3664- TARİKAT طريقة : Yol, manevi yol. *Usul, tarz. (Bak: İstidrac, Keramet, Marifetullah, Mürşid, Müteşeyyih, Nakşibend, Seyr, Şeyh, Tasavvuf, Vahdet-ül Vücud, Velayet-i Kübra, Zikr, Zühd)
Tarikat, marifetullahta terakki etmek ve âhireti kazanmak yolunda muvaffakiyet için zihni dünyevî meşgalelerden, kalbi masivaullahtan ve menfi istek ve zevklerden uzaklaştırmakla insanı manevi terbiye etmek ve zikirle kalbi maneviyatta çalıştırmak yoludur.
3665- «Tarikatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-ı imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarikat”, “tasavvuf” namıyla ulvi bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.
Evet şu kâinatta insan bir fihriste-i camia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-ı kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nurani kitablar gösteriyorlar.
İşte madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş elbette o kalb dahi akıl gibi işliyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velayet meratibinde zikr-i İlahî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.» (M.443)
3666- Yukarıda tarif edilen hakiki tarikat ve tasavvuf, bilhassa geçmiş asırlarda yaşanmış ve manevi terbiye müesseseleri vazifesini görmüşlerdir. Asrımızda ise, cemiyetlerde yaygın olan aşırı sefahet ve günahlar ve sair sebeblerle manevi kemalat ve fazilet kazanmak şartlarının bozulması ile, tarikattan matlub neticeyi elde etmek müşkilleşmiştir. (Bak: 651/4.p. sondan 3.bend ve 2930/1.p. sonu ve 3651.p.)
Âhirzaman fitnesinde “duhan” tabir edilen ve manevi tefeyyüze mani olan bozuk cemiyetin menfi tesirlerinin neticesini ihbar eden bir hadis mealen şöyledir: «Zühd (ve takva) laftan (kuru sözden), vera’ (ileri derecede azimet) de yalandan ve yapmacıktan (ve riyakârlıktan) ibaret olmadıkça kıyamet kopmaz.» (R.E.477)
İşte bu gibi sebeblerden dolayı, tahkikî imanın kazanılması, geçmiş asırlara nisbetle asrımızda elzem olmuştur. «Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A.) Mektubat’ında demiş ki: “Hakaik-ı imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”
Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”
Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir; biri, velayet-i vusta; biri, velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”
Hem demiş ki: “Tarik-i Nakşî’de iki kanat ile sülûk edilir.” Yani hakaik-ı imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. Öyle ise tarik-i Nakşî’nini üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-ı imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarikat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.
Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır.» (M.22)
3666/1- Mezkûr beyanlarda görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri bu zamanda tarikattan ziyade iman-ı tahkikî yoluyla dine hizmet etmenin elzemiyetini tekrarla ifade eder. Ezcümle: Risale-i Nur’la iman hizmetinde sebat etmeyi bildiren mektublarının bazı kısımlarında aynen şu tavsiyeleri vardır:
«Bu zamanda lillahilhamd Sünnet-i Seniye dairesinde kemal-i imanı kazanan Risale-i Nur şakirdleri evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celbedecek vaziyeti aldığından; her zamanda bulunan hakiki mürşidler, her halde bu zamanda Risale-i Nur şakirdlerine müşteri olurlar. Birisini elde etse, yirmi mürid kadar kıymet verirler. Hem zevkli ve cazibedar velayet tereşşuhatı karşısında Risale-i Nur’un hizmetindeki meşakkat, mücahede,külfet bulunduğundan, Feyz’iye hitaben beyan edilen hakikat o tarafa da faidesi olur diye leffen size gönderildi. Umum kardeşlerime birer birer selâm ediyorum.
3666/2- Feyzi kardeşim! Sen Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütamadiyen Risale-i Nur’un elli altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki:
Risale-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi te’min eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.
İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi biçare, günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı, müçtehidlere dahi tercih ettiler.
Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse, seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.» (K.L.83)
3666/3- Hem «Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi te’min etmek olan bu netice, bizim fev-kalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakiki şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-ı kalbiyelerini te’min eden üstadlarının fevkalâde makamı ve mes’elelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri -o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade- şakirdlerine kanaat verdiği gibi; bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise , hususî ve şahsî kalır.
Hatta ilm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir. Mantıkça yakîn ve kat’iyeti ifade etmiyor; belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i mantıkta bürhan-ı yakinî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerhedilmez delile bakar ki; bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakinî kısmındandır. Çünki ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-ı imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur; ibadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akide ve Usul-üd Din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.
Teşbihte hata olmasın, nasılki Kur’anın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikatı, sair dinleri, felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu, taklidî ve aklın haricindeki usullerini de bir derece muhafaza etti. Aynen öyle de: Bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kal’a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü’minin imanını şüphelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor.» (E.L.I.90)
Hem «kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.
Çünki o on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, hususi makamından ve hususi hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp, mağlub olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.» (E.L.I.75)
3666/4- «Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi, tekyeler taifesine serfüru etmiş; yani inkıyad gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkanlarında ezvak-ı imaniyeyi ve envar-ı hakikatı aramışlar. Hatta medresenin büyük bir âlimi, tekyenin küçük bir veli şeyhinin elini öper, tabi olurdu. O ab-ı hayat çeşmesini tekyede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envarına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha safi ve daha halis bir ab-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarik-ı velayet; ilimde, hakaik-ı imaniyede ve ehl-i Sünnetin ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş, meydandadır.» (K.L.228)
«Hem Risale-i Nur mesleği tarikat değil, hakikattır; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risale-i Nur bu hizmeti lillahilhamd en müşkil ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor.» (E.L.I.67)
«Beni hapislere sokan muarızlarımın bir bahaneleri de -o mahkemede ondan beraet kazandığım- “tarikatçılık”tır. Halbuki Risale-i Nur’da daima dava edip demişim: “Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız Cennet’e gidenler çoktur, imansız Cennet’e giden yok-tur.” diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim...
Yalnız eskiden yazdığım tarikatların hakikatlarını ilmen beyan eden “Telvihat Risalesi” var ki, bir ders-i hakikattır ve yüksek bir ders-i ilmîdir. Tarikat dersi değildir.» (E.L.I.29)
3666/5- Evet «tevkif-i İlahî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’andan, hakikat-ı tarikatı -tarikatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi آلِيَه okumaksızın isal edici bir yol buldum.
Seri-üs seyr olan bu zamanın evladına, kısa ve selâmet bir tarikı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şanındandır.» (M.N.212)
Kur’an (24:35) âyetinin elektriğe ve Risale-i Nur’a işaretinden bahseden Bediüzzaman Hazretleri, yukarıda anlattığı Risale-i Nur’un hususiyetiyle alâkalı olarak şöyle der:
«Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, عَالِيَه meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir. Hem işaret eder ki; Resail-in Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.» (Ş.690)
Evet «bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir.» (L.167)
Tahsil-i ilim için Mısır’daki Ezher Üniversitesi’ne gitmek isteyen bir talebesine Bediüzzaman Hazretleri yazdığı mektubunda şu tavsiyede bulunur: «Risale-i Nur, bu zamanda kâfidir. On senede medresede okuyanlar, Risale-i Nur’la bir senede aynı istifadeyi ettiklerine şahid, binler ehl-i ilim var.» (E.L.II.26)
3666/6- Tarikat ehlinin Risale-i Nur dairesine girmelerini teşvik eden Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda da şöyle der:
«Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatını düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar mani oluyor” dedim. Fakat şimdi Sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün oniki büyük tarikatın hülasası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikat dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlub olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakiki Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.» (E.L.II.54) (Bak: 3666/8.p.)
3666/7- Yukarıda belirtildiği gibi din dairesindeki hak mesleklerin verdiği faidelerini cem’eden ve veraset-i Nübüvvet fevzini veren Risale-i Nur’un dairesinde karar kılmak dersini veren “Bir Düstur” başlıklı yazıda aynen şöyle deniliyor:
«Risale-i Nur Talebeleri, Risale-i Nur’un dairesi haricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer arasa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren manevi güneşe bedel bir lambayı bulur, belki güneşi kaybeder. Hem Risale-i Nur dairesindeki halis ve pek kuvvetli çok ruhları her ferdine kazandıran ve Sahabenin sırr-ı veraset-i Nübüvvetle meşreb-i uhuvvetkâranesini gösteren “meşreb-i hıllet ve meslek-i uhuvvet” ise, hariç dairelerde -ve o peder ve o mürşid üç cihetle zarar vermek suretiyle- bir pederi aramaya ihtiyaç bırakmaz. Bir tek peder yerine pek çok ağabeyi buldurur. Elbette büyük kardeşlerin müteaddid şefkatleri, bir pederin şefkatini hiçe indirir. Daireye girmeden evvel bulduğu mürşidi, her ferd dairede dahi muhafaza edebilir. Fakat mürşidi olmayan, daireye girdikten sonra, ancak daire içinde mürşid arayabilir.
Hem Risale-i Nur’un velayet-i kübradan olan sırr-ı veraset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakaik dairesindeki ilm-i hakikat dahi, daire haricindeki tarikatlara ihtiyaç bırakmaz. Meğer tarikatı yanlış anlayıp, güzel rü’yalar, hayaller, nurlara ve zevklere mübtela ve âhiret faziletinden ayrı olan dünyevî ve hevesî zevkleri arzulayan ve merciiyet makamını istiyen nefisperestler ola.
Bu dünya dar-ül hizmettir, külfet ve meşakkatle ücret ölçülür. Dar-ül mükâfat değil! Onun içindir ki, ehl-i hakikat keşif ve kerametteki ezvak ve envara ehemmiyet vermiyorlar. Bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.
Risale-i Nur dairesi geniştir, şakirdleri pek çoktur. Harice kaçanları aramaz, ehemmiyet vermez; belki daha içine almaz. Her insanda bir kalb var. Bir kalb hem dairede hem hariçte olamaz. Hem hariçteki irşada hevesli zatlar, Risale-i Nur şakirdleriyle meşgul olmamalı. Çünki üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsız var; onları bırakıp bunlarla meşgul olmak, irşad değildir. Eğer bu şakirdleri severse, evvela daire içine girsin; o şakirdlere peder değil, belki kardeş olsun, fazileti ziyade ise ağabeyleri olsun.
Hem bu hâdisede göründüğü gibi, Risale-i Nur’a intisabın çok ehemmiyeti var ve çok pahalı düştü. Ve buna bu fiatı veren ve bu yolda bütün Âlem-i İslâm namına dinsizliğe karşı mücahid vaziyetini alan aklı başında bir adam, o elmas gibi mesleğini terkedip başka mesleklere girmez.» (H.N.150)
3666/8- Hem zamanımızın sefahet ve fitnesi içinde ihlaslı ve huzurlu ibadete muvaffakiyet pek müşkildir. (Bak: 1000/5, 4097-4099.p.lar)
Bir atıf notu:
-Fitne zamanlarında bir hak tarikat mensubu, cemaatsız bir âlimden daha mahfuz kalır, bak:525.p.
3667- «Sual: Tarikatlar, hakikatların yollarıdır. Tarikatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarik-i Nakşibendî hakkında, o tarikatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:
دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ آمَدْ چَارْ تَرْكْ
تَرْكِ دُنْيَا تَرْكِ عُقْبَى تَرْكِ هَسْتِى تَرْكِ تَرْكْ
Yani: Tarik-i Nakşî’de dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakiki marifetullah ve kemalat-ı insaniye terk-i masiva ila olur?
Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zatına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile, sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette.. kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.» (S.495)
3668- Hem tarikat ve tasavvuf, hakaik-ı şeriata yetişmek için vesile ve basamak hükmündedir. Zira «şeriat doğrudan doğruya, gölgesiz, perdesiz, sırr-ı ehadiyet ile rububiyet-i mutlaka noktasında hitab-ı İlahînin neticesidir. Tarikatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri hükmüne geçer. Yoksa daima vesile ve mukaddime ve hâdim hükmündedirler. Neticeleri, şeriatın muhkematıdır. Yani: Hakaik-ı şeriata yetişmek için, tarikat ve hakikat meslekleri, vesile ve hâdim ve basamaklar hükmündedir. Git gide en yüksek mertebede, nefs-i şeriatta bulunan mana-yı hakikat ve sırr-ı tarikata inkılab ederler. O vakit, şeriat-ı kübranın cüz’leri oluyorlar. Yoksa bazı ehl-i tasavvufun zannettikleri gibi, şeriatı zahirî bir kışır, hakikatı onun içi ve neticesi ve gayesi tasavvur etmek doğru değildir. Evet şeriatın tabakat-ı nâsa göre inkişafatı ayrı ayrıdır. Avam-ı nâsa göre zahir-i şeriatı hakikat-ı şeriat zannedip, havassa münkeşif olan şeriatın mertebesine “hakikat ve tarikat” namı vermek yanlıştır. Şeriatın, umum tabakata bakacak meratibi var.
3669- İşte bu sırra binaendir ki: Ehl-i tarikat ve ashab-ı hakikat ileri gittikçe, hakaik-ı şeriata karşı incizabları, iştiyakları, ittiba’ları ziyadeleşiyor. En küçük bir Sünnet-i Seniyeyi, en büyük bir maksad gibi telakki edip, onun ittibaına çalışıyorlar, onu taklid ediyorlar. Çünki vahiy, ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdab-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdab-ı tarikattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için tarikatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba’ etmektir.» (M.451)
3670- Velayet yollarında keramet, manevi zevkler ve keşif istemek, ihlasa ve velayete münafidir. Çünkü: «Bu dünya, dar-ül hikmettir, dar-ül hizmettir; dar-ül ücret ve mükâfat değil. Buradaki a’mal ve hizmetlerin ücretleri, berzahta ve âhirettedir. Buradaki a’mal berzahta ve âhirette meyve verir. Madem hakikat budur, a’mal-i uhreviyeye ait neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunane değil, mahzunane kabul etmek lâzımdır. Çünki Cennet’in meyveleri gibi kopardıkça yerine aynı gelmek sırrıyla, baki hükmünde olan amel-i uhrevî meyvesini, bu dünyada fani bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Baki bir lambayı, bir dakika yaşayacak ve sönecek bir lamba ile mübadele etmek gibidir.
3671- İşte bu sırra binaen ehl-i velayet, hizmet ve meşakkat ve müsibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekva etmiyorlar, “Elhamdülillahi alâ külli hal” diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifat-ı İlahî nev’inden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvalin istitar ve inkıtaını istemişler, ta ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahî, ihsanını ona ihsas etmemektir; ta niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.
İşte bu hakikata binaendir ki, velayeti ve tarikatı istiyenler; eğer velayetin bazı tereşşuhatı olan ezvak ve keramatı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa; baki uhrevi meyveleri, fani dünyada, fani bir surette yemek kabilinden olmakla beraber; velayetin mayesi olan ihlası kaybedip, velayetin kaçmasına meydan açar.» (M.451)
3672- «Tarikatta “seyr-i enfüsî” ve “seyr-i âfaki” tabirleri altında iki meşreb var.
Birinci meşreb, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikatı bulur. Sonra âfaka girer. O vakit âfakı nurani görür, çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikatı, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor.
Bunun da en mühim esası; enaniyeti kırmak, hevayı terketmek, nefsi öldürmektir.
İkinci meşreb; âfaktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfatı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envarı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, ayine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vasıl olur.» (M.446)
3673- «Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı Şeriat haricinde tarikat olabir mi? diye sual ediliyor.
Elcevab: Hem var, hem yok. Vardır, çünki bazı evliya-i kâmilîn, şeriat kılıncıyla idam edilmişler. Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa’di-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:
مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ صَفَا ٭ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفَى
Yani: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmiyen muhaldir ki; hakiki envar-ı hakikata vasıl olabilsin.”
Bu mes’elenin sırrı şudur ki: Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Hatem-ül Enbiyadır ve umum nev’-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev’-i beşer onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zaruridir. Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letaif var ki teklif altına giremez, o latife hâkim olduğu vakit, tekalif-i şer’iyeye muhalefetiyle mesul tutulmaz ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hatta aklın tebdiri altına da girmez, o latife kalbi ve aklı dinlemez; elbette o latife bir insanda hakim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zat, şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-ı şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlub olup, neûzü billah o hakaik-ı muhkemeye karşı inkâr ve tezkibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!..» (M.452)
3674- «Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nevi’inden olarak; bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurler. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeğe meş’umane bir sebebiyet verirler.» (M.343)
3675- Hem «bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruata ve nâsdan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediye’dir ki, “mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdidirler, mühdi değillerdir, arkalarından gidilmez!..» (M:455)
3676- «Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u azam’a has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebettar bazı makamat var. Hatta o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tabir edilir.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u azam tahayyül eder. Eğer hubb-u caha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u caha müteveccih ise; o zat enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-ı haktan sapar.» (M.447)
Bir atıf notu:
-Bir kısım meczub velilerin durumu, bak: 2364-2366.p.lar.
3677- Hem Kur’an (4:79) «مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ dersini verdiği gibi; nefsin muktezası daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehasin ve kemalatını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.» (M.459)
Not: Kur’an (57:27) âyeti, meşru bir netice için ruhbaniyet ve tasavvuf gibi bir vesile ihdas etmenin cevazına da delalet eder. (Bak: Tatavvu’) Hem 3799. p.da kaydedilen mübahlar sahasında beşerî tasarruf serbestliği, bu mes’ele ile de âlakalıdır.