1782- İSTİDLAL استعدلال : Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkarmak. Muhakeme. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali. (Bak: Delil, İktiranî Kıyas, İntikal)
İki atıf notu:
-İbrahim (A.S.)ın istadlalen Hâlik-ı Zülcelal’e imanı, bak: 1469.p.
-Aklı istidlale teşvik eden âyetlerden bazıları, bak: 190.p.
«Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi, dumanın ateşe olan delaleti gibi eserden müessire olan istidlâle de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir.” (İ.İ. 86)
1783- Bazı kimselerin “Kur’anda delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri şüphelerine cevap:
Kur’an-ı Kerim’de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sani’, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet esaslarına cumhur-u nası irşad ve isal etmektir. Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir; kasdî değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim; coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sani’ ve nizam-ı hakikîye istidlal keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam; kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik, mademki Kur’anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin müddeadan evvel ma’lum olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî ma’lumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belagat ve irşad olmaz mı?
Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes’elesi o hissiyata kasden delalet etmek için değildir. Ancak kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza hakikata ehl-i tahkiki isal için, karine ve emareler vaz’edilmiştir. Meselâ:
Eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: “Ey insanlar! Güneş’in zahirî hareketiyle hakiki sükuûnuna ve Arz’ın zahirî sükûnuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk’ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız.” deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafi olması, makam-ı istidlale uymaz.” (İ.İ: 118)
1784- Mantıkta istidlal: Doğru farz ve kabul edilen kaziyeler (hükümler) esas alınarak bir netice çıkarmayı temin eden aklî muhakemedir.
İstidlalin üç şekli vardır:
1-Ta’lil (Fr.deduction: dedüksiyon)
2- İstikra (Fr. induction: endüksiyon)
3- Temsil (Fr. analogie: analoji)
1785- Ta’lil: Bir veya birkaç kaziye esas alınarak bunlara göre zaruri bir netice çıkarmaktır. Bir kaziyeden netice çıkarmaya örnek: “Madde yer kaplayan şeydir” kaziyesini doğru kabul eden kimse bu kaziyeden şu zaruri neticeyi çıkarır: “O halde yer kaplamıyan madde değildir.” Yahut: “O halde madde olmıyan yer kaplamaz.” İki kaziye esas alınarak yapılan ta’lile örnek: “Her mütegayyir hâdistir”, “Her hâdis olan halk edilmiştir” kaziyelerine doğru kabul eden kimse bunlardan şu zaruri neticeyi çıkarır: “Öyle ise her mütegayyir halkedilmiştir.”
1786- Ta’lilde doğru farz ve kabul edilen kaziyeye “mebde” (c. mebadi) denir. Ta’lildeki neticenin doğruluğu ve zarureti, mebde veya mebadiye bağ-lıdır. Bunlar doğru değilse, netice de doğru olmaz. Mebde veya mebadi, küllî hükümlerdir. Bunların doğruluğundan nasıl emin olunabilir? Bu mevzu, ilimde usul (metod) meselesine; felsefede “bilgi nazariyesi”ne girer. Mantık ise, mebdenin doğruluğu durumunda neticenin doğruluğu için uyulması icab eden kaideleri tesbit eder.
1787- Ta’lilin hususi bir hali “kıyas”tır.
Kıyas, İslâm mantıkçıları tarafından umumiyetle şöyle tarif edilegelmiştir: “Kıyas, kaziyelerden mürekkep bir delildir ki her ne vakit o kaziyeler teslim olunsa, ondan bizzat diğer bir kaziye lâzım gelir.” Bugünkü ifade ile kıyası şu şekilde tarif edebiliriz: Kıyas, doğru kabul edilen en az iki kaziye esas alınarak bunlara bağlı zaruri bir netice çıkarmaktır.
1788- Kıyaslar ihtiva ettikleri kaziyelerin sayısına göre iki kısma ayrılır:
1-Kıyas iki mebde ve bir neticeden yani üç kaziyeden ibaretse, basit kıyas olur.
2-Mebdeler ikiden fazla olup, bunlara istinaden netice çıkıyorsa, yapılan kıyas “mürekkep kıyas”tır. Kıyasların ihtiva ettiği mebde kaziyeleri “kaziye-i hamliye” veya “kaziye-i şartiye” olabilir. Buna göre de basit kıyasın iki şekli ortaya çıkar:
1- İki mebdei kaziye-i hamliyeden yapılmışsa “basit iktiranlı kıyas” olur.
2-Kıyasın mebdei olan kaziyelerden en az biri veya ikisi şartlı kaziye ise yapılan kıyas “kıyas-ı istisnaî” olur.
Eski mantıkçılar mebdeleri kaziye-i hamliye (yüklemli kaziye) olan iktiranlı kıyas üzerinde çok durmuşlardır. Kaziye-i hamliye demek, bir mevzu ile ona dair bir sıfat (mahmul, yüklem) ile yapılan kaziye demektir. Meselâ “dünya yuvarlaktır” yahut “dünya döner” gibi.
1789- Gelişigüzel iki kaziye mebde olarak alınıp basit bir kıyas yapılmaz. Basit iktiranlı bir kaziyede üç terim bulunur. Bu terimlere “hadd” denir. Haddler şümul derecesine ve mebde olan kaziyelerdeki yerine göre yani kaziyede mevzu veya mahmul oluşuna göre üç isim alır. Meselâ “fani” “insan” ve “Farabi” olmak üzere üç terim alalım ve bunları ikişer ikişer birleştirerek önce iki mebde teşkil edelim ve bunlardan bir netice çıkaralım. “Her insan fanidir.” “Farabi insandır”. Mebde olarak alınan bu iki kaziyeden şu zaruri netice çıkar: “O halde Farabi de fanidir.”
Neticeyi teşkil eden kaziyede mevzu olan terim “Farabi” “hadd-i asgar” (küçük terim), aynı kaziyenin mahmulü olan “fani” terimi “hadd-i ekber” (büyük terim) adını alır. ilk iki mebde kaziyede müşterek olan “insan” terimi de “hadd-i evsat” (orta terim) ismini alır. Dikkat edilirse büyük terim olan “fani” terimin şümulü (kaplamı) “insan” teriminin şümulünden daha geniştir ve bu sebeble “hadd-i ekber” olmuştur. Nitekim “fani” terimine insanlar dahil olduğu gibi başka varlıklar da dahildir.
1790- Kıyasta “hadd-i vasat” (Orta terim) mebde olarak alınan kaziyelerde bulunur, neticede bulunmaz. Bu bir kaidedir. Basit kıyaslar, orta terimin mebdedeki yerine göre dört şekil alır:
1- Orta terim ilk kaziyede mevzu, ikinci kaziyede mahmul durumunda ise kıyas “birinci şekil kıyas” olur. Misalimizde olduğu gibi (Her insan fanidir, Farabi insandır.)
2- Hadd-i vasat her iki kaziyede mahmul vazifesinde olabilir; bu takdirde kıyas, “ikinci şekil kıyas” olur. Bu kıyas şeklinde neticeler daima menfi çıkar. Misal: “Hiçbir hayvan akıllı değildir” “Her insan akıllıdır” kaziyelerinden çıkan netice: “Hiçbir insan hayvan değildir” kaziyesidir. “Akıllı”, “hadd-i evsat” olup mebde olarak alınan iki kaziyede “mahmul” vazifesindedir.
3- İlk kaziyelerde mevzu müşterek alınabilir. Bu takdirde kıyas, “üçüncü şekil kıyas” olur. Misal: “Her mü’min Allah’ı sever.” “Bazı mü’minler zengindir.” Mebde olarak alınan bu iki kaziyeden çıkan netice: “Bazı zenginler Allah’ı sever.”
4- Mebde olarak alınan iki kaziyenin müşterek terimi birinci kaziyede mahmul, ikinci kaziyede mevzu vazifesinde ise, kıyas “dördüncü şekil kıyas” olur Misal: “Hiçbir faizci haramdan kaçmaz.” Bazı faizciler zengindir.” Bu iki kaziyeden çıkan netice: “Bazı zenginler haramdan kaçmaz.”
1791- Basit kıyasların kaziyeleri küllî, cüz’î, müsbet veya menfi olabilir. Bir kaziyenin başında “her, bütün hiçbir” sözleri bulunuyorsa veya kaziye zımnen bu manayı taşıyorsa “kaziye-i külliye” (küllî kaziye) olur. Kaziyeninbaşında “bazı, enaz, biri, bir kısım” gibi sözler bulunuyorsa kaziye “kaziye-i cüz’iye” olur. Kaziyenin mevzuu tek varlığı gösteriyorsa “kaziye-i hususiye” veya “kaziye-i şahsiye” adını alır. Kaziyenin mahmulü “değil” eki almışsa veya bu manaya gelen bir biçimde ise kaziye “menfi” olur. “Domuz eti yenmez” “Domuz eti helal değildir” gibi. Dikkat edilirse kaziyenin müsbet veya menfiiliği daha çok şekle tabidir. Aynı bir mana müsbet bir kaziye ile ifade edilebilir: “Domuz eti haramdır.” Kaziyenin mahmulünde tasdik ifade eden şekilde bir terim bulunuyorsa kaziye “müsbet” olur. Burada aslolan şekildir, mana değildir. Misal: “Farabi yaşamıyor” menfi bir kaziyedir. “Farabi ölmüştür” müsbet bir kaziyedir.
1792- Mebde olarak alınan kaziyelerden biri veya ikisi şartlı kaziye ise, kıyasın “istisnaî kıyas” olduğu söylemiştik. Bu çeşit kıyasta netice kaziyesi şeklen mebdede varsa, kıyas “istisna-i müstakim” adını alır. Eğer netice, mebdenin nakizi ise kıyas “istisna-i gayr-ı müstakim” adını alır. Misaller: “Allah’ı seviyorsanız resulüne tabi olursunuz.” “Allah’ı seviyorsunuz.” Bundan netice çıkıyor ki “Resulüne tabisiniz.” Bu bir istisna-i müstakim kıyastır. “Allah’ı seviyorsanız resulüne tabi olursunuz.” “Resulüne tabi değilsiniz.” Bundan netice çıkıyor ki, “Allah’ı sevmiyorsunuz.” Bu, “istisna-i gayr-ı müstakim” kıyastır.
1793- İstidlalin ikinci şeklinin “istikra” olduğunu söylemiştik. İstikra, cüz’î kaziyeleri esas alarak küllî bir netice çıkarmaktır. Bu netice zaruri değildir. Çünki küllî netice, mebde olarak alınan cüz’î hükümlere de olur. Eğer sadece mebdede zikredilen cüzi hükümlere şamil olsaydı, istikra zaruri olurdu; fakat bu durumda söz bir tekrardan başka bir şey olmazdı.
Bunu izah için ilk örneğe dönelim. “Her insan fanidir” kaziyesini ele alalım. Bu küllî kaziyenin doğruluğunun delili nedir? Bu kaziye, bir kıyasın zaruri neticesi midir? Şimdi bunu inceleyelim. Biz ölen insanları müşahede ediyoruz. Müşahedemiz münferid ve cüz’îdir. Ali öldü, Veli öldü, diyoruz. Bu cüz’î kaziyelerin sayısını çoğaltabiliriz. Fakat bunların yekûnü “bütün insanlar” değildir. Geçmiş ve gelecek bütün insanları müşahede etmiş değiliz. Buna rağmen cüz’î müşahedelerimizi ifade eden cüz’î hükümleri esas alarak küllî bir netice çıkarıyoruz: “Bütün insanlar fanidir” diyoruz. Bu küllî hüküm, mebde olarak aldığımız cüz’î hükümleri aşmaktadır. Şu halde bu hüküm, mebde olan cüz’î hükümlere göre zaruri bir netice değildir. Ancak muhtemel bir neticedir. İşte bunun gibi “tecrübe ve müşahedeye dayanarak elde edilen cüz’î kaziyeleri küllî bir kaziye altında toplayıcı umumi bir netice çıkarmaya “istikraî istidlal” denir. Hâdisat âlemine ait küllî kaziyeler, bu çeşit istidlalin neticesidir. Tecrübe ve müşahedeye istinad eden maddi ilimler, netice istihsalinde bu metodu kullanır. İstikra, hâdiselerin sebebini bulmaya yarıyan bir istidlaldir. Netice, mebde olarak alınan cüz’î kaziyelerden zaruri olarak çıkmamasına rağmen kat’i imiş gibi kabul edilmesinin sebebi, “determinizm” denilen bir küllî kaidenin kabul edilmesidir. Kâinatta bir nizam vardır. Bu nizamda “şartlar aynı olunca aynı sebeblerden aynı neticeler meydana gelir.” Yani şimdiye kadar böyle olmuş, bundan sonra da böyle olacaktır, demektir. Fakat hâdiselerin değişmez nizamda aynen devamını kim garanti edebilir? Allah’ın iradesinden başka hiçbir kuvvet bunu temin edemez. Şu halde inançsız bir kimse, gelecekten emin olamaz ve şüpheci olmaya mahkûmdur.
1794- İstikraî istidlal olmadan ta’lil ve kıyas da olamaz. Çünkü kıyasta delil olarak alınan mebadi yani esas kaziyeler ya bir tarif veya bir kabul yahut istikraî istidlal neticesi varılan bir kaziye yani küllî bir hükümdür. Kıyasın doğruluğu, bunların doğruluğuna tabidir. Şu halde kıyas yeni bir hakikat getirmez, bilinen hakikata vuzuh kazandırır. İşte modern ilmin klasik mantığa itirazı budur. Modern ilmin tekâmülü, istikra metodlarının inkişafına bağlıdır. Orta çağda maddi ilimlerin gelişmemesinin bir sebebi de budur” (Bak: Mantık) (B.Sami Sağbaş, Felsefe öğretmeni) (İman sahasında istidlalin vazifesi, bak: 1115.p.)