620- DAR-ÜL HARB دار الحرب : Harp yeri. Müslümanlarla gayr-ı müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kâfirlerin ve onların gayr-ı İslâmî hükümlerinin hâkim olduğu yer. (Bak: Dar-ı Ridde)

Dar-ı İslâm ile dar-ı harbin mahiyetleri hakkında Ömer Nasuhi Efendi Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu’nda şu bilgiyi veriyor:

«Bir dar-ı harbin dar-ı İslâm haline gelmesi için yalnız bir şart vardır ki, o da o darda İslâm ahkâmının icra edilmeğe başlamasından ibarettir. Velev ki içinde onun eski gayr-ı müslim ahalisinden bazıları mukim bulunsunlar, velev ki o dar, dar-ı İslâm’a muttasıl bulunmasın.

Binaenaleyh İslâm mücahidleri, gayr-ı müslimlere ait bir ülkenin herhangi bir beldesini fethederek içinde cum’a, bayram vesaire gibi İslâm ahkâmını icraya başlasalar, o belde bir dar-ı İslâma tahavvül etmiş olur. Bu hususta bütün Hanefi müçtehidleri müttefiktirler.

621- Bir dar-ı İslâm’ın -Allah Teâla muhafaza buyursun- bir dar-ı harbe tahavvülü, İmam-ı Azam’a göre şu üç şartın tahakkukuna mütevakkıftır:

1- Dâr-ı harbe muttasıl olmalıdır.

2- İçerisinde şirk ahkâmı icra edilmelidir.

3- İçinde evvelki eman ile emin bir müslim veya zimmî kalmamış olmalıdır.

Evvelki emandan maksad, müslim için İslâmiyeti cihetiyle zimmî için de akd-ı zimmeti sebebiyle İslâm hükümetinin kuvvetine müstenid olarak sabit bulunan emniyet ve selâmettir. Bu üç şart tahakkuk etmedikçe bir belde veya bir ülke dar-ı harb sayılamaz.

Bu kavle göre bir İslâm beldesi, mücerred ehl-i harbden birinin galebe ve istilasıyla veya ahalisinin bil’irtidad ahkâm-ı küfrü icra etmesiyle veya içindeki ehl-i zimmetin nakz-ı ahd ederek tegallübde bulunmasıyla dar-ı harbe inkılab etmiş olmaz. Meğer ki mezkûr üç şartın üçü de tahakkuk etsin. (Bedayi, Tenvir)

Yukarıda yazılı üç şartın tahakkukuyla dar-ı harbe tahavvül eden bir İslâm beldesi, tekrar İslâm mücahidleri tarafından feth ve istirdad edilince evvelki hükmüne rücu eder. Yani arazisi öşriyye ise yine öşriyye, haraciyye olur. Kadim ahalisi, kabl-el kısme avdet edince mallarını meccanen alırlar, taksimden sonra gelince de yalnız kıymetleriyle alabilirler.

622- İmameyn’e göre; herhangi bir İslâm beldesinde ahkâm-ı küfr icra edilmeğe başlandığı, yani harbî bulunan nâfiz-ül hükm bir hükümdarın istilasına maruz kaldığı takdirde dar-ı harb haline gelmiş olur. Çünki bir darın bir dar-ı harb olması; gayr-ı müslimlerin meneası, kuvveti, ordusu itibariyledir. Bunları da nâfız-ül hükm olan hükümdarları ve hükümetleri temsil eder.

Binaenaleyh hükümdarı harbî olan herhangi bir ülke, bir dar-ı harb bulunmuş olur. Velev ki dar-ı İslâm’a muttasıl olsun. Müfta-bih olan da budur. Nitekim bir fetvada şöyle denilmiştir:

“Bilad-ı İslâmiyeden bir beldenin civarında vaki karyelerde mütemekkin olan zimmîler, itaat-ı veliyy-ül emrden bilkülliye huruc edip bazı bilad-ı İslâmiyeyi istila ve müslimîn ile muharebe için temekkün ve tehayyüz eyleseler, bu taifenin karyeleri şer’an dar-ül harb olup, haklarında harbî ahkâmı cari olur. (Mecmua-i Cedide, Dürer, Dürr-ül Muhtar, Hindiyye)

623- Şafiî fukahasının beyanına nazaran dar-ı İslâm şöylece üç kısımdır:

1- Müslümanların ikamet ettikleri beldeler.

2- Müslümanların fethedip eski ahalisini içerisinde bir cizye mukabilinde iskân eyledikleri beldelerdir. Bunların arazisi, gerek kendilerine temlik edilsin ve gerek edilmesin, İslâm hükümetinin istilası altında bulunması kâfidir.

3- Evvelce müslümanların ikamet edip bilahare gayr-ı müslimlerin zabtettikleri beldelerdir. Müslümanların bu beldelere olan kadîm istilaları, bunlarda dar-ı İslâm olmak hükmünün istimrarı için kâfidir.

Demek oluyor ki, bir belde bir kere dar-ı İslâm oldu mu artık ondan sonra mutlaka, yani gerek bilahare oraya gayr-ı müslimler müstevli olsunlar ve gerek olmasınlar ve orada müslimlerin ikametine gerek müsaade etsinler ve gerek etmesinler orası dar-ı küfr, dar-ı harb hükmünde olamaz. (Tuhfet-ül Muhtac)» (H.İ. ci: 3, sh: 394)

623/1- Kur’an-ı Kerim’de lafzen dar-ül İslâm ve dar-ül harb tabirleri geçmemektedir. Hadislerde ise; “Dar-ül harbde had cezaları tatbik olunmaz” ve “Müslümanla harbî arasında faiz yoktur” mealinde geçer. (İbn-i Kudame El-Mugni, Riyad 1981, IV/45-46) İmam-ı Azam bu hadise göre, dar-ül harbde had cezasının tatbik edilmiyeceğine hükmetmiş, fakat İmam-ı Malik ve İmam-ı Şafiî ise, tatbik edileceğine hükmetmişlerdir. (Aynı eser sh: 46)

İslâmî hükümler kat’i nass ile sabit ise, üzerinde herhangi bir ihtilaf mevzubahs olamaz. Cumhur-u fukahaya göre müslümanların dar-ül harbde harbîlerle ve kendi aralarında faiz muameleleri haramdır. Çünki faiz nass-ı kat’ile tahrim edilmiştir. Ebu Hanife ve İmam-ı Muhammed, dar-ül harbde müslümanın gayr-ı müslimden faiz almasının caiz; gayr-ı müslime müslümanın faiz vermesinin ise haram olduğuna hükmettiler. (İbn-i Abidin, Bulak 1272,IV/188) Bununla beraber müslümanların fetva ile değil, takva ile amel etmeleri evladır. Cumhur-u ülema mezkûr hadisi, medar-ı ahkâm olacak sıhhatte görmediler. (İbn-i Kudame IV/46)

624- «Müslim olan müste’minler:

Bir müslim, ticaret gibi bir maksadla bir dar-ı harbe müste’mim olarak gidebilir. Böyle bir müste’min, misafir bulunduğu memleket ahalisinin canına, malına, namusuna kat’iyyen taarruz edemez. Böyle bir taarruzdan dinen memnu’dur. Çünki o memlekete gitmek için müsaade istihsal etmekle, oradakilerin hukukuna hiçbir vechile tecavüz etmemeyi taahhüd etmiş olur. Bilahare bunun hilafına hareket etmesi bir gadr, bir hıyanet olacağından buna asla cevaz verilemez. Meğer ki o memleketin hükümdarı veya hükümdarının müsaadesiyle ahalisi o müste’minin hukukuna tecavüz ederek kendisini habs veya malını ahzetsinler. Bu takdirde verilen ahde muhalefet o memleket tarafından vuku bulmuş olduğundan, müste’min de bazı hususlarda mukabele-i bilmisilde bulunabilir.

625- Bir müslim, müste’minen bulunduğu bir gayr-ı müslim memleket ahalisinin bir malını bey’u şira veya riba gibi bir tarik ile birrıza alabilir. Meselâ: Bir dirhemi birrıza iki dirhem ile peşin veya veresiye olarak mübadele edebilir. Kezalik dar-ı harbde fâsid akidler ile elde edeceği bir maldan, bir müste’minin istifade etmesi caiz bulunur. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed’e göredir.

İmam Ebu Yusuf’a göre bu gibi muamelat, dar-ı harbde de caiz değildir. Müşarünileyhe nazaran, bir müslim nerede bulunursa bulunsun İslâm ahkâmını iltizam etmiştir, ona muhalif olan bir şey yapamaz.

İmam-ı Azam ile İmam Muhammed de diyorlar ki: Harbîlerin malları esasen mübahtır. Şu kadar var ki müste’min, onların hukukuna tecavüz etmemeyi deruhde etmiştir. Bu cihetle onların rızalarını istihsal ederek mallarını elde ettiği takdirde tecavüz ve hıyanet mevzubahs olamaz. Bu halde onların mallarını, asıl ibahetine mebni kendi rızalarıyla ahzetmiş olur, yoksa riba gibi, fâsid akd gibi gayr-ı meşru bir tarik ile ahzetmiş olmaz.

Bir müslim, müste’mi olarak bulunduğu dar-ı harbde birisinin malını gasb veya istikraz suretiyle ahz edecek olsa bunu her halde sahibine reddetmesi icab eder. Hatta bu hususta kendisine diyaneten emrolunur. Çünki reddetmemek bir gadrdir. Gadre ise diyaneten mesağ yoktur. Şayet böyle bir malı dar-ı harbden dar-ı İslâm’a çıkarmış bulunsa, bu mal kendisine helal olmaz. Binaenaleyh bunu tasadduk etmesi lâzım gelir. (Hindiyye, Feth-ül Kadir, Redd-i Muhtar)» (H.İ. ci: 3, sh: 462)

626- Yukarıda kaydedilen bir kısım şer’î nakillerde görüldüğü üzere, İmam-ı Azam ve Şafiî gibi büyük müçtehidlerin dar-ül harbin tahakkuk şartları hakkındaki reyleri, hikmetli olarak farklıdır. Bu sebeble de, meseleye tek taraflı bakan şahsın, umum müçtehidler müvacehesinde hangi bir diyarın dar-ül harb olup olmadığı hu-susunda lehte ve aleyhte delil göstermesi mümkündür. O halde böyle meselelerin, inşikaka sebeb olacak şekilde ve tarafgirane fazlaca medar-ı bahsedilmesi maslahat olmaz. Uhuvvet ve ittihad-ı İslâm’a zarar getirir.

Bir dar-ül İslâmda iki ana unsur var: Ahkâm-ı şer’iyenin hâkimiyeti ve şeair-i diniyenin hâkimiyeti. Hanefi’de daha çok hukuk ciheti, Şafiî’de ise daha çok şeair ciheti nazara alındığı anlaşılıyor. Bir İslâm memleketinde zuhur eden gayr-ı İslâmî hayat sebebiyle dar-ül harb olduğu fikri ortaya atılsa, millî hayatta hissiyat-ı diniyenin devamına sebeb olan bir kısım şeairin de ta’tiline yol açar. Şeairin içtimaiyata ve bilhassa avama yaptığı manevi tesir ve hiss-i diyanet bütün bütün zayıflar. (Bak: Şeair)

627- Bununla beraber, müvazene nazara alınmadan, bozuk bir içtimaî hayata “normaldir” denilse, bilhassa tabaka-i avam gaflete düşürülür ve bid’atlara karşı bu tabakanın dinî hassasiyeti kaybolur ve ülfetle bid’aları hoş görüp dalâlete düşebilir. O halde böyle mes’elelerin çok nazik olduğu ortaya çıkıyor. Böyle olunca da çok dikkat, insaf ve ferasetle hareket etmek gerektir.

Evet اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌ hadis-i şerifi ile bildirildiği gibi, müçtehidlerin farklı reylerinde hikmet ve rahmet vardır. Zira böyle içtihadî meselelere bakışta, cihet muhteliftir. Zira dar-ül harb gibi dinin içtimaî bazı meselelerinde hem hukuk hem şeair cihetleri müçtemi’dir. (Bak: 631.p.) O halde hududu aşıp böyle içtihadî sahalara usul hârici girmemeli. Böyle meselelerin halli için, maddi-manevi şartların zuhuru ile bu zamanda teşekkülüne büyük ihtiyaç bulunan ve âlem-i İslâm’ın mercii mânasında olması gereken büyük İslâm şûrası lâzımdır ki, teşettüt ve fevza-i âraya sebeb olmadan mülzim ve merci’ olsun. (Bak: 3576.p.) O halde hayat-ı içtimaiyede hizmet edenler, ittihad-ı İslâma kuvvet vermelidirler. (Bak: İttihad-ı İslâm)

628- Böyle içtihadî meselelerde ehil olanlar arasında uhuvvetkârane ve insaf düsturuna uygun olmak ve inşikaka meydan vermemek şartıyla müdavele-i efkâr yapılabilir.

Eğer yapılan müzakereler fitneyi tahrik edecek münakaşalara dönüyorsa, müslümanlara karşı susmak tercih edilmelidir. Fitne zamanlarına ait bazı rivayetlerde bu tarz tavsiyeleri görüyoruz. Ezcümle: «Elinizi, dilinizi tutun. Evin demirbaşlarından biri olun.» (Ebu Davud, Fiten 2, 4258.hadis)

«Fitnelerde dil, kılınç darbesinden daha şiddetlidir.» (İbn-i Mace, Fiten, 3967. hadis)

629- İslâm dünyasının en büyük bir meselesi olan ihtilafı terk ile esasat-ı diniye etrafında ittifak etmek ve teferruat sayılan meseleler üzerinde usulsüz münakaşalara girmemek gerektiği fikrini ısrarla ileri süren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Bu zamanda zendeka ve ehl-i dalâlet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müdhiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.» (E.L.I. 204) (Bak: Müsbet Hareket)

«Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki Hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (E.L.I 206) (Bak: 785.p.)

«Binler teessüf ki: şimdi müdhiş yılanların hücumuna maruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek birbirini tenkidle yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.» (K.L.246) (Bak: 1528.p.)

630- «Sual: Âlem-i İslâmdaki ihtilafı ta’dil edecek çare nedir?

Cevab: Evvela müttefekun aleyh olan makasıd-ı aliyeye nazar etmektir. Çünki Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik; zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-ı tefehhümdeki tefavüt bu ittihad-ı vahdesi sarsamaz, racih de gelemez. اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa -ki zaman dahi pek çok yardım ediyor- ihtilâfat sahih bir mecraya sevk edilebilir.» (S.T.İ.83)

«Sual: Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müthiş ihtilafata ne dersin? Re’yin nedir?

Cevab: Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şûra nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki; rey-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. İşte şu, bu meclisteki rey-i ekseriyetin naziresidir. Rey-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın reylerine bırakılır. Tâ herbir istidad terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin.

Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde, sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red, o derece meydan aldı ki, ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekler ve bazı rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyetin tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-yı şemsten tefeyyüz etmesine istidad bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men’etmektedir.

Sual: Acaba kâinatta şu meclis-i âli-i İslâm, şu sergerdan küre şehrinde bir intizamı bulamıyacak mıdır?

Cevab: İman ederim ki; umum âlem-i İslâm, millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis-i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üzerinde birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir.» (Mün. 71-73)

631- Dinî meselelerin bir kısmında hem hukuk hem şeâir cihetleri bulunur. Bazan bu iki cihetten biri zâil olsa da, diğer ciheti -kısmen de olsa- devam edebilir. Ezcümle: Bediüzzaman “Mektubat” adlı eserinde, milletimizin asırlarca yaşadığı şeâir-i İslâmiyeyi tağyir etmek isteyenlere, şeâiri müdafaa makamında gereken cevabı verirken, şeâir cihetiyle dar-ül İslâmın ana unsurlarından olan an’anat-ı İslâmiye, İslâmî tarih, umum şeâir ve erkân-ı İslâmiyeye ait muhaverat-ı ehl-i İslâm gibi hususları beyanla, dar-ül İslâmın tarifine de bir cihette temas eden bu yazısında şunları söylemektedir:

«Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebileri körü körüne taklidcilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki, sükût ediliyor?”

Elcevab: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki; hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklid etmek zîşuurun kârı değildir. Çünki; ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta “Dâr-ı Harb” denilir. Dâr-ı harbde çok şeylere cevaz olabilir ki, “Diyar-ı İslâm”da mesağ olamaz.

632- Hem Frengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer’iyenin meânisini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından; bilmecburiye kudsî meâni, mukaddes elfaza tercih edilmiş; meâni için elfaz terkedilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise; muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meâllerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hatta şu memleketin maâbid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o meâni-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Frengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir. » (M.401) (Bak: 454.p.)

633- Demek yukarıda zikredilen “an’anat-ı İslâmiye, İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyeye aid muhaverat-ı ehl-i İslâm” gibi dar-ı İslâmın şeâir cihetindeki ana unsurları halk ekseriyetinde hâkim olsa, o cemiyette dinî hayat devam eder. Eğer bir cemiyette mezkûr şeâire bedel âdât-ı ecnebiye ekseriyette revaç bulmuşsa, o cemiyette hakiki dinî hayat ve bilhassa diyanette temel teşkil eden hissiyat-ı diniye zayıflar ve giderek İslâm isimlerde kalır. (Bak: 985.p.)

Nitekim ilk meclis kurulduğu zaman Ankara’ya çağrılan Bediüzzaman’ın mebuslara neşrettiği beyannamesinde, henüz milletin şeâire bağlı olup dindar olduğunu, şeairi bozmanın büyük zarar vereceğini anlatmış ve takriben 1945 senelerinde de Adliye Vekiline hitaben yazdığı bir mektubunda da aynen şöyle demiştir. «Eski terbiye-i İslâmiyeyi alan yüzde ellisi meydanda varken, an’ane-yi milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek kuvvetli ihtimali...» (E.L.I. 22) diyerek şeâirin bozulması ve Avrupaî âdet ve modaların ve sefahetin umumîleşmesiyle doğacak büyük tehlikeyi haber vermiştir. (Bak: 249, 250, 618, 3487 ilâ 3490.p.lar)

633/1- Asrımızda meydana gelen ve fitnelerin en dehşetlisi olan ve nifakî hususiyetleri bulunan âhir zaman fitnesi devrinde dar-ül harb gibi mes’elelerin tayin ve tesbiti müşkildir. Çünkü fıkıhta:

1-Dâr-ül İslâm (İslâm hakimiyetindeki memleket);

2-Dâr-ül Harb (Kâfirlerin hâkim oldukları memleket);

3-Dâr-ı Ridde (Mürtedlerin hükmettiği memleket)’den bahsedilir.

Âhirzaman fitnesi ise halkı aldatıp ifsad eden nifak ve ifsad cereyanının hakimiyetidir. Bu nifakî hakimiyette; müslim, kâfir, mürted ve münafıklar içtimaî ve idarî bünyede iç içe bir arada bulunabiliyor. Böyle karma bir cemiyet ve devlet, muayyen bir vasıf ile tevsif edilemez. Binaenaleyh bugünkü şartlarda böyle hassas meselelere şer’i hüküm getirmedeki zorluğun bir sebebi budur.

İşte dindarlar ile dîne muhalif olanlar iki cephe halinde olmadığı ve aldatan münafıklarla aldatılan müslümanların birbirine karışık olduğu böyle cemiyetler içinde menfî hareketler zulme sebebiyet vereceğinden Bediüzzaman Hazretleri Kur’andan aldığı ders ile müsbet hareket etmeyi ısrarla tavsiye etmiştir. Ancak mecburiyet-i kat’iye müstesnadır.

Ezcümle, bir tavsiyesinde diyor ki; “Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:

Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.

İşte Kur’anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.” (Ş.292)

Diğer bir ikazı da şöyledir:

“Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşâallah bozulacaklar, onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle mağlub edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’an men’etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iyye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.” (Ş.362)

Emirdağ Lâhikası eserinde de şu ihtar var:

“Biz Nur talebeleri o cebbar gaddarlardan hakkımızı kolayca alabilirdik. Fakat İslâmiyet’in asırlardır bayraktarlığını yapan kahraman Türk milletinin masum çoluk-çocuk ve ihtiyarlarına karşı Risale-i Nur’un bizlerde husule getirdiği kuvvetli şefkat itibariyle ve Kur’an-ı Hakîm’in bizleri maddî mücadeleden men’edip elimizde topuz yerinde Nur olması haysiyetiyle ve bütün kuvvetimizle mesleğimizin îcabı olan asayişi temin etmek esasıyla, o zalimlere maddeten mukabele edemedik. Yoksa Allah göstermesin, bir mecburiyet-i kat’iyye olursa komünist ve masonlar hesabına ona sebebiyet verenler bin defa pişman olacaklardır.” (E.L.II.27)

İşte Ahirzaman fitnesinde meseleler böyle hassasiyet kazandığı ve inceleştiği cihetle, Kur’an’a uygun hareket etmek için Kur’an’ın bu asra bakan vechesini beyan eden Risale-i Nur’daki tavsiyelere dikkat edip ona göre hareket etmek icab ediyor.

Yukarı Çık