?: 4

3- Müteşabih hadisler nasıl te’vil edilmeli?: 5,10

4- Siyası nazar ve mehdiyet: 6-9,57

5- Bazı müteşabih hadîslerin te’vili: 11

6- Mehdiyetin bazı hususiyetleri ve vazifeleri: 16-22

7- Âhirzamanın dehşetli şahıslarına mukabele tarzı: 12,52

8- Mehdi ve Süfyan niçin açıkca bildirilmedi?: 13,14

9- Müceddidlerin lüzumu: 23,24

10- Müceddidliğin tesbiti ve tanınması: 25

11- Hz. Mehdi ve Deccal ile ilgili bir hadîs: 26

12- Hz. Mehdi sadece bir şahısmıdır?: 27-29,36,42

13- Mesih Deccal’ı kim öldürecek?: 30

14- Hz. Mehdi hakkında farklı hadîslerin sebebi?: 31-33

15- Mehdiyetin asıl vazifesi: 35,37,43,44,45

16- Müceddid neden şahs-ı manevî olmalı?: 46,47

17- Gelecek asrın müceddidi: 48

18- İmam-ı Rabbanî hazretlerinin ihbarı: 49

19- Hz. Ali’nin (RA) ihbarı: 50

20- Büyük infilak ve Kur’an’ın müdafaası: 51

21- Hz. Ali (RA) ve Gavs-ı Azam’ın (KS) Risale-i Nur’a teveccühleri: 52

22- Müceddidlerin en ehemmiyetli vaziferi: 53,54,55

23- Kâinatın en büyük mes’elesi: 56,57

24- Velilerin himmet, Hidayete sadece bir vesiledir: 59

25- Nur mesleğinde şahs-ı manevî esastır: 59-63,67,75,77

26- Risale-i Nur mürşid-i hakikî vazifesini görüyor: 61,76,96

27- Benliği, şahs-ı manevîde eritmek: 64

28- Fena fi-l ihvan hakikatı: 65,97

29- Nur hizmetinde şeyhlik ve müridlik yoktur: 66

30- Nur hizmetinde şahıslara makam verilirmi?: 68

31- Bediüzzaman’ın şahsını merciiyetten azletmesi: 69

32- Risale-i Nur niçin tarikata ihtiyaç birakmaz:70

33- Risale-i Nur’a kanaat hakkında Hulusi bey’in ifadesi: 71

34- Hakikata giden en kısa yol: 72

35-Kendini merci görmedeki tehlike: 73

36- Nur hizmetinde şahsî keramâta ehemmiyet verilmiyor: 74

37- Risale-i Nur’u anlamak için müdderislere ihtiyaç yoktur: 78

38- İhlâs, sebat ve metanetteki velayet: 79,80,81

39- İman hizmetinin önemi: 82,95

40- Velâyet-i kübra yolu: 83,84

41- Hizmet-i din ve terk-i makam: 85-90

42- Risale-i Nur mesleğinde kitab merciiyeti: 91

43- Şeyhi olmayanın şeyhi:92

44- Makam değil, hizmet mühim: 93

45- Keşif ve keramet, ölçü değil: 94

46- Risale-i Nur mürşid ve müceddid-i azam: 96

47- İndeks   

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

ASRIN MÜCEDDİDİ

1-Şu beş on sene içinde müceddidlik ve mehdilik mevzuunda neşredilmiş bazı kitablarda, mehdiyete ait müteşabih hadîsler, zâhir mânalarıyla ele alınıp Mehdi’nin siyasî ve dinî lider olacağı fikri nazara veriliyor. Halbuki istikbaliyat ve âhirzaman alâmetleri hakkında gelen hadîs-i şerifenin ekserisi Müteşabihat nevinden olduğundan hakikî mânalarını herkes bilemiyeceği gibi, onların tercemelerinden anlaşılan zâhir mâna dahi hakikî maksadı ifade etmez.Bediüzzaman hazretleri bu hususu şöyle izah eder:

2- “Âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair hadîslerin bir kısmı müteşabihat-ı Kur'aniye gibi derin manaları var. Muhkemat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler. وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاَّ اللّٰهُ وَ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِsırrıyla, vukuundan sonra tevilleri anlaşılır ve murad ne olduğu bilinir ki, ilimde râsih olanlarآمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا deyip o gizli hakikatları izhar ederler.” Ş:578

3- hem “bir kısım hadîsler İslâmların ekseriyeti noktasında veya hükûmet-i İslâmiyenin veya merkez-i hilafetin nokta-i nazarında vürûd ettiği halde, umum ehl-i dünyaya şamil zannedilmiş ve bir cihette hususî bulunduğu halde, küllî ve âmm telakki edilmiş. Meselâ, rivayette vardır ki: "Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmayacak." Yani, zikirhaneler kapanacak ve Türkçe ezan ve kamet okunacak demektir.” Ş:580

“Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirzaman diyorsun. Halbuki hadiste vârid olmuş ki, âhirzamanda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.”

Elcevab Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.

Saniyen: Yerde Allah Allah (c.c.) denilmeyecekten murad, Allah’a iman kalkacak demek değildir 2 belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah (c.c.) denilmezse kıyamet-i kübrâ kopacak. Bir memlekette de Allah Allah (c.c.) denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir”.3 St:164

4- Hem “Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam'ın etrafında ve Arabistan'da tasvir edilmiş.

 Allahu a'lem, bunun bir tevili şudur ki: Merkez-i hilafet eski zamanda Irak'ta ve Şam'da ve Medine'de bulunduğundan, râviler kendi içtihadlarıyla -daimî öyle kalacak gibi- mana verip "merkez-i hükûmet-i İslâmiye" yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.” Ş:585

5- Hem böyle müteşabihatı nazara almayan “bazı hocalar, "Minare kadar yüksek bir adamı", hem "Alnında okunacak bir yazı bulunacak" hem "Birden eli bir su ile delinecek" gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur'un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.” E:214

6- Mehdiyet mes’elesine siyaset nazarıyla ve geniş dairenin hakimiyeti cihetiyle bakılması, hakiki mehdiyetin bilinmesine perde olur. Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle beyan eder:

7- “Eskişehir hapishanesinde, âhirzamanın hâdisatı hakkında gelen rivayetlerin tevilleri mutabık ve doğru çıktıkları halde, ehl-i ilim ve ehl-i iman onları bilmemelerinin ve görmemelerinin sırrını ve hikmetini beyan etmek niyetiyle başladım; bir-iki sahife yazdım, perde kapandı, geri kaldı.

Bu beş senede, beş-altı defa aynı mes'eleye müteveccih olup muvaffak olamıyordum. Yalnız o mes'elenin teferruatından bana aid bir hâdiseyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

8- Hürriyetin bidayetinde, Risale-i Nur'dan çok evvel, kuvvetli bir ümid ve itikad ile, ehl-i imanın me'yusiyetlerini izale için, "İstikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum" diye müjdeler veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum Abdurrahman'ın yazdığı gibi, Sünuhat misillü risalelerde dahi "Ben bir ışık görüyorum" diye dehşetli hâdisata karşı o ümid ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyede ve çok geniş bir dairede tasavvur ederdim. Halbuki hâdisat-ı âlem beni o gaybî ihbarda ve beşarette bir derece tekzib edip ümidimi kırardı.

9- Birden bir ihtar-ı gaybî ile kat'î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: "Ciddî bir alâka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin "Bir ışık var, bir nur göreceğiz" diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi, Risale-i Nur'dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes'udane ve dindarane haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel saadet tasavvur ederek, eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.

Evet otuz sene evvel bir hiss-i kabl-el vuku ile hissettin. Fakat nasıl kırmızı bir perde ile siyah bir yere bakılsa, karayı kırmızı görür. Sen dahi doğru gördün, fakat yanlış tatbik ettin. Siyaset cazibesi seni aldattı." K:26

10- Hem “âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nüzulüne ve Deccal'ı öldürmesine aid ehadîs-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahirî ülemalar, o rivayet ve hadîslerin zahirine bakıp şübheye düşmüşler. Veya sıhhatini inkâr edip veya hurafevari bir mana verip âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda, avam-ı müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadîsleri serrişte ederek, hakaik-i İslâmiyeye tezyifkârane bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehadîs-i müteşabihenin hakikî tevillerini Kur'an feyziyle göstermiş.” K:80

11- Büyük bir kısmı Beşinci Şua’da olan bu te’villerin bir hülâsası olarak Bediüzzaman Hazretleri büyük müdafaatında şöyle der:

“Sâbık mahkememizde bir müddeiumumînin yanlış bir mana ile “Beşinci Şua”ya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına manasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilâtı vermeğe mecbur oldum....

Bundan kırk sene evvel ve hürriyetten bir sene evvel İstanbul'a geldim. O zaman Japonya'nın baş kumandanı, İslâm ülemasındandinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler. Ezcümle, bir hadîste: "Âhirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında "Hâzâ kâfirun" yazılmış bulunur" diye hadîs var deyip benden sordular. Dedim: "Bir acib şahıs, bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir." Bu cevabdan sonra bunu sordular: "Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı?" Dedim: "Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek."

Sonra dediler: "Aynı şahıs bir su içecek, onun eli delinecek ve bu hâdise ile Süfyan olduğu bilinecek?" Ben de cevaben dedim: "Bir darb-ı mesel var: Çok israflı adama "eli deliktir" denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi' oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak."

Sonra birisi sordu ki: "O öldüğü zaman İstanbul'da Dikili Taş'ta şeytan dünyaya bağıracak ki; filan öldü." O vakit ben dedim: "Telgrafla haber verilecek." Fakat bir zaman sonra radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. Sekiz sene sonra Dâr-ül Hikmet'te iken dedim: "Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek."

Sonra Sedd-i Zülkarneyn ve Ye'cüc ve Me'cüc ve dabbet-ül arz ve Deccal ve nüzul-ü İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevab vermiştim. Hattâ eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile, Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey'in vasıtasıyla beni -neşredilen Hutuvat-ı Sitte'ye mükâfaten taltif için- Ankara'ya celb etti, gittim. Şeyh Sünusî Kürdçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üçyüz lira maaşla vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîsi, hem meb'us, hem diyanet riyaseti dairesinde Dâr-ül Hikmet a'zalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van'da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve şark dâr-ül fünunuma Sultan Reşad'ın verdiği ondokuz bin altun lira -ikiyüz meb'us içinde yüzaltmışüç meb'usun imzasıyla- yüzellibin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde; ben Beşinci Şua aslînın verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.” Ş:358-360

12- “Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'anın nurlariyle mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb'usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankaradan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar...” T:147,148

13-Bediüzzaman Hazretleri Mehdi ve Süfyan gibi şahısların açık bildirilmemesindeki hikmeti şöyle izah eder:

“Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.

Şimdi Mehdi gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler.

Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir.” S:343

Sual: “Risale-i Nur kat'î bürhanlara istinaden hükümleri; sair hakaikte aynı aynına, tevilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işarat-ı tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden bazan tabir ve tevile muhtaç oluyor? diye hatırıma geldi.

Böyle bir cevab ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde ve dünya işlerinde başa gelen hâdisatı bildirmemekte; Cenab-ı Erhamürrâhimîn'in çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız mübhem ve mücmel bir surette, ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rü'ya-yı sadıkada bir kısım gaybî hakikatları ihsas eder. O hakikatların hususî suretleri, vukuundan sonra bilinir.” K:216

14- Yine aynı mes’eleye ait diğer bir izahı da şöyledir:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki' gibi görünür.

Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdi'nin çok evsafına câmi' bir Mehdi bulmuş.”M:95

15- Bu beyanlerda açıkça görüldü ki, müteşabih hadîsler te’vil isterler ve böyle böyle müteşabih ehadîsin te’villerini Kur’anın feyziyle Risale-i Nur göstermiş ve Mehdiyete ait rivayetlerin murad manalarını da beyan etmiştir. Mehdi hakkında gelen rivayetlerin tecüme mânalarıyla Mehdinin evsafı hakkında hüküm vermenin, belâgat ve müteşabihat kaidelerine ve imtihan sırrının hikmetlerine uygun olmadığının izahı için, İslam Prensipleri Ansiklopedisi Tevil maddesine bakınız.

16- Hadîslerde geleceği müjdelenen Mehdî, hususî bir tarzda Allah’ın hidayetine mazhar ve bu cihetle de dinî vazifesinde hatalardan korunmuş olan bir şahsiyettir. Bu zatın mazhar olduğu Mehdiyetin aslı ve hakıkati ise, hidayet ve hakaik-i Kur’aniyedir. Bu mazhariyeti cihetiyle kendisi ve eserleri Mehdiyeti hâmil ve bu vasıfla mevsuf olur. Âhirzamandakibüyük fitneden ve o fitnenin sebeb olduğu kalın gafletten pek çok insanları uyandırıpimanlarını tecdit eden bu zâta, Mehdî-yi Resul, Mehdî-yi Muntazar da denir.

Geçmiş asırlarda gelmiş ve zamanlarının şartlarına göre tecdid-i din vazifesini görmüş olan bu zevata, daha çok müceddid denir.

17- Müceddidlik vazifesi şöyle özetlenebilir: Mürur-u zamanla ilk hayatiyetini kaybeden ümmet-i İslâmiyenin dinî hissiyatını ihya ve bazı yanlış anlayışların karışmasıyla tashihi gereken İslâmî fikriyatı asliyetine irca’ ve ortaya atılan bâtıl ve küfrî fikirleri ibtal, iman ve Kur’an hakikatlarını cemiyetin anlayış seviyesine uygun izah ve isbat yoluyla yapılan tebliğ ve irşaddır. (Bak: 43.p.) (Bak: Müceddid Derlemesi)

18- Mehdiyet ve müceddidiyet tabirleri mezkûr manadaki tabirleri ifade etmekle beraber, Mehdî mânası, siyasî bir hakimiyeti de tazammun ettiğinden geçmiş asırlardan beri Mehdî siyasî hâkimiyete ve kuvvete sahib olacak büyük bir dinî şahsiyet olarak anlaşılmış ve en ehemmiyetli vazifesi olan imanda tecdid yani müceddidlik vasfı fazla nazara verilmemiş. (Bak:41,42,p.lar)

Halbuki hidayet kelimesinden alınan “Mehdî” kelimesindan de anlaşıldığı gibi,hidayete ermiş olan ve dolayîsiyle de hidayete erdirmeye vesile olmak, yani tahkik-i imanı kazandırmak, Mehdî için en birinci vazifedir. Mehdiyetin geniş dairede siyasî vazifesini ittihad-ı İslâm’a istinaden icra edebileceğini, Bediüzzaman Hazretleri beyan eder. (Bak: 38,39,42.p.lar)

19- Bediüzzaman Hazretleri en büyük ve en birinci vazifeyi, yani siyasetlerin üstünde manevî iman hizmetini nazara verir. Risale-i Nur’un has şakirdleri de bu vazifeyi ve düsturları esas alırlar ve kıyamete kadar değiştirmezler.(Bak:Hizmet Rehberi sh:5 p.1,6 p1,9 p.1) (Bak: Risale-i Nur Meslek Düsturlarının Değişmezliği Esası Derlemesi)

20- Tecdit hareketi cemiyette fikrî ve amelî sahada zuhur eder; yaygınlaşan bid’atların izalesine, sünnet ve şeâirin ihyasına çok ehemmiyet verir. Fikren olduğu kadar fiilen de bid’alardan kaçar ve sünneti yaşıyarak ihya etmeye çalışır ve takvayı esas alır. Bu husus müceddidiyetin ehemmiyetli bir vasfını teşkil eder.

21- Dinî bir şahsiyetin Mehdilik ve müceddidlik makamina sahib olduğunun bilinmesi için o zatın yüksek bir ilim ve kemalât sahibi olması gerektiği gibi, aynı zamanda asrında zuhur eden muannidane ve nifakkârane şer cereyanının manevî tahribatına karşı tam bir fedakârlık ve cesaretle tamire çalışması ve hattâ idam tehlikelerine rağmen hakikatı ve nifak cereyanının mahiyetini izhar etmesi de lâzımdır. Böylece bu zatın vazifedar bir şahsiyet olduğu anlaşılır. Evet deccal varsa Mehdi de olacaktır. Rivayetlerde Mehdi, yeryüzü cevr-ü zulüm ile dolu olduğu, ihtilâfların, içtimaî sarsıntıların (ihtilallerin) şiddetlendiği zamanda zuhur edeceği kaydedilir.4

22- Demek müceddidlik, bir fesad ve fitne devresinde zuhur eder. Normal bir İslâmî cemiyetin içinde pek çok mürşidler ve yüksek kemalât sahibi zâtlar gelmiştir. Fakat ciddi bir fitne ile karşılaşmayanları, müceddidlik vasfı yerine mürşid-i azam veya kutb-u azam gibi sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Ahirzamanın en son ve en büyük Süfyanî fitnesine karşı en büyük müceddid ve onun cereyanı, ıslah ve irşad vazifesiyle muvazzaftır.

23- Müceddidlerin lüzumu: Âdem Aleyhisselâmdan Peygamberimiz’e (ASM) kadar zamanla ve tedricen terakki eden beşerin idrak ve ahval-i içtimaiye seviyelerine göre peygamberler ve semavi kitablar gönderildi. Peygamberimizden (ASM) ve Kur’an-ı Kerim’den sonra peygamber ve kitab göderilmedi ve göderilmeyecek. Halbuki beşerin terakki ve tekâmül kanunu durmadı. O halde neden beşerin terakki seviyesine göre yeniden peyggamber ve kitab gelmeyecek?

Cevab: Kur’andan önce gelen semavi kitablar, zamanlarının ihtiyacına ve o zamanki beşerin seviyesine göre gelmişlerdir. Umum zamanlara şamil olabilecek ahkâma medar mâna külliyetinde değildiler. Fakat Kur’an, öyle bir mâna külliyetine ve camiiyetine sahiptir ki, beşerin bütün terakki seviyelerine cevap verebilir. Ancak Kur’anın her asrın ihtiyacına cevap veren ders, irşad ve ahkâmını keşf ve izhar etmek için ahkâmda müctehidler, hikmet ve irşad dersinde de müceddidler gerekmektedir. Demek mâna külliyetinden dolayı Kur’an’dan sonra diğer semavi bir kitaba ihtiyaç kalmadığı gibi, semavi kitabı tebliğ ve tedris vazifesi için de, varis olan müctehid ve müceddidler yeterli olmuştur.

24- Bu hakikatı, Pegamberimiz (ASM.)

عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائيِلَ5

اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ6

اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا7

gibi hadîs-i şerifleriyle bildirmişlerdir. Yani: Nasılki semavi kitab olan Tevrat’ın hükümran olduğu devreler, muhtelif zaman ve mekânda gelen nebiler, kendilerine kitab gelmediği halde Tevrat’la vazife-i nübüvveti ifa ettiler. Onun gibi, Kur’an ilede muhtelif asırlarda gelen müceddidler, vazife-i veraset-i Nübüvveti ifa ederler.

Demek mâna külliyetinden dolayı, Kur’andan sonra semavi bir kitaba lüzum kalmadığı gibi, müceddidler de asırlarında, Kur’an’ın o asra bakan vechini tefsir etmekle veraset-i Nübuvveti ifa ettiklerinden yeni bir peygambere ihtiyaç görülmemiştir.

25- İslâm tarihi seyri içinde zuhur eden müceddidlerin tesbitinde, Ulema-i İslâm az çok farklı tercihler yapmışlardır. Zira istikbal-i dünyeviyedeki hâdisatın dinî naslarla tayin edilmeleri hikmet-i İlâhiyeye uygun gelmediğinden, bazı ayet ve hadîslerin ancak işarî mânaları ve müceddidiyet için gerekli bazı hususiyetler, müceddidin tesbitinde ölçü olmaktadır.

Bu ise nassen bir sarahat olmadığından asrın Müceddidini kabul etmekte itikadî bir mecburiyet getirmez.

Ancak asrın Müceddidini ve müstakim cemaatını bilmeyen kimse, mevcut fitneleri, bid’aları ve dalâletleri sezip görmek ve onlardan içtinab etmek ve taklidî olan imanını muhafaza etmekte çok müşkilatla karşılaşır, tehlikeli bir cehalette ve gaflette kalır. Binaenaleyh asrın müceddidini tanımak ve onun dairesi dışında kalmamak gerektir.

26- Bu iki zıt cereyan, İslâm cemiyetlerinde muhtelif zaman ve mekânda, devre devre zuhur eder. Ahirzaman devresindeki ise, bunların en şiddetlisidir.

Bir hadîste şöyle buyurulur:8

«Âhirzamanda zâlim ümera, fâsık vüzera, hain hâkimler ve yalancı ülema gelir. Her kim onlara yetişirse sakın onların yardımcıları, vergi memuru, hazinedarı ve onların emniyet memurları olmasın.»

Bu hadîs-i şerif, Ümmet-i Muhammediyenin hayatı nokta-i nazarında çok şamil bir te’siri haiz iki şahsı haber vermektedit. Bunlardan biri, mahz-ı mevhibe-i İlâhiye olarak kendisine hikmet-i İlâhiye  ve hikmet-i Kur’aniye ihsan edilir. Diğeri de, fitnesi bu Ümmet-i Muhammed’e şeytandan daha te’sirli olan bir şerir zâlimdir.

27- Mezkûr Mehdi mes’elesinde, daha çok avam tabakası Mehdi’nin bir ferd olarak hâkimiyetini düşünür. Halbuki zaman cemaat zamanı olduğundan, bu zamanda şahsî dehâlar değil, şahs-ı manevî hükmeder diye Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde tasrih edilmiştir.

Ezcümle, mevzu ile alâkalı bir sual ve cevabı aynen şöyledir:

“Sual: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddid rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatın şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur. Şu zamanda -kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun- böyle bir cemaat-ı beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah eder? Eğer Mehdi'nin bütün işleri hârika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlahiyeye ve kavanin-i âdetullaha muhalif düşer. Bu Mehdi mes'elesinin sırrını anlamak istiyoruz?

Elcevab: Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid-i ekmel veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmedîyi (A.S.M.) muhafaza etmiş.

Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u a'zam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyn-es sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelal; Mehdi ile de âlem-i İslâmın zulümatını dağıtabilir. Ve va'detmiştir, va'dini elbette yapacaktır.

Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua lâyıktır ki; eğer Muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder.

28-Şöyle ki: Felillahilhamd

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ فِى الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

duası -umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua bi-l-müşahede kabul olmuştur ki; Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a'sarın mecma'larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu'u, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.

Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senedlerle ve an'ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asîl neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt'ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemmiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.

29- Hazret-i Mehdi'nin cem'iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid'akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cem'iyetinin mu'cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.

Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak.” M: 439-441

(Tafsilât için, İslâm İsevî İttifakı Broşürüne bakınız)

30- Ebu Davud’un Naklettiği bir hadîsin meali şöyledir:

“(Her asırda) ümmetimden bir topluluk, kendilerine düşmanlık edenlere karşı üstünlük sağlayarak, hak uğrunda savaşmaya devam edeceklerdir. Nihayet onların en sonuncusu (olan topluluk) da Mesih Deccalı öldürecek.”

Hadîsin sonunda beyan olunan, o taifenin sonuncusu hakkında şu izah verilmiş. “Metinde kendilerinden (en sonuncu topluluk) diye bahs edilen ve Mesih Deccal’ı öldürecekleri ifade buyurulan topluluktan maksad, Hz. Mehdi ile İsa Aleyhisselâm ve onların tabileridir.”

(Sünen-i Ebu Davud Tercemesi, Şamil yayınları, 284 hadîs mealinden)

31- “Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevî'den Hazret-i Mehdi'nin (Radıyallahü Anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.

Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi.. herbir asır me'yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdi'ye veyahut Mehdi'nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt'ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ: Siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı A'zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve oniki imam gibi Büyük Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zâtlar dahi, -Mehdi hakkında gelen rivayetlerde- medar-ı nazar-ı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mes'ele Risale-i Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:

32- Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cem'iyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt'in hanedanına ve kabilesine ve cem'iyetine ve cemaatine yetişebilsin.

Evet yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-ı Kur'aniyenin mayası ile ve imanın nuruyla ve İslâmiyet'in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve Sünnet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdi'nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.” Ş:590

33- Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın istikbalden haber verdiği bazı hâdiseler, cüz'î birer hâdise değil; belki tekerrür eden birer hâdise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hâdisenin müteaddid vecihleri var. Her defa bir vechini beyan eder. Sonra râvi-i hadîs o vecihleri birleştirir, hilaf-ı vaki' gibi görünür. Meselâ: Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki Yirmidördüncü Söz'ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye Hulefasından, Büyük Mehdi'nin çok evsafına câmi' bir Mehdi bulmuş.

İşte Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefa-yı Mehdiyyîn ve Aktab-ı Mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsafına karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş.” M:95

34- Bazı çevreler ve bir kısım avam-ı mü’minin, Mehdinin siyasî hâkimiyete sahib bir lider olduğunu tasavvur ederler. Hakİkat nazarında ise asıl Mehdi, hakaik-i imaniyeyi vehbî ilmi ile keşf u izhar ve neşretmekle, asrın küfür ve dalâleti karşısında imanı kurtarmak hareketinin müessis ve mümessilidir ve onun hizmet cemaatı vardır. Asıl vazifesi imanda tecdiddir.

35- Âlim ve fazıl bir nur şakirdi, Bediüzzaman Hazretlerine yazdığı mektubunun âhir fıkrasında, yani son kısmında; İslâmî hâkimiyetin zaman ve şartlarının yakınlaştığını bidirmesine karşı,Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevabında: Asl olanın imanî hizmet ve keyfiyetli mü’minlerin yetişmesi olduğunu ve hadîslerle bildirilen âhirzaman fitnesinin tahribatını ıslah etmek vazifesini Risale-i Nur’un ifa ettiği ve imanı tahkikî yapmak hizmetine kıyasen geri derecede olan geniş dairedeki fütuhatı kabirden seyredeceklerini şöyle beyan eder:

“Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sadık'ın haber verdiği "Manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık'ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki; inşâallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip, Allah'a şükrederiz.” K:107

36- Geniş daire olan içtimaî ve siyasî sahadaki mehdiyetin ikinci ve üçüncü vazifesi ise, mezkûr birinci vazifeye nisbeten ikinci, üçüncü derecede olup ittihad-ı İslâmın kuvvetine dayanarak  ve mehdiyete bağlı olarak onun düsturlarını tatbik edecek zat, âlem-i İslâm vüs’atinde hilafetin icraatını temsil eder.

Ezcümle, aşağıdaki sualin cevabının dikkatle okunması hakinde mezkûr hususlar açıkca anlaşılır.

Bediüzzaman Hazretlerine Mehdi-i al-i Resul hakkında sorulan bir sual:

“Nur'un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: Nur'un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beyt'in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezaddır, herhalde hallini istiyoruz.

Ben de bu zâtın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:

Birincisi: Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul'ün temsil ettiği kudsî cemaatının şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem'iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

37- Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi'nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor.

Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.9

38- İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

39- Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bi-l-hassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.

40- Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar.

O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim.

Hattâ eski evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:

41- Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan ü şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler.

Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdi ünvanını almamışlar.” E:265-268

42- Mezkûr mektubun bir hülâsası hükmünde, aynı mes’eleyi te’yid eden bir mektubda da şöyle deniliyor:

“Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan îman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i îmanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı a’zam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zâtın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bâzan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatdan anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nuru bir programı olarak neşr ve tatbik edecek.

O zâtın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymetdardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve te'vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşa verir ve vermiş.. hücumlarına vesile olur. Çünki, birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.” St:9

43- “Her asır başında Hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi değil, müttebi'dirler. Yâni: Kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı dîniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen ittiba' yoliyle dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebatılı ref' ve iptal; ve dine vâki tecavüzleri red ve imha; ve evâmir-i Rabbaniyeyi ikame; ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak, tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlariyle, zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile ifa-yı vazife ederler...

Risale-i Nur ve tercümanına gelince:

...Envâr-ı Muhammediyeyi ve maarif-i Ahmediyeyi ve füyuzat-ı şem'-i İlâhîyi en müşa'şa bir şekilde parlatması ve Kur'ânî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehi olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyan’larının kendi üzerinde toplanması delaletleriyle O zât, hizmet-i îmaniye noktasında risaletin bir mir'at-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri; ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehân-ı hakikati ve şem'-i İlâhînin hizmet-i îmaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.”Ş:669 (Bak: 17.p.)

44- “Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.

45- Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî'nin (A.S.M.) cemaat-ı nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış.” K:189

“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mes'ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a'zamı, iman mes'elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes'ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes'eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev'-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a'zam mes'eleyi esas yapıp, öteki mes'eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.

Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.” K:90

46- Bu asırda müceddidiyetin bir şahs-ı manevî olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acib ve komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı manevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da hârika olsa, şahs-ı manevîye karşı mağlub olmak kabildir.

Risale-i Nur'un o cihette bir nevi müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan o sıfatlar, hâşâ benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risale-i Nur'a bir nevi çekirdek olabilir. Kur'anın feyziyle Cenab-ı Hakk'ın ihsanıyla o çekirdekten Risale-i Nur'un meyvedar, kıymetdar bir ağac hükmüne icad-ı İlahî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur'an-ı Hakîm'in manası ve hakikatlı tefsiri olan Risale-i Nur'a aiddir.” Em:152

47- Evet عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائيِلَ ferman etmiş. Gavs-ı A'zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve hârika zâtlar bu hadîsi, kıymetdar irşadatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş. Şimdi ise aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risalet-in Nur'u ve sırr-ı tesanüd ile bir ferd-i ferîd manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin, ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.” K:7

48- “Lillahilhamd Risalet-in Nur, bu asrı belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu'cize-i Kur'aniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona aid medh ü senanız tam yerindedir.” K:6

Bediüzzaman Hazretleri ehemmiyetli talebelerinden, âlim ve fâzıl merhum Şamlı Hafız Tevfik’in bir fıkrasında, “Zübdet-ür Resail Umdet-ül Vesailé namındaki eserden naklen şunları kaydeder:

 “Ashab-ı Kütüb-ü Sitte'den İmam-ı Hâkim Müstedrek'inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen'inde, Beyhakî Şuab-ı İman'da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا

yani "Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor." hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tâm olan Mevlâna eşşehîr kutb-ül ârifîn, gavs-ül vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmil-üt tarîkat-ül âliye ve-l müceddidiye Hâlid-i Zülcenaheyn Kuddise sırruhu.. ilh...” B:163

Daha sonra da Hz.Üstad Bediüzzaman’la Hz.Mevlâna Hâlidin dört mühim tarihi noktalarda tevafuklarını gösterdikten sonra, şu neticeyi beyan eder:

“Elhasıl: Baştaki hadîs-i şerifin "her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor" va'd-i İlahîsine binaen, Hazret-i Mevlâna Hâlid, -ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle- 1200 senesinin yani onikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki -nass-ı hadîs ile- Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.

Benim üstadım daima diyor ki: "Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur'an-ı Hakîm'in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyorlar."

Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum. B:165

Şamlı Hâfız Tevfik

49- Âyet-ül Kübra'nın üçüncü menzilinin başında, Ahmed-i Farukî Risale-i Nur hakkında demiş ki: "Mütekellimînden biri gelecek, bütün hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan ve isbat edecek." Zaman isbat etti ki; o adam, adam değil belki Risale-i Nur'dur. Ehl-i keşf Risale-i Nur'u, ehemmiyetsiz olan tercümanı suretinde keşiflerinde müşahede etmişler, bir adam demişler.” K:10

50- Âhirzaman fitnesine karşı Risale-i Nur’un, beklenen ve âhirzamana kadar devam edecek olan son bir vazifedar olduğunu işaret eden bir ihbar-ı gaybî: “Kaside-i Celcelutiye'sinde sarahata yakın تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ٭ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ fıkrasıyla, o cereyanın karşısında vücudu ziyasıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyalandırmaya çalışan Risale-i Nur'a ve müellifine hususîiltifatınıاَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ deyip, âhirzamana kadar Risale-i Nur'un bedi' bir surette ışık vermesini ve yanmasını dua ve niyaz eden ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan’ın en mühim bir şakirdi ve ulûmunun birinci naşiri olan Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bidayet-i İslâmda Kur'anın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek ism-i a'zamı şefi' tutup kahramanane ve merdane hakaik-i şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhafazaya çalıştığı gibi, âhirzamanda bütün bütün Kur'ana muhalefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı ism-i a'zamı şefi' ve melce' ve tahassüngâh ittihaz edip cerhedilmez Kur'anın i'cazından gelen ve hâtem-i mu'cizeyi gösteren Risale-i Nur'un sönmez nuruyla ve susmaz lisanıyla şecaatkârane mukabele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, ism-i a'zamın kibriyalı, azametli nuruyla ve İsm-i Rahman ve Rahîm'in şefkatli ve re'fetli tecellisinden nebean eden âb-ı hayat ile söndüren; ve yanan yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukabil, dağlarda ve kırlarda sema yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürudete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risale-i Nur'u görmesi ve şefkatkârane ve tesellidarane ve kerametkârane bakması, Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh'ın makam-ı velayetinin iktiza ettiğini hakkalyakîn gösterir.” L:447

51- Bediüzzaman Hazretlerinin âhirzaman fitnesini haber veren mühim bir vâkıa-yı sâdıkası:

“Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'anı beyan et." Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.” M:368

52- Bu gelen bahiste ise: Yine Risale-i Nur’un âhirzamanın en dehşetli fitnesinin tahribini tamir etmekle muvazzaf olduğunun beyaniyle de, rivayetlerde müjdelenen ve beklenen en son müceddidin Risale-i Nur olduğu nazara verilmiş oluyor. Şöyle ki:

“Sual: Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur, Kur'anın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali'nin (R.A.) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A'zam'ın teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur'a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

Elcevab: Malûmdur ki, bazı vakit olur bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar.. ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ: Bir dakikada şehid olan bir adam, bir velayet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. İşte aynen öyle de: Risale-i Nur'a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve şeair-i Ahmediyeye (A.S.M.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü'minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki; Kur'an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A'zam (R.A.) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci' etmiş. Evet bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kal'aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü'min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.” Ş:748

53- Rivayetlerde müceddide ehemmiyet verilmesinin sebebi, birinci vazifesi olan îman itibariyle olduğu halde, beşeri nazar, siyaset-i diniye cihetiyle bakıp hata ettiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.” K:190

54- Bu kısımda da; geniş dairede, yani hayat-ı içtimaiye sahasında yapılan İslâmî çalışmalara birinci derecede ehemmiyet verip, hâslar dairesindeki hâlis hizmet-i imaniyeyi geri derecede görenler, 53. parağrafta “hayatperest” ve 56. parağrafta ise “ehl-i dünya” vasfiyle tavsif ediliyor. Bu tavsifle yapılan tenkid, dar ve geniş daireye ait hizmetlerin değişmez değer ölçüsünün tersine döndürülmesi, yani hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede yapılan dinî çalışmaları, birinci derecede ehemmiyetli görüp, dar daire hizmetini geri derecede görmek hatasıdır. Bu hata sözle olduğu kadar, yapılan çalışmalar itibariyle de olabilir.

55- Bir mektubda da has Nurcuların siyasî hâkimiyet vazifesine göz dikmemeleri ve iman hizmetinde sâbit kalmaları için Kader-i İlâhî’nin bir müdahelesi izah ediliyor. Şöyle ki:

56- “Ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes'ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni' olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür. Kader-i İlahî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümid besleyenlerin ümidlerini ta'dil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ülemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbabdan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı; o ifratı ta'dil edip adalet etti. "Size kâinatın en büyük mes'elesi olan iman hizmeti yeter" diye bizi merhametkârane o hâdiseye mahkûm eyledi.” K:193

Aynen bunun gibi, Ondokuzuncu Mektub’un beşinci Nükteli işareti’nde ve Onbeşinci Mektub’un İkinci sualinde, Âl-i Beyte siyasetin yaramadığını gösteren kaderin müdahalesi beyan edilmiştir. Demek Bediüzzaman Hazretlerine ve onun haslar dairesine de, fiilî siyasete kaderce izin verilmiyor.

57- Hem Bediüzzaman Hazretleri; geniş daire nazarıyla, dar dairenin futuhatına bakmanın doğurduğu mahzuru şöyle beyan eder:

“Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken, bazı has kardeşlerimin Nur'un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i İlahiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-yı İlahî noktasında bazı biçarelerin Nurla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd, sena ve şükür lazımken bir teşekki ve sıkıntı geldi.  Sonra mahviyet ve terk-i enaniyet ve ihlas-ı tam ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O  fütuhatta  binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki, makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzubahis olmamalı. Eğer bazı has kardeşlerimin hakkından yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam hakikat olsa ve hakkım da olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa, meslek-i Nuriyedeki ihlas-ı tamme bırakmağa mecbur eder."

(Osmanlıca teksir baskı Tılsımlar mecmu’asının zeyli, Maidet-ül Kur’an başındaki mektubdan)

Bediüzzaman Hazretlerinin bu ikazından anlaşılıyor ki; dar dairedeki iman hizmetinin kıymetini anlamayıp gerekli alâkayı gösterememenin bir sebebi, geniş daireye gösterilen şiddet-i alâka ve meyildir.

MÜRŞİDLİK VE ŞAHIS MERCİİYETİ MES’ELESİ

Mürşidlik ve şahıs merciiyeti mes’elesi, bu eserimizin mevzuu ile de alâkalı olduğundan buraya eklendi. Evet insanda şan ve şöhret arzusu, insanları kendine bağlamak ve etrafına toplamak hissi kuvvetlidir. Bu ise İslâm dünyasında tarafgirane ve mütezat mânada hizibleşmeye sebebiyet verir ve ittihad ve uhuvvet-i İslâmiyeye zarar getirir. Bu gibi sebeblerdendir ki, Risale-i Nur’da terk-i enaniyet ve ihlâs dairesine çok ehemmiyet verilmiş ve şahıs merciiyeti nazara verilmemiştir.

58- Dinî mesleklerde şahsın hâdî ve metbu olması, ancak vesilelik cihetiyledir.

Evet “Velilerin himmetleri, imdadları, manevî fiilleriyle feyiz vermeleri hâlî veya fiilî bir duadır. Hâdi, Mugis, Muin ancak Allah'tır.” Ms:240

Eğer şahıs, Kur’andaki hak ve hakikatın muhafızı ve mazharı ise ve merciiyet makamını istemek temayülü de yoksa makbuldur.

59- Risale-i Nur mesleğinde ise, cadde-i kübra olan sahabe mesleğinin bir in’ikâsı olması cihetiyle (Bak:E:67p.4) evvelâ Kur’andan gelen hak düsturlarına ve hakikat-ı İslâmiyeye; ve sâniyen bu İlâhî hidayetin müttebii ve muhafızı olmaları sebebiyle bir şahs-ı manevîye ittiba edilir, merciiyet mânasında olarak şahıs nazara verilmez. Evet şu sarih beyan ve ifadeler nazar-ı teemmüle alınmalıdır.

“Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi "Ferîd" makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile- Hicaz'da bulunan kutb-u a'zamın tasarrufundan hariç olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı A'zam'da kutbiyet ve gavsiyetle beraber "ferdiyet" dahi bulunduğundan, âhirzamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme'de dahi -farz-ı muhal olarak- Risale-i Nur'un aleyhinde bir itiraz kutb-u a'zamdan dahi gelse; Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u a'zamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telakki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.” K:196

Bediüzzaman Hazretleri, “hattâ Said de -El'iyazü billah- Risale-i Nur'un aleyhine dönse, bizim sadakatımız ve alâkamızı inşâallah sarsmayacak.” (E:125) diyerek Risale-i Nur’a bağlılığın elzemiyetini ehemmiyetle nazara vermiştir.

60- “Evet  عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائيِلَ ferman etmiş. Gavs-ı A'zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve hârika zâtlar bu hadîsi, kıymetdar irşadatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş. Şimdi ise aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risalet-in Nur'u ve sırr-ı tesanüd ile bir ferd-i ferîd manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş.” K:7

61- “Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-in Nur'un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-ı ilmiyeye münasib olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi; üç keramet-i zahiresi bulunan Mu'cizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmidokuzuncu Söz ve Âyet-ül Kübra gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emareler ve vakıalar bana kat'î bir kanaat vermiş. Hattâ sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine müteaddid vakıalar şübhe bırakmıyor.” K:10

62- “Hem onun mesleğinde şahsa ehemmiyet verilmiyor. Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.” E:87

63-“Risale-i Nur'un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” K:56

64- “Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.” Ş:318

65- “Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler... Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.” B: 124-125

66- “mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır.” L:162

67- Yine Hazret-i Üstadın şahsını dahi merciiyetten azledip Risale-i Nur’u üstad gösterdiğine dair ifadeleri de vardır. Ezcümle bir mektubda şöyle der:

“Aziz Sıddık Kardeşlerim!

Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve manevî ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur'anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur'u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar. Hem daima da şimdiye kadar yapıyorlar. Meselâ, seninle görüşen muvakkat bir dirhem ders ve nasihat alsa, Risale-i Nur'dan bir cüz'ünden yüz dirhem ders alabilir. Hem senin yerinde ondan nasihat alır, sohbet eder. Hem Nur şakirdlerinin hasları, bu vazifeni her vakit yapıyorlar. Ve inşâallah pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı manevîleri, daimî beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi.”Ş:492

68- “Risale-i Nur'un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz.” K:89

69- Keza, Risale-i Nur mesleğinde şahıs merciiyeti bulunmadığı, Mevlâna Hakid Hazretleri ile  Hazret-i Üstad’ın farkı anlatılırken de şöyle beyan edilir:

“İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor... Hazret-i Mevlâna Hâlid'in şahsiyeti, kutb-ül irşad, merciil-has ve-l âmm olmuştur.” St:165

70- Mes’elemizi tenvir eden bir düstur:

“Risale-i Nur talebeleri, Risale-i Nur’un dâiresi hâricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer ararsa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren mânevî güneşe bedel bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.

Hem Risale-i Nur’un dâiresindeki hâlis, pek kuvvetli ve her ferdine çok ruhları kazandıran ve Sahâbenin sırr-ı verâset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkârânesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hâriç dâirelerde o pedere ve o mürşide üç cihetle zarar vermek suretiyle, bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz; birtek peder ye-rine, pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddit şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir. Dâireye girmeden evvel bulduğu şeyhi, her fert o şeyhini, mürşidini, dâirede dahi muhâfaza edebilir. Fakat şeyhi olmayan, dâireye girdikten sonra, ancak dâire içinde mürşid arayabilir.

Hem Risaletü’n-Nur’un velâyet-i kübrâ olan sırr-ı verâset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakâik dâiresindeki ilm-i hakikat dahi dâire hâricindeki tarikatlere ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikati yanlış anlayıp, güzel rüyalar, hayaller, nur ve zevklere müptelâ ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını isteyen nefisperestler ola...

Bu dünya dârü’l-hizmettir; külfet ve meşakkat ile ücret ölçülür—dârü’l-mükâfat değil. Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk ve envâra ehemmiyet vermiyorlar. Belki bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.

Hem Risale-i Nur’un dâiresi çok geniştir; şâkirtleri pek çoktur. Hârice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez, belki daha içine almaz. Her insanda bir kalp var. Bir kalp ise, hem dâirede, hem hâriçte olamaz.

Hem hâriçteki irşâda hevesli zâtlar, Risale-i Nur’un şâkirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takvâ dâiresindeki talebeler irşâda muhtaç olmadıkları gibi, hâriçte kesretli namazsızlar var. Onları bırakıp bunlarla meşgul olmak irşad değildir. Eğer bu şâkirtleri severse, evvelâ dâire içine girsin, o şâkirtlere peder değil, belki kardeş olsun, fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.

Hem bu hâdisede göründü ki, Risale-i Nur’a intisâbın çok ehemmiyeti var ve çok bahalı düştü. Ve buna bu fiyatı veren ve o yolda bütün âlem-i İslâm nâmına dinsizliğe karşı mücâhede vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleği terk edip başka mesleklere giremez.” (Hakikat nurları Sh:150)

Mezkûr düsturda, tarikata mütemeyyil bazı fıtratların daire içinde mürşid bulabilecekleri yazılıyorsa da, bunun bir emir olmadığı, ancak bir ruhsat olduğu ve tarikata mütemeyyil fıtrat sahiblerinin Nur dairesinde Nur’a bağlı bir zâttan istifade etmesi maslahatı bulunduğu, hem Risale-i Nur’un muhtelif bahislerinde meslek-i Nuriyenin velâyet-i kübra yolu olduğu gibi hususlar ve bu toplamada görülen sarih beyanlar müvâcehesinde, daire-i Nur’da bir şahsın merciiyeti fikri iddia olunamaz.

71- Merhum Hulusi Ağabey’in şu ifadesi de şâyân-ı dikkattir:

“Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba'-ı sünnet et, yedi kebairi işleme dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risalet-ün Nur ile verilen derslere, Kur'an'dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah'ın tevfikiyle can ü dilden belî dedim, tasdik ettim ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.” B:29

72- Mesnevî-i Nuriyede kaydedilen; Risale-i Nur’un, ne tarikat tarzına ve ne de ülemanın âlet ilimleriyle gidilen mesleğine girmeden hakikata îsal ettiğine dair beyanı şâyân-ı dikkattır.Şöyle ki:

“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur'andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum. Seri-üs seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır.” Ms:212

73- Kemâlâta mâni olan zamanın bozuk cemiyetinin manevî havayı bozması sebebiyle bazı şahsiyetlerin merciiyetine dayanan tarikat tarzının şartları zedelenmiştir. Hattâ bazı ehl-i tasavvufun merciiyeti istemek gibi sebeblerle istikameti muhafaza edemediklerini anlatan Hazret-i Üstad şöyle der:

“Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, "Mahbubiyet" ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru', huşu', acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez.” M:445

74-“Risale-i Nur'un bir esası, kusurunu bilmekle mahviyetkârane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir. Halbuki keramet sahibleri ve keşfiyattan zevklenen ehl-i tarîkatın mabeynindeki ihtilaf ve bir nevi rekabet ve bu enaniyet zamanında ehl-i gafletin nazarında onlara sû'-i zan edip o mübarek zâtları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri gösteriyor ki; Risale-i Nur'un şakirdleri şahsı için keramet ve keşfiyatlar istememek, peşinde koşmamak lâzım ve elzemdir.” E:87

75- Şimdi Risale-i Nur mesleğinde şahsın merciiyetine bedel, münavebeten kıyamete kadar devam edecek olan ve haslar dairesi tabir edilen ve umum Nur cemaatını temsil eden bir şahs-ı manevînin merkeziyeti vardır. Şu aşağıdaki parçada, evvelâ Risale-i Nur’un merciiyeti, sâniyen haslardan binler maddî Said’ler diye ifade edilen fedakârlar, Hazret-i Üstada bedel hizmetin sahibleri nazara veriliyor.Vasiyet mahiyetindeki o parça şudur:

“Zâten benim vazifem bitmek üzeredir. Risale-i Nur, hususan mecmuaları, herbir nüshası, Said'e karşı hüsn-ü zannınızın fevkinde onun vazifesini görebilir ve görüyor; ve Nur şakirdlerinin haslardan herbir fedakârı, o Said'in vazifesini mükemmel görebilir. İnşâallah ileride tam görecekler. Bir Said içinizde noksan olmakla, yüzer manevî Said olan mecmualar ve binler maddî Said'ler, içinizde hâlis ve mükemmel o vazifeyi görebilirler ve görüyorlar.” E:180

76- Yukarıdaki Parçada ve risalelerin çok yerlerinde kaydedildiği gibi hizmet-i Nuriye’de esas teşkil eden Risale-i Nur eserleri olduğu gibi, manevî feyizler veren mürşid de Risale-i Nur olduğunu, Yirmisekizinci Mektub’un Üçüncü Mes’elesi’nin tamamı vâzihan izah ve isbat eder ve te’vil kaldırmaz. Oraya bakılsın.

77-Hem “bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahib olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir, zayi' olur; o havuzdan da istifade edilmez.” K:143

78- Risale-i Nur’dan istifade için müdderislere ihtiyaç olmadığı ve ciddiyetle okuyanların muhakkik bir âlim olabilecekleri şöyle beyan edilir:

“Meselâ: يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَ لَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, mana-yı remziyle diyor ki: "Onüçüncü ve ondördüncü asırda semavî lâmbalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır, yani bin ikiyüz seksen (1280) tarihine yakındır. İşte bu cümle ile nasılki elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de: Manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.” Ş:690

79- Hem Nur mesleğinde şahsi kemâlattan daha çok, azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî sebat, azamî fedakârlık gibi keyfiyet şartları ile beraber hizmette devam etmek tavsiye edilir. Hattâ böyle bir şahıs, velilikten üstü makamında gösterilir.Ezcümle birkaç nümunesi şöyledir:

“Mesleğimizde ihlâs-ı tâmmeden sonra en büyük esas, sebat ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki; öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş. Âdi bir adam ve yirmi-otuz yaşında iken, altmış-yetmiş yaşındaki velilere tefevvuk etmişler var.” K:248

80- “Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bugün, büyük ve merhum kardeşim Molla Abdullah ile Hazret-i Ziyaeddin hakkındaki malûmunuz muhavereyi tahattur ettim. Sonra sizi düşündüm. Kalben dedim: Eğer perde-i gayb açılsa, bu sebatsız zamanda böyle sebat gösteren ve bu yakıcı, ateşli hallerden sarsılmayan bu samimî dindarlar ve ciddî müslümanlar eğer herbiri bir veli, hattâ bir kutub görünse, benim nazarımda şimdi verdiğim ehemmiyeti ve alâkayı pek az ziyadeleştirecek ve eğer birer âmi ve âdi görünse, şimdi verdiğim kıymeti hiç noksan etmeyecek diye karar verdim. Çünki böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz.” Ş:307

81-“Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden halet-i ruhiye, dünkü davamı isbat ediyor. Evet -temsilde hata yok- nasılki büyük bir veli, küçük bir ashab kadar hizmet-i İslâmiyede Ehl-i Sünnetçe mevki almadığı gibi, aynen öyle de: "Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor." diye kanaatım gelmiş ve siz daima bu kanaatımı takviye ediyorsunuz.” Ş:317

82-“Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur'un hakikî şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar.” E:90

83-“Ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usûl-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.” E:91

84- Evet “Risalet-in Nur ise, Kur'an'ın bir manevî mu'cizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcud imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile imanın isbatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden; herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar. O divanlar derler ki: "Veli ol, gör; makamata çık, bak; nurları, feyizleri al. "Risalet-in Nur ise der: "Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar." K:11

85- Kemalât-ı şahsiyeye mâni olan asrımızdaki fitne sebebiyle ve sırr-ı ihlâsı muhafaza için Risale-i Nur mesleğinde, şahsî kemalâtla irşada merci olup mürşidlik yapmak tarzı yerine, takva, hizmetkârlık, sadakat ve sebatgibi keyfiyet hususiyetleri esas alınmıştır. Ezcümle, şu gelen derslere teemmül edilse, hakikat tavazzuh eder. Şöyle ki:

“Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azabdan ve Cehennem'den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men' ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a'mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men' ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünki şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi' olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek bir tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cem'iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: "O şahıs dehâsıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı." Böyle der ve içinde şübhesi kalır.” Em:79

86-“Hakikat-ı ihlâs, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur; fakat kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağac olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şübheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.” E:75

87-“Nasılki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa -hem lüzum var- kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim. Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bi-l-hassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyi kendine tâbi' ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.” E:74

88-“Sonra bizim hizmetimiz itibariyle bizde zaîf damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmağa müştak olan manevî makam sahibi olmak ve velayet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlahiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamağa bina edilen hizmet-i imaniye ile şahsî makam-ı maneviyeyi aramamak iktiza ediyor; harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaîf damarlarımı tutmağa çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlub oldular.” E:244

89- “Kur'an-ı Hakîm'in hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur'u hiç bir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlâsı kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında "dini siyasete âlet yapmak" vehmini verip; tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur'daki hakikî ihlâsı kırmamak için Said'e şefkatli tokatlar vurup "Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur'u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ ki Nur'un en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakikî zedelenmesin!" diye kader-i İlahînin şefkatli tokatları olduğuna kat'î kanaat ediyorum. Hattâ her ne vakit sırf âhiretime şahsî ibadetle ziyade meşguliyetim sebebiyle Nur'un hizmetini bıraktığım aynı zamanda ehl-i dünya bana musallat olup bana azab verdiğine kat'î kanaat getirmişim.” Em:75

90- Hem “Her ne vakit hizmete fütur verir, "neme lâzım" deyip hususî nefsime aid işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki; ihmalimden tokat yedim... Meselâ: Bu bîçare Said, Van'da ders-i hakaik-i Kur'aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki "neme lâzım" dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı'nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler.” L:41

91- Bu mevzumuzun bir hülâsası şu neticeye bakar.

Tarikat mesleğinde esas alınan bir sahsın merciiyetine bedel, Risale-i Nur’da kitab esas alınmış ve onun üzerine tahşidat yapılmıştır. Ancak Risale-i Nur’un keyfiyet hususiyetlerine hâiz has dairedeki müdebbir şakirdler, hizmet-i Nur’iyenin tedbir ü idaresinde ve samimi tesanüd ve meşveret-i şer’iye ile ve Risale-i Nur’un ta’limatı dairesinde düsturlara ciddî sadakat şartıyla vazifedardır.

92-“Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.”gibi sözlerin, tarikat sahasında ve şeyhin müstakim olduğu kat’î bilinmek şartıyla, şahsa ittiba mânâsında bir hakikat payı vardır. Fakat velâyet-i kübra denen Cadde-i Kübra-i Kuraniye mesleğinde hakaik-i Kur’aniye ve esasat-ı şer’iye ve desatır-ı sünnet-i seniye hâkimdir. Hakiki ittiba, Kur’anda beyan edilen mezkûr ahkâm-ı Kur’aniyeye yapılır. Şahıslar bu hakikata mazhariyetleri, muhafız ve tatbikçileri olmaları sebebiyle metbuiyet hakkını kazanıyorlar.

Hakikat-ı halde tebaiyet ve metbuiyetin esasında, Rububiyete karşı ubudiyet sırrı vardır. Yani bütün mahlukat, Rububiyet-i İlâhiyenin irade sıfatından gelen şeriat-ı fitriyesine ızdıraren ve ef’al-i ihtiyariye cihetiyle de bütün insanlar, kelâm sıfatından gelen şeriat-ı meşhuresine ihtiyaren itaat ve ittiba ile mükelleftirler.

Ancak şu var ki; beşer âleminde diyanet ve siyaset sahaları olarak ikiye ayrılan ve vesilelikten başka hakiki müessiriyeti ve hâkimiyeti olmayan tebaiyet ve metbuiyetin diyanet kısmında ilk ve umumî ve umum zamanlarda hükümran olan ve ittiba-ı Kur’anı talim eden Hazret-i Muhammed’e (A.S.M.) ittibadır.

Bu hakikatı Hazret-i Üstad şöyle beyan buyurur:

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetinde i'cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: Allah'a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.” L:57

Cenab-ı Hakk'ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediyedir (A.S.M.).” L:58

İşte bunun gibi pek çok âyât ve ehâdisin beyaniyle Resulullah’a itaat ve ittiba etmek, Allah’a itaat etmenin en berrak âyinesidir.

Sonra Resulullah’ın yoluna en emin ve berrak âyine olan sahabelere hürmet ve ittiba gelir.

Evet “Enbiyadan sonra nev'-i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i Sünnet ve Cemaatın icmaı bir hüccet-i katıadır...

Sure-i Feth'in âhirinde sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur'anın medh ü senasına mazhar olan sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez.”S:489

Bir rivayettede şöyle buyuruluyor: أصحابي كالنجوم بأيهم اقتديتم اهتديتم

Yani: “Ashabım yıldızlar gibidirler. Artık hangisine iktida etseniz,(İtikad, amel ve ahlâkta) tâbi olsanız, hidayete ermiş olursunuz.”10 Kur’an (9:100) ve (59:10) âyetleri de ashaba tebaiyeti tahsin eder.

Ashabdan sonra da ashab hayatını tesbit ederek ehl-i sünnet yolunu gösteren ma’lum hak mezheb imamlarına; yani bir mezhebe ittiba gerekiyor. Mevzumuzla alâkalı bir sual?

“Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevab: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat hususî faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahibdirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi'den sonra en efdallerdir denilir.” M:280

Mezkûr tebaiyet ve metbuiyet, umum İslâm dünyasına taalluk eden şer’î bir vazifedir.

Müstakim bir mürşide tebaiyet ise şer’î bir mecburiyet değil, belki ihtiyarî ve vicdanî bir tercih olup şerî’atça tahsin edilir. Ancak sahih rivayetlerle bildirilen âhirzaman fitnesine karşı ıslah ve irşad ile vazifedar olan mehdiyi tanımak ve ittiba etmekte ahkâm-ı şer’iyyece mecburiyet yoksa da, ferdin o fitneden selâmette kalması için mânen ve diyaneten lüzum vardır.

Bediüzzaman hazretleri mes’ele ile alâkalı şu izahı verir:

“Mehdi, Süfyan gibi âhirzamanda gelecek eşhasları çok zaman evvel hattâ Tâbiîn zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velayet "Onlar geçmiş" demişler. İşte bu da, kıyamet gibi, hikmet-i İlahiye iktiza eder ki; vakitleri taayyün etmesin. Çünki her zaman, her asır, kuvve-i maneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak "Mehdi" manasına muhtaçtır. Bu manada, her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lâkaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müdhiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, maslahat-ı irşad-ı umumî zayi' olurdu.” S:343-344

Demek Mehdi ve deccal, feraset-i imaniye ile bilinir. Yani hakikî mânâda bu şahısları tanımak için, Mehdinin irşadatından istifade ve tebaiyet etmek gerekiyor. Aksi halde deccaliyet cereyanının te’siriyle gaflete düşmek tehlikesi olacağından, mehdiyet cereyanının te’sirinde olmak diyaneten lâzımdır. “Asrın imamını ve cemaatını tanımayan, cahiliye ölümü ile ölür.” diye rivayetle verilen haber, bu mânâda ikazdır.

(Bak:2. baskı İslam Prensipleri Ansiklopedisi 2447,2685p.ta 2,3,4. bendler.)

93- Şahsî makama değil, hizmete bakmak düsturunu ders veren bir muhavere:

“Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarîkatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki:

"Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a'zam gibi her şeye ıttılaı var."

Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki:

"Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes'elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a'zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin'i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner.

Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilâkis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin'i, sen de hayalî bir Ziyaeddin'i seversin."11 Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nur'un kıymetdar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız.

Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk'ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ül mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” K:88-89

“Hüsn-ü zannın verdiği parlak makamları nazara alan zâtlar, sizlere bakıp içinizde mahviyet ve tevazu ve hizmetkârlık kisvesiyle görünen şakirdleri âdi, âmi adamlar görür ve der: "Bunlar mı hakikat kahramanları ve dünyaya karşı meydan okuyan? Heyhat! Bunlar nerede, evliyaları bu zamanda âciz bırakan bu kudsî hizmet mücahidleri nerede?" diyerek dost ise inkisar-ı hayale uğrar, muarız ise kendi muhalefetini haklı bulur.” Ş:317

94-“Hem manevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zâtlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyade bîçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalât zannedilen keşf ü keramet ve ezvak u envâr, o manevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çillesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevî hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.” Ş:332

95-"Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri hizmet-i imaniyeyi herşeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder" K:251

“Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velayet makamına tercih eder; keşf ü keramatı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, "Vazifemiz hizmettir. O yeter" derler.” K:263

Bu gelen mektubda, mürşidlik makamına haiz olan evliya ve müçtehidlere bedel, Hazret-i Üstadla hizmet arkadaşlığını tercih etmenin takdir edilmesiyle Risale-i Nur nazara verilmektedir. Şöyle ki:

“Feyzi kardeşim! Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur'un elli-altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur'un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki: Risale-i Nur'la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü'mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü'mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü'minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.

İşte bu dakik sırrı, senin Isparta'lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi bîçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a'zam gelse, seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” K:83

Demek Nur mesleğinde hakikî mürşid, hakaik-i Kur’aniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’dur. Gerçi bu hakaika mazhar olan zat da, bu mazhariyeti cihetiyle mürşid-i azamdır. Fakat mazhar olduğu hakaik-i Kur’aniye kitaba intikal ettiğinden, bu eserleri irşad vazifesinde merci’dir.

“Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risale-i Nur’un hey’et-i mecmuası...” (K.Lâhikası sh:10) gibi beyanlarla bu hakikat ifade edilmiştir.

96- “Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: "Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur'anî bir dükkânın dellâlıyım." diyorsun. Halbuki "Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hacatımıza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-ı hal dediğin gibi ise, ziyaretinize yanlış geldik." lisan-ı halleri diyor.

Elcevab: Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz...” (Mektubat sh:354) deyip devam eden izahlarda Risale-i Nur’un bir mürşid makamında irşad vazifesini gördüğü beyan edilir. Ezcümle, birkaç kısa ifadeler şöyledir:

“Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur'aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.” M:355

“Kur'andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmündedirler.”M:356

“Sözler ve Kur'andan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi, kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hâkeza...” M:357

“Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur'an-ı Hakîm'in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz'ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmiş.” M:357

“Hasan Efendi'nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz'e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a'zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman'a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh).” M:358

“Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman'ın (Rahmetullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz'ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: "Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler'in herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum." diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.” M:358

Elhasıl: Bunlar gibi pekçok beyan ve ifadelerle Hazret-i Üstad, Risale-i Nur’un hakiki bir mürşid ve müceddid olduğunu beyan edip, daima onu nazara vermiştir.

97- Risale-i Nur mesleğinde mürşidlik tavrı ile ortaya çıkmayı yasaklayan düsturlardan birisi de fena fi-l ihvan düsturudur. Risale-i Nur dairesinde ilim ve fazilette derecesi yüksek olan şahıslar vardır, fakat bu meziyetleri ile şahıs, bir temayüz ve teşahhusiyet isteyemez. Zira hakikî fazilet; tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerle kazanılır. Münazarat eserindeki şu gelen sual ve cevabında bu husus çok sarih ifade edilmiştir:

“Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve12 bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

Cevab: Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.” Mü:23

Demek hürmet verilir, istenilmez...

Hakikî faziletin ulvî derecesini tazammun eden fena fi-l ihvan düsturu gayet sarih olarak Risale-i Nur’da beyan edilmiştir. Birkaç nümunesi şöyledir:

“Dördüncü düstürünüz: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde "fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul" ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte "fena fi-l ihvan" suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna "tefani" denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır.” L:162

“Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu'kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder. Risale-i Nur şakirdleri ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın "fena fi-ş şeyh" ve "fena fi-r resul" ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de "fena fi-l ihvan" yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.” K:184

“Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler... Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.” B:125,126

“Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat'î kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur'a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?”

Bu suale verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der:

“Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani' var:

Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete münafîdir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.

İkinci mani': Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz'î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahib olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.” E:227

Netice

Mezkûr beyan ve ifadelerde ve Risale-i Nur’un daha pek çok ders ve ikazlarında açıkca görülüyor ki, bu asrın hakikî son mürşidi Risale-i Nur’dur. Şahıslar, Risale-i Nur’dan ders yapmak, ona bağlanmaya ve okumaya teşvik etmek, muhtaçlara tebliğ ve neşretmek gibi vazifelerle Nur’a, yani hakaik-i Kur’aniyeye hizmetkârlık yaparlar.

İNDEKS

(Rakamlar parağraf nolarını gösterir)

Abbasiye hülefasından Büyük Mehdi:14

Ağabeyleri olsun:70

Aklıma ders:96

Âktab-ı Mehdiyyîn:33

Âl: (Bak:Seyyid)

Âl-i Beyt elbette âhirzamanda: 32

Âl-i Beytin ehl-i imanı: 33

Âl-i Muhammed:28

Âlet edilmediğini bilmekle: 85

Âlet yapmamak:89

Allah Allah diyen kalmayacak: 3

Alnında okunacak bir yazı:5

Ararat dağı: 51

Birinci vazife: (Bak:üç vazife, iman...)

Birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini görmüyorlar: 42

Büyük Mehdi: 32,33,41

Büyük mehdinin çok vazifeleri var: 31

Cadde-i Kübra:59

Cemaat: (Bak: zaman cemaat zamanıdır)

Cemaat zamanıdır: 27

Dar daire: (Bak: geniş daire)

Dar daire hizmeti: 54

Deccal: (Bak:Süfyan)

Deccal komitesi:29

Deccal olduğunu bilmez: 13

Deccal öldürülecektir: 30

Deccalı öldürmesine: 10

Dikilitaş’ta: 11

Ehl-i dünya: 56

Eimme-i Erbaa: 92

Eli bir su ile delinecek: 5

Eli delinecek: 11

Erkânların meşveretleri: 67

Ezan:(Bak:Türkçe ezan)

Fena fil ihvan: 97

Ferdiyet: 59

Ferdiyet zamanı: 47,60

Fıtri ubudiyetle: 85

Gelecek o mübarek zat: 42

Geniş daire: (Bak: Dar daire, siyaset)

Geniş bir dairede: 8

Geniş dairede: 9,35

Has şakirdlerin şahs-ı manevîsi: 59

Hasları tevkil: 67

Hayatperest insanların nazarında:53

Hâzâ kâfirun: (Bak:Alnında okunacak) 11

Hidayet edici: 40

Hikmet-i Kuraniye ihsan edilir: 26

Hilâfet-i Muhammediye: 38,41

Hizmet-i imaniye: 95

Hizmete bakmak: 93

Hulefa-i Mehdiyyin: 33

Hulusi ağabey: 71

İhlâsı kırmamak: 89

İman: (Bak: Birinci vazife, hizmet-i iman)

İman cihetiyle: 9

İman hizmeti yeter:56

İman kurtarmak: 80

İman ve din için: 44

İman-ı tahkikî lâzımdır: 52

İman-ı tahkikîyi neşre: 42

İmana hizmet hususu bana gösterildi: 85

İmanı kurtarmak: 11,37

İmanını tahkikî yapmak: 40

İmanî hakaikteki tecdid: 53

İmanlarını kurtarmak: 57

İsa Aleyhisselamın nüzulüne: 10

İsevî cemaatı: 29

İsevî ruhaniyleriyle ittifak: 42

İstikbalde bir ışık:8

İttiba ile mükelleftir: 92

İttihad-ı İslâm kuvvetine dayanarak: 36

İttihad-ı İslâm ordularıyla: 41

İttihad-ı İslâma bina ederek: 42

Kalbime de iman hali: 96

Kemalât-ı ruhiye: 88

Keramet ve ezvak: 94

Keramatı aramaz: 95

Keramet sahibleri: 74

Keyfiyete bakmak: 35

Keyfiyete nisbeten: 86

Kutb-u A’zamdan beklediği feyzi: 96

Kutb-u A’zamın tasarrufundan hariç: 59

Kutbiyet de verilse:95

Kutbiyetle binler adamı: 86

Kutub, bir Gavs-ı A’zam gelse:95

Kutub görünse: 80

Mehdi:(Bak: Büyük mehdi, gelecek, müceddid)

Mehdi ile İsa AS: 30

Mehdi mânasına muhtaçtır: 13

Mehdi siyasî hâkimiyet: 18

Mehdi telâkki ediyorlar: 40

Mehdi ve müceddid geliyor: 41

Mehdi-i Abbasî: 31

Mehdi-i Al-i Resul hakkında: 36

Mehdide ve cemaatındaki şahs-ı manevîde: 45

Mehdi’den sonra en efdal: 92

Mehdi’nin cemiyet-i nuraniyesi: 29

Mehdi’nin en has ordusu: 28

Merciiyet makamını istiyen:70

Merciiyeti istemek: 73

Merkez-i saltanat: 13

Meşreb-i hillet: 70

Mezhebe ittiba:92

Minare kadar yüksek bir adam: 5

Mustafa kemal iki defa şifre ile: 11

Müceddid:(Bak: Mehdi, tecdid,namzet olduğumu)

Müceddid ister: 44

Müceddide ehemmiyet: 53

Müceddidlik vazifesi: 17

Müçtehidlere dahi tercih: 95

Mürşid arayabilir: 70

Mürşide tebaiyet: 92

Mürşidi olan Risale-i Nur: 61

Müslüman İsevîleri:29

Müteşabihat: 1

Namzet olduğunu: 51

Nasdan istiğnaya tercih: 73

Oniki imam: 31

On kutub: 82

Radyo çıkmış işittim: 11

Rakıya müptela olup: 11

Risale-i Nur:(Bak:son)83

Risale-i Nur bu asrı belki gelen istikbali: 48

Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet: 52

Risale-i Nur’da görmüşler: 42

Risale-i Nur’dur: 49

Risale-i Nur’la hizmet: 95

Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi: 40

Risale-i Nur’u bırakıp: 95

Risale-i Nur’u üstad:67

Risale-i Nur’un aleyhine dönse: 59

Risale-i Nur’un bir mürşid makamında:96

Risale-i Nur’un dairesi haricinde: 70

Risale-i Nur’un hakikatına:45

Risale-i Nur’un o cihette bir nevi müceddid: 46

Risale-i Nur’u talimatı dairesinde:68

Sahabelere hürmet ve ittiba: 92

Sahabelerin bir saati: 94

Seyyid:(Bak: Âl)

Seyyid Ahmad-us Sunusî:28

Seyyidler cemaatı:36

Seyyidler nesli:28

Siyaset âleminde: 8, 9, 32

Siyaset canibiyle onlara galebe edilmez: 12

Siyaset cazibesi seni aldattı: 9

Siyaset-i diniye cihetleri:53

Siyaset-i İslâmiye: 56

Siyaset-i İslâmiye için: 44

Son bir vazifedar: 50

Son meyve-i münevveri: 43

Süfyan:(Bak: deccal)

Süfyan komitesi:29

Süfyan olduğu bilinecek:11

Şahs-ı manevî:4 47,60, 63, 93

Şahs-ı manevî müceddid:46

Şahs-ı manevilerini tevkil: 67

Şahs-ı manevînin hesebına: 97

Şahs-ı manevîye ittiba: 59

Şahsa ehemmiyet verilmiyor: 62

Şahsi ibadetle:89

Şahsi makam:8, 93

Şam gibi yerlerde: 13

Şam’ın etrafında:4

Şapka giyer ve giydirir:11

Şeair-i İslâmiyeyi ihya: 38

Şeriat-ı Muhammediye:39

Şeyhi olmayanın şeyhi:92

Tarikat berzahına girmeden:72

Tarikat ve şeyhlik ise:95

Tarikat yerinde: 83

Tarikat zamanı değil:71

Tarikatlara ihtiyaç bırakmaz: 70

Tebaiyet ve metbuiyet: 92

Tecdid vazifesini yaptırmış: 45

Tefani sırrıyla: 65

Te’vil:(Bak: Vukuundan sonra)

Te’villeri anlaşılır: 2

Te’villeri mutabık: 7

Te’villerini Kur’an feyziyle göst: 10

Türkçe ezan ve kamet: 3

Ubudiyetin sırr-ı esası:73

Ulûm-u âliyeyi okumaksızın: 72

Üç vazife:(Bak: Birinci vazife, müceddid ister)

Üç vazifesi var: 36

Üç vazifesinden en mühimmi:42

Üç vazifeyi birden bir şahısta: 45

Vazife-i İlâhiye: 95

Vazife-i İlâhiyeye karışmak: 57

Vazife-i İlâhiyeye karışmamak: 35

Velâyet meretebelerinde terakki: 88

Velâyet-i Kübra: (Bak: Aklıma ders)70,83

Veli:(Bak: Kutub, on kutub)

Veliden ziyade mevki alıyor: 81

Velilere teveffuk: 79

Velilerin himmetleri: 58

Zaman cemaat zamanıdır:77

Ziyaretiniz beyhudemi: 96

Ayrıca (Bakınız: Âl-i Beyt, Seyyid, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Seyyidliği, Mehdiyetin Hakikati, Deccal, Süfyaniyetin Mahiyeti, Bid’aların Felaketi Derlemeleri ve İslam Prensipleri Ansiklopedisi Mehdi, Deccal Maddeleri)

 

 

 

1 Nurlardan bir demet serisi NO: 8 İttihad Yayıncılık (Risale-i Nur Külliyatı’ndan  Mevzu ile alâkalı parçaların tamamını görmek istiyenler için, me’haz kitabların isim ve sayfa numaraları verilmiştir. Me’haz kitablar, Envar neşriyatın son baskılarıdır.)

2 Çünkü hadiste vardır ki:  لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ Bu hadis diğer hadisi takyid ediyor.

3 Yedi sene evvel yazılan bu işâret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı, fakat akılları başlarına gelmedi.

4 Ramuzul Ehadis sh: 7,346

5 Sahih-i Buhari M. Cilt: 1 sh: 107 ve Keşf-ül Hafa hadis;1744

6 Keşf-ül Hafa hadis: 1745

7 Keşf-ül Hafa hadis: 740

8 Ramuz-ul Ehadîs sh: 518

9 Bu beyanda açıkça görülüyor ki, birinci vazifenin keyfiyet hususiyetlerine sahib cemaat-ı kalilesi, geniş dairedeki hakimiyet devresinde de dar dairedeki aynı vazifelerine devam edeceklerdir. (Hazırlayanlar)

10 Hikmet gonceleri hadîs no:22, Keşf-ül Hafa hadîs: 381

11 Çünki sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.}

12 Güzel bir tarif.

 

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık