3173- SABR صبر : (Sabır) Acıya ve zorluğa katlanmak. Bir musibet ve belaya uğrayanın, hikmet ve rahmet-i İlahiyeye itimaden, telaş ve feryad etmeyip sonunu bekleyerek tahammül ile katlanması. Kur’an ve hadislerde sabırdan çok bahsedilir. (Bak: Hecr-i Cemil, Hırs, Musibet)
İnsan hayatında sabrın yeri çok ehemmiyetlidir. Zira dünyanın zevk ve menfaatlerini şiddetli arzulayan nefisteki hislere karşı -ebedî hayatta o zevkler en âlâ şekliyle verileceğine istinaden- sabırla mukabele edilmezse, insan sefahete ve dalalete sapar. Keza dinî teklifler olan ibadetlerden de kaçmak isteyen nefsin tenbelliği sabırla yenilmezse, Allah’a karşı münasebet bağlarını koparmış bir insanın hazin haline düşülür. Halbuki Allah şu dünya hayatını sonsuz hikmetiyle imtihana sahne yapmıştır ki, dünya hırsıyla koşuşanlar rıza-i İlahî için çalışanlar birbirinden ayrılsın.
İşte bu imtihan sahnesinin dünyaya ve ukbaya ayrılan iki yoldan, âhiret cihetinin tercih edilmesinde sabrın vazifesi büyüktür.
3174- Bir Sual: Kur’anda (2:153, 8:46) âyetlerinde geçen اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ de hikmet ve gaye nedir?
Elcevab: Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz’etmiş. Sabırsız adam teenni ile hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilatın anahtarıdır ki, اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ ٭ وَالصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ1 durup-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünki sabır üçtür.
Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır. (2:194) اِنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ sırrına mazhar eder.
İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. (3:149) اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ ٭ اِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ ( 3:159 ) şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaif insan ağlar; fakat şekva O’na olmalı, O’ndan olmamalı.
Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın اِنَّمَا اَشْكُوا بَثّىِ وَ حُزْنِى اِلَى اللّٰهِ ( 12:86 ) demesi gibi olmalı. Yani musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.
Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile canibine sevkediyor.” (M. 280)
3175- Her şeyde olduğu gibi sabırda da sırat-ı müstakim vardır. Evet “Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fani hayatı baki tevehhüm etmsiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp, hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Adete -haşa- Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder.
Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Çünkü geçmiş herbir gün, musibet ise, zahmeti gitmiş rahatı kalmış; elemi bitmiş zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bundan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzımgelir. Onlara küsmek değil bilakis muhabet etmek gerektir. Onun o geçmiş fani ömrü, musibet vasıtasıyla baki ve mes’ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı, vehim ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek ahmaklıktır. Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir; öyle de, gelecek günlerdeki şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden onlardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki; hakkında şefkat ve merhamet liyakatını selbediyor.
3176- Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakatı sebeder.
Birinci Harb-i Umumi’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müdhiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: “Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikayet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: “Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler. Rabbin olan Rahmanurrahim’in rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlamak, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün; sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki: Sol cenah düşman kuvveti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol cenahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuvvetini sağa sola dağıtıp merkezi zaif bırakıp, düşman edna birkuvvet ile merkezi harab eder. Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et, rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fani ve kısa ömrünü, uzun ve baki birsurete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.”
O da tamamıyla bir ferah alarak: Elhamdülillah dedi, hastalığım ondan bire indi.” (L.10)
3176/1- Mevzumuzun diğer bir ciheti de şudur: Müslümanlar arasında meydana gelen dargınlık veya düşmanlıkta, menfi hareket etmeyip sabırlı olmak ve düşmanlık hissini fiile intikal ettirmemek, ehemmiyetli bir fazilettir. (Bak: 1059.p.)
3177- Sabır hakkında Kur’andan birkaç not:
-Sabır ve afvetmek en iyi harekettir. (42:43)
-Peygamberlerde bulunan yüksek sabır: (21: 85) (46:35)
-İntikam almayı terk ve sabır tavsiyesi: (16:126, 127)
- Her türlü İlahî imtihan ve musibetlere karşı sabır: (2:155) (3:186) (22:35) (25:20)
-Din yolunda karşılaşılan musibetlere sabır: (31:17) (3:200)
-Muarızların sözlerine sabredip aldırmamak: (50:39) (73:10) (Bak: Hecr-i Cemil)
-Sabır tavsiyeleşmek: (90:17) (103:3)
-Ehl-i Kitabdan sabır ehli olanlar: (28:54)
-Karun gibi dünyevî muaccel menfaatlara sarılmaya bedel, sabredip uhrevî hayatı tercih edenlerin hali: (28:79, 80)
-Meşakkatlere sabredip ehl-i dünyaya boyun eğmemek, itaat etmemek: (76:24)
-(Musibetlere karşı sabırla imtihanı kazanan, Allah’ın merhamet ve yardımını celbedeceği cihetle) sabırla ve namazla Allah’a teveccüh edip istiane etmek: (2:45, 153)
-Sabrın uhrevî selâmeti: (13:23, 24)
3178- Bir hadiste:
عَظِمُ الْجَزَاءِ معَ عِظَمِ الْبَلَاءِ وَاِنَّ اللَّهَ اِذَااَحَبَّ قَوْمًا اِبْتَلاهُمْ فَمَنْ رَضِىَ فَلَهُ الرِّضَا وَمَنْ سَخِطَ فَلَهُ السُّخْطُ
Yani: “Sevabın çokluğu, belanın büyüklüğü ile beraberdir. Allah bir kavmi (cemaatı) sevdiği zaman şüphesiz onları beliyyelerle imtihan eder. Kim ki (imtihan edildiği musibete) rıza gösterirse, Allah’ın rızası o kimseyedir. Kim de öfkelenirse (İlahî hükme rıza göstermezse) Allah’ın gazabını celbeder.”2 buyuruluyor.
İ.M. 4014. hadisin sonunda: Âhirzaman fitnesindeki devre-i istibdad ve çılgın sefahetlerineاَيَّام الصَّبْر = sabır günleri deniliyor. O zamanda sabredenin sevabı çok olacağı müjdeleniyor.
Bir atıf notu:
-Said fitnelere karşı sabreden kişidir, rivayeti, bak: 993.p.
3179- Tasavvufî manada inzivaya çekilip şahsî ibadetle meşguliyete bedel halkın eziyetleri içinde, sadakatla dine hizmet ve sabretmenin daha faziletli olduğunu bildiren diğer bir hadis de şöyledir:
اَلْمُؤْمِنُ الَّذِى يُخَالِطُ النَّاسَ وَيَصْبِرُ عَلَى اَذَاهُمْ اَعْظَمُ اَجْرًا مِنَالْمُؤْمِنِ الَّذِى لَا يُخَالِطُ النَّاسَ وَلَا يَصْبِرُ عَلَى اَذَاهُمْ
3 Bu hadisin mealiyle çok münasebetdar olan Said Nursî Hazretlerinin başından geçmiş hayat hâdisesi, kendi ifadeleriyle şöyledir: “Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususi nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki, ihmalimden tokat yedim. Çünkü hangi maksadım beni iğfale sevketmiş ise, onun aksi ile tokat yerdim. Sair halis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi hangi maksad için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden kanaatımız gelmiş ki: O hâdiseler, hizmet-i Kur’aniyenin kerametindendir. Meselâ: Bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükümet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm. Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. Burdur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’aniyede bulunduğum miktarca o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her akşam isbat-ı vücud etmekle mükellef oldukları halde, ben ve halis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim, hükümeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paya’ya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz!” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti. Hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi; aks-i maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfadan diğerine (Isparta’ya) gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla: “Belki bu vaziyeti hükümet hoş görmiyecek, bir parça teenni etsen, daha iyi olur.” dediler. Bende tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman halklar gelmesin” dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefy olarak Barla’ya verildim. Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyeorum.” (L.41)
3180- Bediüzzaman devamla diyor: “Ben yirmi yaşında iken tekrar ile derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târik-üd dünyalar gibi âhir ömrümde ben de bir mağaraya bir dağa çekilip, insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem eski harb-i umumide şark-ı şamilîdeki esaretimde karar vermiştim ki: “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.” derken, inayet-i Rabbaniye, hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten o mutasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi.” (L.266)
3181- Gerçi Bediüzzaman Hazretlerinin Yeni Said tabir ettiği hayatının son yarısı ekseriyetle inzivada geçmiştir. Fakat bu inzivası mezkûr ifadesinde de görüldüğü gibi, pek çok muarızlarının taarruzunu celbedecek olan Kur’an ve iman hakikatlarını keşfedip neşretmek hizmeti içindir. Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda şöyle der:
“Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuvvetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir cani yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiyetimi hatta lüzum olsa hayatımı feda etmekle herbir tazyikata, manasız, lüzumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül etim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni ta’ciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim.” (E.L.II.199)
Tarihçe-i hayatında da şu ifadeyi görüyoruz: “Evet Said Nursî, gayet cami bir istidada malik bir zattır. Bu istidadların hepsinde çok ileri gitmiştir. Cüz’ ile küllü, âfakın en geniş dairesi ile enfüsî dairesini, meselâ zerre ile samanyolunu beraberce dikkatle tedkik eder, onlardaki envar-ı tevhidi görür, gösterir ve isbat eder. Bir yandan Âlem-i İslâm ve insaniyete uzanan küllî hizmet-i imaniye ile meşgul, bir yandan inziva hayatı geçirerek kalem-i kudretin mektubatı olan fıtratın antika eserlerini, san’at-ı İlahiyenin mu’cizelerini temaşa ve tefekkür ile kitab-ı kâinatı mütalaa eder ve böylece her gün bu müteaddit ulvi vazifeleri yaparak marifet-i İlahiye ve huzurun nihayetsiz ezvak ve envarında terakki eder.” (T.H. 458)
3182- 3179. parağrafta mezkûr hadisin külî manasından şunu da anlıyoruz ki: Bir araya gelip din için çalışan mü’minler şahsî meselelerde birbirlerini üzdüklerinde, bunu sabır ve afv ile karşılamalıdırlar. Zira sabr, afv, metanet, hilm ilh... gibi yüksek vasıfların çekirdek-misal kaderî proğramını taşıyan insan ruhundaki istidadların kuvveden fiile çıkması, muhtelif eziyetlere maruz kalmakla mümkündür. Meselâ, tek başına mağaradaki bir mü’minin insanlarla münasebeti yok ki, onlardan gelen eziyete sabredip afvedicilik sıfatı fiile çıksın. O halde mü’minler arasındaki münasebetlerde vuku bulan ve şahsî haklara taalluk eden incinme ve haksızlıklarda kusuru kendine almak, kemalat yoludur. Pek çok yüksek sıfat ve ahlâklar bu kıyasla düşünülmelidir.
Atıf notu:
-Bediüzzaman Hazretlerindeki yüksek sabır meziyeti, bak: 397,3264.p.lar
3182/1- Sabır kuvvetinin tahakkuku ve fiile çıkması, bazı zor durumlarda mümkün olduğunu ihtar eden çok manidar bir rivayetin meali şöyledir.
“Allah’tan sabır isteyen bir kimseye, Peygamberimiz (A.S.M.) “Allah’tan belâ istiyorsun, evvela afiyet iste.” buyurmuştur. (Sabır belâ ile gelir.) (R.E. 294/5)
Yani çok sabırlılık, sabrı gerektiren durumların çokluğuna ve şiddetine bağlıdır. Keza zarar, kötülük ve eziyetlerin şiddeti nisbetinde de, yüksek derecede sabır gerektir. Böyle durumlarda sabır imtihanını kazanmak, büyük kemalat ve mükâfata vesiledir. Bundan dolayı belâlara en çok maruz kalanlar, peygamberler olmuştur. (Bak: 1207.p.) Üstün sabır gerektiren durumlara tahammül edemiyen, ilahî imtihanı kazanamaz. Bunun için insan tahammül edemiyeceği imtihanlara maruz bırakılmamasını Allah’tan istemeli. Nitekim Kur’an lisaniyle mealen: “Ya Rabbena! Bizden evvelki ümmetlere yüklediğin musibetler gibi bize ağır yükler, çekemiyeceğimiz şiddetli imtihanlar, zor teklifler yükleme!” (2: 286) diye dua şekli talim buyurulmaktadır.