ZARURET-RUHSAT VE AZİMET MESELESİ
Dindeki ruhsat meselesiyle alakalı ileri sürülen anlayışlardan birinde de şöyle deniliyor.
“Din adına zaruretler Cenab-ı Hakkın bize ayrı bir ihsanıdır.” deyip müsamahalı davrananlar kolaylık yolunu tercih etmiş olurlar ve dinini ilelebed yaşatmış olurlar.”
Mecelle’de, “Zaruretler memnu’ olan şeyleri mübah kılar.” ...Bu açıdan, zaruret her zaman müracaat edilebilecek bir temel disiplindir, bir temel kuraldır.
İnsanlığın geleceği, yarınların adına, bugün zorlanarak kerhen bazı şeyleri irtikab etmek sözkonusu olabilir.”
Cevap: Bu dinde ruhsat mes’elesiyle alakalı Risale-i Nur Külliyatındaki bahislerde bu görüşün aksi görüşler bulunmaktadır. Neler zarurettir? Ve bu ruhsat nerelerde kullanılır? Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani "Zaruret, haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamışise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû'-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuşise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoşetse; tasarrufatı, ülema-i fieriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz.
Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat sû'-i ihtiyarıyla olmazsa, talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir."
İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları mübtela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki; sû'-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer'iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir, semavî olamaz, şer'î değil. Halbuki semavat va arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale ve o Hâlıkın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf o müdahale merduddur.» (S:482)
«Evet hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umûr-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmişki; küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umûr-u diniyeyi terkeder.
Evet insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmışve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmişve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmişki; edna bir hacat-ı hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor. Bu acib asrın bu acib hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın tiryakmisal ilâçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sadık, fedakâr şakirdleri mukavemet ederler. Öyle ise, her şeyden evvel onun dairesine girmeli. Sadakatla, tam metanet ve ciddî ihlas ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki; o acib hastalığın tesirinden kurtulsun.» (K:105)
Zaruretin meydana gelmesi için helakete sebeb olacak bir tehlike karşısında kalmak gerekiyor ki, fıkıh lisanında buna “ikrah-ı mülci” tabir edilir. «Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama' ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder.» (K:25)
Aynı manada Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi.
Onlar dediler: "Biz şimdi mecburuz. اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ (1 ) kaidesiyle Avrupa'nın bazı usûllerini, medeniyetin îcablarını taklide mecburuz." dediler.
Ben de dedim: "Çok aldanmışsınız. Zaruret sû'-i ihtiyardan gelse kat'iyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû'-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamışise, zararı yok. Meselâ: Bir adam sû'-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoşetse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa; hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünki sû'-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczub çocuk cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünki ihtiyarı dâhilinde değildir."
İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû'-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşise, mutlak zaruret olmadığı ve sû'-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebeb olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almışki; ihtiyar haricinde zaruret-i kat'iye ile, sû'-i ihtiyardan neş'et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.» (Em:242)
Bu bahiste anlatılan “zaruret” tabiri fıkıh lisanında kullanılan ıstılahî manadadır. Aynı kelime ıstılahî mana dışında da kullanılır ve Risale-i Nur’da çok geçer. İltibas edilmemelidir.
Bediüzzaman Hazretleri hayatında ruhsat yolunu terkedip, azimetle amel etmeyi tercih etmiş ve talebelerinin de aynı yolu takip etmelerini istemiştir.
Bu meseleye ait bir kaç örnek parça şunlardır:
«Bid'alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.» (E:63)
«Meselâ: Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğin bir nev'ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer'iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.» (K:77)
Bediüzzaman Hazretleri Avrupaî kıyafetler hususunda da diyor ki:
«Dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi." Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer'iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.» (Ş:290)
NUR HİZMETİNİN DÜSTURLARI
Risale-i Nur mesleği azamî keyfiyet hususiyetlerine istinad eder. Evet Üstad Hazretleri diyor:
«Madem mesleğimiz azamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes'ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azamî ihlasın iktizasıdır.» (Em:246)
«Cenab-ı Hakk'a şükür, o azamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ü şerefini en küçük bir mes'ele-i imaniyeye feda eden çoktur.» (Em:246)
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin «Azamî ihlas, azamî fedakârlık, azamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur’la giriştiği hizmet-i imaniye ve manevî cihad-ı diniyedir.» (T:27)
«Risale-i Nur'daki kuvvetli tesiratın sırrı: Kendisinin ihlas-ı etemmi kazanmış olmasıdır. Yani, yalnız ve yalnız rıza-yı İlahîyi esas maksad edinmiştir. Bu hususta: "Mesleğimizin esası, azamî ihlas ve terk-i enaniyettir. İhlaslı bir dirhem amel, ihlassız yüz batman amele müreccahtır. İnsanların maddî manevî hediyelerinden, hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, şöhretten şiddetle kaçıyorum." der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlasa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız İhlas Risalesi'nin başına, "Lâakal her onbeşgünde bir defa okunmalıdır" kaydını koymasından da anlaşılıyor. "Büyük Mahkeme Müdafaatı" kitabında: "Risale-i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edilemez; gayemiz, rıza-yı İlahîdir." demiştir.» (T:699)
«Çünki bu dehşetli dinsizlik komiteleri, öyle dehşetli hücumları ve desiseleri yapıyorlardı ki, bunlara karşı gelmek için azamî fedakârlık yapmak ve harekât-ı diniyesini rıza-i İlahî'den başka hiç bir şeye âlet yapmamak lâzım geliyordu.» (HR:26)
«Üstad Bediüzzamanın azami ihlas, azami sadakat ve azami fedakarlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lazım gelmektedir. Te ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an şakirdleri kıyamete kadar bu düstular muvacahesinde hareket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı ilahiye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getirsinler.» (HR:6)
KEMMİYET YERİNE KEYFİYET
Risale-i Nur mesleğinde esas alınan keyfiyet, yani vasıflılık, nitelik ve kalitelilik azamî mertebeleriyle ihlas, sadakat, istiğna, iktisad, kanaat, takva, azimet, fedakârlık, sebat ve metanet gibi meziyetleri benimsemekle ve yaşamak gayretiyle gerçekleşir. Bediüzzaman Hazretlerinin keyfiyetle alakalı şu ifadeleri dikkat çekicidir.
«Hakikat-ı ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur; fakat kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.» (E:75)
Evet, «Kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur'un talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritane âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lâzımdır.» (E:73)
«Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. "Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar." diyorlar. Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.» (Em:170)
«Biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur'un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık'ın ihbarını aynen tasdik etmişve vukuat ile isbat etmişve inşâallah daha edecek.» (K:107)
«Hem kemmiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf'ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir.» (K:259)
«Risaleleri okuyup müstefid olanlardan, Üstad'ı görmeye gelenler pek çoktu. Fakat ziyarete gelenlerden az bir kısmı görüşebilmeye muvaffak olurdu. Daha ziyade Risale-i Nur'a kemal-i sadakatla ve ihlasla hizmet etmeye kabiliyetli olanlar ve sırf lillah için muhabbet ve uhuvvet taşıyanlar görüşebilir; Üstad'ın dersini, sohbetini dinleyebilirdi.» (T:462)
«Cenab-ı Hakk'ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba' ile ve fazla muvaffakıyet ile değildir. Çünki onlar vazife-i İlahiyeye ait olduğu için istenilmez; belki bazan verilir. Evet bazan bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemmiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünki bazan bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-i İlahîye medar olur.» (L:152)
Daha bunlar gibi hayli ders ve ikazlardan anlaşılıyor ki, bu bid’aların istilası zamanında Risale-i Nur mesleği, geniş daireye ve kemmiyete bedel keyfiyetli hizmeti esas alır.
NASLARI YORUMLAMAK!
Yine gazetelere akseden görüşlerden biri de şöyledir:
“Bazıları Kitap ve Sünnetin nasslarını olduğu gibi getirir hayata hakim kılarsanız, meselenin evrenselliği adına çok önemli bir adım atmış olursunuz kanaatini taşıyorlar. Tabii bu mümkün değil. Çünkü Kur’an ve Sünnet ile belirlenmiş nassları yorumlayacak mantığı beraber getirmediğiniz takdirde, İslâm’a evrensellik kazandıramazsınız.”
Cevap: Kur’an ve Sünnetin nasslarını, yani Kitap ve Hadislerin kesin ve açık hükümlerini, mantıkla ele alıp İslâm’a evrensellik kazandırmak fikriyle açılacak kapıdan ilk girecek olanlar “ulema-üs sû'” denilen bid’at ehilleri değil de kim olacaktır. (Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Ulema-üs sû' maddesi)
Mezkûr ifadede “Nass”lar denildiğine göre ortaya konacak meselenin füruattan ve içtihadî meselelerden olmadığı anlaşılıyor. Buna göre, mantıkla ele alınacak meseleden Nass’ların getirdiği, Şeri’atın kesin ve kat’i hükümleri kastediliyorsa, “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur.” külli kaidesine tamamen ters düşmektir. Eğer Nass’lara dokunulmayıp da onlardaki fikir ve hikmet cihetleri kastediliyorsa; bu bir Müceddidiyet vazifesidir ki, Risale-i Nur bu vazifeyi yapmış ve daha da yapacaktır.(Bakınız: Füruat derlemesi)
Bediüzzaman Hazretlerinin tashih ettiği ve sağlığında neşredilen Tarihçe-i Hayatta deniliyor ki:
«Bediüzzaman Said Nursî, ondördüncü asr-ı Muhammedî'nin ve yirminci asr-ı milâdînin minaresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmişve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âti ile bir mürşid-i azam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…» (T:159)
«Merhum Mehmed Âkif'in:
Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.
beytiyle ifade ettiği idealini tahakkuk ettirmek, Bediüzzaman'a müyesser olmuştur.» (T:161)
Risale-i Nur’un nazara verilen meziyetleri ve bu düşünceler Nur Camiasının ortak kabulüdür.
ÇARE YENİ MÜCTEHİDLER Mİ?
Bir başka ileri sürülen görüş de şöyledir:
“Yeni Ebu Hanife’leriniz, Merginani’leriniz yetişmemişse, toplum olarak Osmanlılar gibi gerçekten bi işe açık değilseniz bir yere ulaşmayı düşünmeniz hayaldir.”
Bu iddiaya göre günümüzün menfi ve bid’atkâr şartları göz önüne alınmadan, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri gibi müçtehidin-i izam imamlarına yetişebileceği, zemin ve zamanın buna müsaid olduğu manası verilmek isteniyor. Halbuki ileri sürülen bu iddia Risale-i Nur’un “Yirmiyedinci Söz Risalesi” olan İçtihad Risalesi’nin beyanlarına tamamen ters düştüğü gayet açık olduğundan bu meseleyi o Risaleye havale ediyoruz. Burada yalnız bir kaç noktayı nazara vermek münasib düşmektedir. Şöyle ki:
Risale-i Nur Külliyatında ve özellikle “Beşinci Şua”da izah edilen ve rivayetlerde bildirilen fitnelerin en dehşetlisi, içinde bulunduğumuz Âhirzaman Fitnesi olduğu bütün müslümanlarca bilinmektedir. Hadiste gelen “Duhan” rivayetinin mana genişliği bu bozuk cemiyetin durumuna da işaret eder.(Bakınız: Duhan derlemesi)
Risale-i Nur Külliyatında gösterilen çare olarak, İttihad-ı İslâm’ın yani hilafet-i İslâmiyenin tahakkuku gerekmektedir.
Sonra, bu kuvvetle bid’aların kaldırılması ve Şeair-i İslâmiyenin ihyası, canlandırılması ile cemiyetin manevi hayatının iadesi gerekmektedir.
Bundan sonradır ki, İslâm’ın ilim ve feyziyle millî ve içtimaî bünyede, yani geniş dairede talim ve terbiye zemini hasıl olur, müstaidlerin istidadları, kabiliyetleri ihsan-ı İlahî ile gelişir ve dinî şahsiyetlerin yetişmesi zemini açılır. İnşaallah.
Herşeyin kendine has fıtrî gelişme kanunu ve şartları, bu kanunlara ve şartlara riayetle yapılan fiili duası vardır. Risale-i Nur’da nazara verilen “dar ve geniş daire, keyfiyyet ve kemmiyyet” gibi tabirler bu manaya da bakar. Yani kemalat-ı vicdaniye sahibi zatlar için müsbet cemiyet şarttır.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur. fiimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi... Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermişon çekirdek, yüz değil bin kurumuşçekirdeğe galebe eder. İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır.» (STİ:87)
Bu ilmî hakikatın tafsilatı, Yirmiüçüncü Söz’ün İkinci Mebhası’nın İkinci Nüktesinde vardır. İsteyenler oraya bakabilir.
Bu bozuk cemiyet hayatının düzeltilmesi için siyasileri ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri ikaz yazısının bir kısmında diyor ki:
«Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.» (E:21)
Yani dinî Şeair’e -yani cemiyette yaşanan İslâm hayatına- bedel, Bid’atların -yani dine aykırı hayat tarzı- istilası ve yaygınlaşması, dehşetli bir millî ahlâk çöküntüsüne sebeb olacağı hatırlatılıyor.(Bakınız: Şeair ve Bid’at derlemeleri)
ZAMANIMIZDAKİ FİTNE VE BELÂLARIN ÇARESİ
Bediüzzaman Hazretlerinin diğer bir ikaz yazısının bir bölümünde de bu ifsadın çaresi olarak aynen şöyledir:
«Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'an'a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlışbir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.» (E:218)
«Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem'iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor. Herbir müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me'yusane çabalarken, Risale-i Nur Hızır gibi imdada yetişti.» (K:55)
Hatta Bediüzzaman Hazretleri bir âyetin bu zamana bakan küllî manasından bir vechini izah ederken bu âyetin müstakîm olmak işaretinin şahsa değil esere baktığını beyan eder ve der ki:
«O istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise, o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur'aniye, o asırda istikamette imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.» (STG:163)
İşte bu zamanda, yani İttihad-ı İslâm’ın hakimiyetinden önce içtihad kapısının açılmasından doğacak zararları izah eden İçtihad Risalesi, bu hakikatı tafsilatla nazara veriyor. O halde ciddiyetle ele alınacak vazife İttihad-ı İslâm’a çalışmaktır. Bu çalışmanın da şekli, Risale-i Nurdan derlenip yayınevimiz tarafından neşredilen İttihad-ı İslâm broşüründe bir nebze görülebilir.
İTTİHAD-I İSLÂM MI? AVRUPA BİRLİĞİ Mİ?
İslâm Dünyasının geleceği ile alakalı gazete ve televizyonlarda malum zât tarafından İleri sürülen fikirlerden bir tanesi de şudur:
“Biz de bir an evvel Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine sahip çıkmak gerekir diye düşündük...
İslâm Dünyasına gelince, Türk Âleminin meydana getireceği bu güçlü vakum karşısında, zaten arkadan gelecektir İslâm Dünyası...
Bu Asya ile birleşme, Türk Cumhuriyetleri ile bütünleşme aynı zamanda, Türk toplumunun bütün Batıyla da zararsız bir planda entegrasyonunu doğuracaktır.”
Cevap: Avrupa medeniyetiyle Hristiyanlık birleşmezken, semavî istiklaliyete sahip olan İslâmiyetin Batı’yla birleşip bütünleşmesinin imkansızlığına dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cây-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tâbi' olmaz... Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden eski Roma ve Yunan iki dehalarıyla; su ve yağ gibi mürur-u a'sar (asırlar), medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz…» (T:132)
Hem yine Bediüzzaman Hazretleri Avrupa ile değil, Âlem-i İslâm’la birleşmeyi esas alır ve der ki:
«BU ZAMANIN EN BÜYÜK FARZ VAZİFESİ, İTTİHAD-I İSLÂMDIR.» (HŞ:90)
«Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.» (HŞ:57)
Evet «Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen, lüzum olsa maddeten yardım eder.» (HŞ:54)
«Avrupa'nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa; üçyüz elli milyon İslâmı ağlatmışve inletmiş. Ve o müstemlekât sahibleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. fiu hiçbir cihette istisgar edilmeyecek manevî ve daimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir? Gösterilsin!» (M:327)
Takriben 1946-47 yıllarında yazdığı bir mektubunda, Türkiye’de Avrupa medeniyeti yerine Kur’an hakikatları nazara verilmezse dehşetli tehlikeler doğacağını ve Âlem-i İslâm’da bu müslüman Türk milletine karşı bir nefret uyanıp, ittihad ve uhuvvet-i İslâmiyeye büyük zarar vereceğini ihtar eden Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'an'a ve hakaik-i imana sahib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyet, eskide yanlışbir surette ve din zararına medeniyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız, size kat'iyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlub olup, âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimalîden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet verecek.» (E:218)
«Evet Risale-i Nur'a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir.» (Ş:281)
İşte «Biz, Risale-i Nur'la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def'etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen isbat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.
İkincisi: Üçyüz elli milyon müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.» (E: 128)
«Bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur'aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.» (Em:24)
«Madem bu ittifaksızlıktan gelen za'fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayişve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat'î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm'ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşişve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm'ın esası ve hediye-i Kur'anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan (...) kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.» (Em:83)
Evet, Bediüzzaman Hazretleri Avrupalılarla bütünleşme müjdesini değil, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye yani İslâm Cumhuriyetler Birliği yani İttihad-ı İslâm müjdesini veriyor ve diyor ki:
«Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve hacc-ül ekberde bulunan Nur şakirdleriyle ve hacdaki Nur tarafdarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandan beri esaret altında kalmışve istiklaliyetini kaybetmişHindistan, Arabistan gibi âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde Hind'de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye, Cava'da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan'da dört-beşhükûmet bir cemahir-i müttefika gibi Arab birliği ile İslâm birliğini birleştirmesindeki âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukaddemesini tebrik ile, bu bayram bize müjde veriyor.» (E:268)
«Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz. İnşâallah âlem-i İslâm'ın da büyük bir bayramına yetişirsiniz. Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye'nin kudsî kanun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur'an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.» (Em:76)
«Evet, o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklâl ve ittihâd-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intaç etmiştir. İnşaallahü Teâlâ, cemâhir-i müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlâhîden kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.» (Konf:54)
İşte açıkça görüldü ki, Risale-i Nur’da Âlem-i İslâm’a sahip çıkılması, öncelikle nazara verilip isteniyor.
BATI İLE BÜTÜNLEŞMEK Mİ?
Yine malum şahsa sorulan bir suale verilen cevapta deniliyor ki:
«Siz bu istikametin Batı’ya dönük yüzünü nasıl görüyorsunuz?
Cevap: Batılılarla, Batı düşüncesi ile bütünleşmemizde mahzur olmayan ve gerekli olan noktalarda bir bütünleşmenin gerçekleşmesinde bence bir beis yok. Zaten kaçınılmazdır da...
Türk toplumu hem yurt dışında, hem yurt içinde ruh köküne inmeye başladı. Böyle bir zamanda Türk insanının Batı’yla bütünleşmesi, bir entegrasyona girmesi, yaşadığımız çağda kaçınılmazdır.”
Cevap: Bir önceki cevap burada da aynen geçerlidir. Bundan başka Bediüzzaman Hazretleri, İslâm düşüncesi ve medeniyeti ile Batı düşüncesi ve medeniyetin beş temel noktada birbirine zıd ve uzlaşmaz olduğunu mukayeseli bir şekilde ortaya koyuyor. Şöyle ki:
«Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat‑ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet, menfi milliyeti” tutar. Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”
Halbuki, kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.
Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate bedel “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine “düstur-u teavünü” esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat‑ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.
Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir.» (S:132)
İşte iki medeniyetin mukayesesi ve zıddiyeti ve bütünleşme imkansızlığı sarahatla nazara verilmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin zamanımızda ekseriyeti teşkil eden menfî Avrupa milleti hakkındaki beyanları, Avrupa ile bütünleşmeyi asla kabul etmiyor. Ancak Avrupa’nın tekniğini alıp İslama hizmetkâr yapmak caizdir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Ecnebilerden alınan maddî bilgiler, san'at ve terakkiyata ait ise, lâzımdır. Sefahete dair ise muzırdır.» (Ms:115)
«Biz millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım. 2 kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.
Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyete kesb ettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.
Elhasıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin‑i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.» (DHÖ:71)
Hakikatına uygun bir yol takib etmek ve İslâmiyete sahip çıkacak olan muvahhid İsevîlerle beraber, mütacaviz dinsizlik cereyanına karşı kuvvet birliği yapmak müstesnadır.
(Tafsilat için Yayınevimizin neşrettiği İslâm-İsevî İttifakı adlı broşüre bakılabilir.)
Evet, insan sevgisi ve dostluğu perdesi altında gizlenen Avrupa vahşi reislerinin, İslâmiyete ve din mücahidlerine tecavüzlerini şiddetle karşılayan Bediüzzaman Hazretleri bir yazısının başında diyor ki:
«Avrupa'nın insaniyetperver maskesi altında vahşi reislerinin sağır kulakları çınlasın!.. Ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokulsun! Ve bu asırda, yüzbin cihette "Yaşasın Cehennem" dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başlarına vurulmak için yazılmışbir arzuhaldir.» (M:429)
«Ey sefahet ve dalaletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladın ki: Bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı a'lâ-yı illiyyînden, esfel-i safilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!» (L:116)
«Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!..» (L:120)
Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm'ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, bâki kalmalı.» (T:133)
Evet, «Büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenub tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâliki ile beraber; o cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur'an nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adavet ise; dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ana dokunur. İslâmiyet ve Kur'ana karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır!» (M:323)
«Avrupa'nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa; üçyüz elli milyon İslâmı ağlatmışve inletmiş. Ve o müstemlekât sahibleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. fiu hiçbir cihette istisgar edilmeyecek manevî ve daimî bir kuvvetüzzahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir? Gösterilsin! Evet o azîm manevî kuvvetüzzahrı, menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet ile gücendirmemeli!» (M:326)
1945 senelerinde yazdığı bir mektupta, geniş dairedeki boğuşmaların sonunda doğacak büyük zararlara dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa'da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; Âlem-i İslâm'ın tam intibahıyla ve Yeni Dünya'nın, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur'ana ittihad edip tâbi' olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.»
Bu açıklamadan şu netice anlaşılıyor ki: Başta Amerika’nın hakiki İseviliğe dönüp dine resmen sahip çıkması ve İslâm dünyası ile birleşmesi ve İncil’i Kur’an’a tabi kılması, yani Kur’an hakikatları ve hükümlerine göre tahrifattan kurtarılması zamanına kadar Avrupa’da deccalane vahşet devam edecek. O halde bugünkü Avrupa ve Amerika ile istikbaldeki Avrupa ve Amerika’nın farkını görmek ve nazara almak lazımdır.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cem'iyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müdhiş sârî illete karşı, İslâm cem'iyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cem'iyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaşet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaîmi teksif etmiş bulunuyorum.» (T:628)
«Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık?
Rahmet-i İlahiyeden ümid kesilmez. Çünki Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur'anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir...» (M:327)
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN TARİFİYLE AVRUPA MEDENİYETİ
Birinci Cihan Harbi’nde galip gelseydik Avrupa’nın bozuk medeniyetini himaye etmek tehlikesine düşeceğimizi ve mağlubiyetle medeniyete bulaşmaktan kurtulduğumuzu, kader-i İlâhinin hikmeti nokta-i nazariyle izah eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münafî, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürecek idik. fiu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhde edecek idik.» (T:131)
Demek Avrupa’nın bozuk medeniyetinden uzak durup bulaşmamak gerekiyor.
Evet «Medeniyet-i hazıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları, faidelerine racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-ı umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu.» (Em:99)
Evet Avrupa’dan gelen ve mana-yı ismî ile, yani tabiata ve sebeblere te’sir veren bir anlayışla ele alınan fenlere ve çılgın bir sefahet ve nefisperestliğe dayanan medeniyetin, yani Avrupa kültürünün zararlarından milleti ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri bu dersinin baş kısmında aynen şöyle der:
«Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti, o seyahat-ı kalbiyede emraz-ı kalbiyeye inkılab ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı manevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.
Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir:
Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi' san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa'ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuşikinci Avrupa'ya hitab ediyorum.» (L:115) der ve devam eden yazının sonunda:
«Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!» (L:115)
Bediüzzaman Hazretleri bir ayetin işarî mânasını izah ederken diyor ki:
«Şimdiki bataklığa ve manevî tauna sukutun sebebi ise, terakki fikrinden neşet ettiği cihetle, onların hatalarını gösterip; suud ve terakki, müslüman için ancak İslâmiyette ve imanlı olmakta olduğuna işaret etmektir.» (K:18)
«Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir.» (DHÖ:40)
«Hakikat-i İslâmiyetin kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor.» (HŞ:22)
«Eğer desen: “Biz görüyoruz ki: Dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler.”
Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani, ne kadar sureten ve maddeten ve lâfzan ve maâşen muntazamadır; fakat sîreten ve mâneviyaten ve mânen faside ve muhtelledir.
Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et. Şöyle:
Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise, abesiyeti intaç eder. Ve şu abesiyet ise, kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i İlâhiyeye münakızdır.
Vehim ve tenbih
“Meleke-i mârifet-i hukuk” dedikleri her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hâsıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlâhiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle birşeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilâkis, mehasinin terakkisiyle beraber mesâvî dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor.
Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-i tâdil-i ahlâk, kuvâ-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz olan mizan-ı adalet-i İlâhiyeyi tutacak bir nebîye muhtaçtır.» (Muh:140)
«Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve malayaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaşet perdesi o kadar kalınlaşmışve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; âdeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, tâ yırtılsın.
Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. Cenab-ı Hakk'ın hususî lütfuna mazhar olmuşolanlardan başka, bu delikleri kapamak, gayet çetin ve müşkil olmuştur.» (B. Mesnevi Nuriye:246)
«Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir.» (HŞ:36)
İşte kısmen nakledilen bu ders, ikaz ve beyanların neticesi olarak anlaşılıyor ki, menfi Avrupa ile bütünleşmeyi Risale-i Nur kat’iyetle kabul etmiyor. Ancak Avrupa’nın İslâmiyete girmesi hali müstesnadır. Onların İslâmiyete dönüşü ise, Risale-i Nur’da gösterilen Kur’an hakikatlarına sarılmalarıyla olacaktır. Bu hakikatler de Risale-i Nur’da açıklanmıştır. Şöyle ki:
Evet asrımızda boğuşan ve manen boğulan ve manevi helaket ve perişaniyete düşen beşerin, Kur’andan başka kurtuluş çaresi olmadığını ve bu çareyi de Kur’an hesabına Risale-i Nur eserlerinin insanlık dünyasına göstermekle vazifesini tam yaptığını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
(….)gaflet ve dalaletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur'anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyaset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarane hakikî sureti görünmesiyle elbette ve elbette hiç şübhe yok ki: Şimalde, garbda, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen nev'-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak ve elbette hiç şübhe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiç bir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dava edip haber veren ve sarsılmaz kat'î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetleriyle hayat-ı bâkiyeyi kat'iyyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev'-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'anı kabul etmeğe çalışan meşhur hatibleri ve Amerika'nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem'iyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt'aları ve büyük hükûmetleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünki bu hakikat noktasında kat'iyyen Kur'anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.
Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mucize-i kübrânın elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermişve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’hazı ve mercii olmayan ve bir mucize-i mâneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor.» (S:154)
İSEVÎ RUHANÎLERİN VAZİFESİ
Beşerin inkâr maddecilik ve sefahet bataklığından ve karanlıklardan kurtarılması vazifesinde vazifedarlar mânâsında gösterilen İsevî ruhanîleri için de Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:
«Âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîrüzeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak, beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.» (Mektubat sh: 441)
Evet «şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhânileridir ki, o ruhâniler din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezc ederek o kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecek. Hattâ, “Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdîye namazda iktida eder, tâbi olur”3 diye rivayeti, bu ittifaka ve hakikat-i Kur’âniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.» (Ş:587)
Bediüzzaman Hazretleri misyonerlerden müsbet ve muvahhid olan kısmına komünizm ve dinsiz münafıklara karşı dikkatli olmaları için ikaz eder ve der ki:
«Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, herhalde şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.» (E:159)
«Bazı misyonerler de, din-i İsâ’nın (a.s.) hakikî ruhânîsi de o daireye gireceklerine emâreler var.» (E:211)
Bu beyan ve ifadeler gösteriyor ki, gayr-ı müslim milletler içinde İslâmiyet lehinde çalışan vazifedarlar vardır.
İSLÂM BİRLİĞİ Mİ? TÜRK BİRLİĞİ Mİ?
Aynı gazetede ileri sürülen mes’elelerden birinde şöyle deniliyor.
Basiretli Türk idarecileri için dünyanın her yanında geçerli olan bir kredi kartıdır. Bu kredi kartını kullanma mevsimi, yine Asya ile entegrasyondan geçer.... Asya ile bütünleşmek büyüme yoludur. Türkiye’nin büyümesi, Asya ile entegrasyondan geçer..... Asya ile hangi ölçüde olursa olsun, bunu zaman belirleyecek, bir beraberlik yaşayacağız.
S: Asya ile entegrasyon İslâm dünyasından önce mi geliyor?
C: Evet birilerinin farklı mülahazalarının arkasında esasen bu vardır. Bana göre ikinciler (Âlem-i İslâm) elde birdir aslında..... Zaten şimdiye kadar, İslâm dünyası hep gelmiştir ve gelecekte de geleceklerdir.
İlk önce toplumumuz, rüşdünü, Asya ile entegrasyona geçmek suretiyle ortaya koymalıdır.
Cevap: Risale-i Nur’un hiçbir yerinde Âlem-i İslâmdan önce ele alınacak ve daha çok değer verilecek hiçbir millet ve devletten bahis yoktur. Bir önceki cevapta da bir kısım bahislerde de açıkça görüldüğü üzere, Âlem-i İslâmda temel teşkil eden malum millet ve devletler, birinci derecede İttihad-ı İslâm’ın temel yapısını teşkil ederler.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa maddeten—yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.» (HŞ:54)
«Ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmişveya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.
Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i âti görecek.» (HŞ:57)
İşte Bediüzzaman Hazretlerinin gösterdiği ilk ve en ehemmiyetli bütünleşme merkezi ve hedefi......!
Bu derlemenin daha önceki bölümlerinde bu meselelere cevaplar verildiği için, burada kısa kesiyoruz. Amma Risale-i Nur’u nazara almadan ve ona rağmen fikirler beyan ediliyorsa ve yeni nazariyeler ortaya konuluyorsa o zaman bu cihet açıklanmalıdır.
RİSALE-İ NUR’DA İSLÂM CUMHURİYETİ
Her türlü neşriyat imkanları ile efkar-ı ammeye arzedilip telkin edilen bir anlayış şekli de şöyledir:
“İyi insanlar tarafından idare edilen iyi bir Demokrasi idaresi varsa ülkemizde, kim ne zarar görür?”
“Türkiye’de ve dünyada Demokrasiden geri dönüş olmayacaktır.”
Cevap: Daima ve ısrarlı bir şekilde Avrupa demokrasisinden bahsedilip ondan dönülemeyeceği nazara verilip müdafaası yapılıyor.
Acaba neden mübarek ve hepsinden mükemmel ve cihanşümul İslâm Cumhuriyetinden bahsedilmiyor?
Risale-i Nur’da Avrupa demokrasisi değil, İslâm Cumhuriyeti nazara verilmektedir.
Mesela: Bediüzzaman Hazretleri 1935 senesindeki bir mahkemede hatırasını anlatırken gerçek İslâm Cumhuriyetini nazara verir ve der ki:
«Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemişve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vakıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
İşte, ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları.
Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm 4 olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:
Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.» (T:408)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı İslâm’ın temeli olan İslâm Cumhuriyetleri Birliği’nin meydana gelmesini müjdeler ve der ki:
«Elbette ve elbette ve kat’î olarak, şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset, garba ve ecnebîye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşişve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.» (Em:83)
Yukarıda temas edilen İsâm Cumhuriyetinin en mükemmel ve cihanşümul olduğunu te’yid eden Avrupa fikir adamlarından örnekler gösterilen “Nur Çeşmesi” adlı eserde deniliyor ki:
«Bugünkü medenî cemiyetler, Kur’ân’ın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:
“Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır.”» (NÇ:184)
Diğer bir nümune de şöyle:
“Kur’ân, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim olacak esasları muhtevidir. Kur’ân sayesinde Müslümanlar devletler kurmuşlar, muazzam şehirler inşa etmişler; Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir.”
İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından G. M. Rodwell» (NÇ:186)
Kısmen nakledilen mezkûr beyan ve ifadelerden anlaşılıyor ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri İslâm Cumhuriyetine dikkatleri çekiyor ve nazara veriyor.
Bu dersi indirmek için tıklayınız.