1054- GIYBET غيبة : Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek (Bak: Kazf-ı Muhsanat, Su-i Zann, Tenkid)

(Elmalı Tefsiri 49/12. ayetin tefsirinden alınmıştır)

GIYBET, bir kimsenin arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir.

Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: “Bilir misiniz gıybet nedir?” “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. “Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır.” Buyurdu. “Ya söylediğim kardeşimde varsa?” denildi. “Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira etmiş olursun.” Buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî Tarikat-ı Muhammediye’de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet, din ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve ve sövme yoluyla olması da şarttır. Kadıhan Fetâvâsı’nda “Bir adam, kardeşinin günah ve kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıybet olmaz. Gıybet ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredilmiştir. Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya şerrinden korunmak için yahut “topal” demek gibi tarif için olursa gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)’den : Hz: Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kim haya örtüsünü atarsa, onun gıybeti yoktur.” İbn-ü Ebi’d-Dünya Behz bin Hakim’den, o babasından, o da dedesinden nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Facir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? O’nu onda olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar.” Gazalî sövmeyi daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir.

Birincisi: Gıybet edip de ben gıybet etmiyorum onda olanı söylüyorum demektir. Bu, Fâkih Ebul Leys’in Tenbihte dediği gibi kesin olan haramı helal saymak olduğu için küfürdür.

İkincisi: Gıybet edip, gıybeti gıybet edilen kimseye ulaşmaktır. Bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz. Çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbn-ü Ebi’d-Dünya ve Taberani’nin Cabir’den rivayet ettikleri şu hadisin manası da şudur: “Gıybet zinadan daha kötüdür” buyurulmuş. Nasıl olur denilmiş, Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder. Allah mağfiret buyurur. Gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe mağfiret olunmaz.

Üçüncüsü: Gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek affolunabilir. Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler. Bazıları da mutlaka tevbe ve istiğfar yeterlidir demişlerdir.” (E.T. 4474)

Kur’anda “makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan birtek âyetin mu’cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi; Kur’anın nazarında gıybet ne kadar şeni’ bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet Kur’anın beyanından sonra beyan olamaz, ihtiyaç da yoktur.

İşte اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا( 49:12 )   âyetinde  altı  derece zemmi, zemmeder. Gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki:

Malûmdur âyetin başındaki hemze, sormak (âyâ) manasındadır. O sormak manası su gibi âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-i zımnî var.

1055- İşte birincisi, hemze ile der: Ayâ, sual ve cevab mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?

İkincisi:يُحِبُّ lafzıyla der: Ayâ, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirliyen bir ameli kabul eder?

Dördüncü:اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki; böyle canavarcasına arkadaşınızı diş ile parçalamayı yapıyorsunuz?

Beşincisi:اَخِيهِ kelimesiyle der:  Hiç  rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der:  Vicdanınız nerede?  Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

1056- Demek şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle: Zemm ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur. işte bak nasıl şu âyet, îcazkârane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’cazkârane altı derece o cürümden zecreder.

Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. izzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez: Nasıl meşhur bir zat demiş:

اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ٭ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ

Yani: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünki gıybet, zaif ve zelil ve aşağıların silahıdır.”

1057- Gıybet odur ki: Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese; hem gıybet, hem iftiradır. İki katlı çirkin bir günahtır.1

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:

Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama der, ta yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister. Senin ile meşveret eder. Sen de sırf maslahat için garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onun ile teşrik-i mesai etme. Çünki zarar göreceksin.”

Birisi de: Maksadı, tahkir ve teşhir değil, belki maksadı, tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor; belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor; sıkılmıyarak âşikâre bir surette işliyor. (Bak: 909.p.)

1058- İşte bu mahsus maddelerde garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir. Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer bitirir; gıybet dahi a’mal-isalihayı yer bitirir. Eğer gıybet etti veyahut istiyerek dinledi; o vakit: اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse: “Beni helal et” demeli.” (M.275-277)

“Müslümanları şerden sakındırmak için gıybet caizdir. Bunun birçok vecihleri vardır. Biri; râvileri, şahidleri ve musannıfları cerhetmektir. Bu bil-icma caizdir. Hatta İman-ı Nevevî “şeriatı korumak için bu vâcibdir” diyor. Fâsık bir âlimden fıkıh dersi almaya giden kimseye onun fıskını söylemek caiz olması gibi. Fakat bunları o şahsı küçültmek niyetiyle söylemek haramdır.” (Müslim, Davudoğlu şerhi sh: 6488)

Burada dikkate alınacak ehemmiyetli bir husus şudur ki: Tenkid, meşru, sârih ve hak delillerine ve hakkı koruma niyetine istinad etmelidir. Aksi halde inşikaklara kapı açar, meşruiyetini kaybeder.

1059- «Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar vazgeçemiyorum.”

Elcevab: Su’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevi bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu mektubun bu mebhasını yazdık, ta bu manevi istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin; haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” (M.267)

1059/1- İnsanın hakiki mahiyetinin tam bilinememesi ve günahlara itici sebeblerin çok olması ve insanın nefsi günahlara ve kötülüklere meyyal olması gibi sebeblerle, mü’minlerin aleyhine acele hüküm verilmemesi gerektiğini ders veren Bediüzzaman Hazretleri, şu hususlara da dikkat çekiyor:

“Cenab-ı Hak, kütüb-ü semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, ikaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin zaif desiselerine karşı mağlub olmaları, bir zaman beni çok düşündürüyordu. Acaba iman varken, Cenab-ı Hakk’ın o kadar şiddetli tehdidatına ehemmiyet vermemek nasıl oluyor, nasıl iman gitmiyor? (4:76) اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا sırrıyla,  şeytanın  gayet  zaif desiselerine kapılıp Allah’a isyan ediyor. Hatta benim arkadaşlarımdan bazıları, yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber benden işittiği ve bana karşı da fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz ve riyakârane iltifatına kapıldı, onun lehinde benim aleyhimde bir vaziyete geldi. Fesübhanallah dedim, insanda bu derece sukut olabilir mi, ne kadar hakikatsız bir insan idi diye o biçareyi gıybet ettim, günaha girdim. Sonra sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı.2

O nur ile lillahilhamd hem Kur’an-ı Hakim’in azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde olduğunu, hem ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zaifliğinden olmadığını, hem günah-ı kebairi işleyen küfre girmediğini, hem Mu’tezile Mezhebi ve bir kısım Hariciye Mezhebi “Günah-ı kebairi irtikâb eden kâfir olur veya iman ve küfür ortasında kalır” diye hükümlerinde hata ettiklerini, hem benim o biçare arkadaşım da yüz ders-i hakikatı bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenab-ı Hakk’a şükrettim, o vartadan kurtuldum. Çünki sabıkan dediğimiz gibi, şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise şeytan desiselerine hem kâbile hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.

İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hakk’ın Gafur, Rahim gibi iki ismi tecelli-i azamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur’an-ı Hakim’de Peygamberlere en büyük ihsanı, mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar etmeye davet ediyor. بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ kelime-i kudsiyesini her sure başında tekrar ile ve her  mübarek  işlerde  zikrine  emretmesiyle, kâinatı  ihata  eden  rahmet-i  vasiasını  melce’ ve tahassüngâh gösteriyor ve (7.200) فَاسْتَعِذْ emriyle; "Eûzü billahi mineşşeytanirracîm" kelimesini siper yapıyor.” (L.73) (Bak: 129, 2673.p.)

Mezkûr bahisteki müsamaha, hakaik-ı diniyeyi tezyif ve insanları bilerek idlal etmiyen mü’minler içindir ve şahsî hukuk noktasındadır. (Bak: 126.p)

Kur’an (4:148) âyeti; mazlumlar müstesna olarak Allah kötü sözün açıklamasını sevmediğini beyan eder. İbn-i Mace, l. Kitab-üt Taharet, bab: 26,349. hadis, gıybetin kabir azabına sebeb olduğunu kaydeder. (Gıybet, katil gibidir, bak: 3365.p.)

1Sahih-i Müslim 2589. hadiste aynı hüküm vardır. Aynı hadisi Büluğ-ul Meram Şerhi 4. cild 1290/1523 numara ile kaydedip izah eder (Hazırlayanlar)

2Muhterem müellif, me'haz kitabdaki izahları kasdetmektedir. Arzu edenler, Onüçüncü Lem'a Risalesine müracaat edebilirler.

Yukarı Çık