2388- MEVT موت : Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. Mevt, mü’minler için dünya vazifelerinden ve imtihanından bir paydostur. (Bak: Adem, Azrail, Ecel, Kabir, Rabıta-i Mevt, Şehid)
“Sual: Furkan-ı Hakîm’de اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً ( 67:2 ) gibi âyetlerde: “Mevt dahi, hayat gibi mahluktur, hem bir ni’mettir” diye ifham ediliyor. Halbuki zahiren mevt, inhilaldir, ademdir, tefessühtür, hayatın sönmesidir, hêdim-ül lezzattır. Nasıl mahluk ve ni’met olabilir?
Elcevab: “Birinci Sual”in cevabının âhirinde denildiği gibi; mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bakiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesidir.
Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. Çünki en basit tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti, hayattan daha muntazam bir eser’i san’at olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin, tohumların mevti tefessüh ile, çürümek ve dağılmakla göründüğü halde, gayet muntazam bir muamele-i kimyeviye ve mizanlı bir imtizacat-ı unsuriye ve hikmetli bir teşekkülat-ı zerreviyeden ibaret olan bir yoğurmaktır ki, bu görünmeyen intizamlı ve hikmetli ölümü, sünbülün hayatıyla tezahür ediyor. Demek çekirdeğin mevti, sünbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi hayat kadar mahluk ve muntazamdır.
Hem zihayat meyvelerin yahut hayvanların mide-i insaniyede ölümleri, hayat-ı insaniyeye çıkmalarına menşe’ olduğundan; o mevt, onların hayatından daha muntazam ve mahluk denilir.
İşte en edna tabaka-i hayat olan hayat-ı nebatiyenin mevti; böyle mahluk, hikmetli ve intizamlı olsa, tabaka-i hayatın en ulvisi olan hayat-ı insaniyenin başına gelen mevt, elbette yer altına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yer altına giren bir insan da âlem-i berzahta elbette bir hayat-ı bakıye sünbülü verecektir.
2389- Amma mevt, ni’met olduğunun ciheti ise, çok vücuhundan dört vechine işaret ederiz.
Birincisi: Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekalif-i hayatiyeden azad edip, yüzde doksandokuz ahbabına kavuşmak için, âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir ni’mettir.
İkincisi: Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, baki bir hayata mazhariyetle Mahbub-u Baki’nin daire-i rahmetine girmektir.
2390- Üçüncüsü: İhtiyarlık gibi, şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran bir çok esbab vardır ki; mevti, hayatın pek fevkinde ni’met olarak gösterir. Meselâ: Sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar ni’met olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları, ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.
Dördüncüsü: Nevm, nasılki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattır; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevkeden belalarla mübtela olanlar için, ayn-ı ni’met ve rahmettir. Amma ehl-i dalalet için, müteaddid Sözlerde kat’i isbat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azap içinde azaptır.” (M.7-8)
2391- Fakat “ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir; hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur; hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir; hem hakiki vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır; hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir; hem Hâlik-ı Rahim’inin fazlından, kendi hizmetine mukabil, ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bil’akis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir. Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir. Evet ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.” (L.210)
2392- İşte ey ehl-i iman “sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (M.226)
2393- Hem Kur’anda (5:18) (40:3) (42:15) (50:43) (64:3) âyetlerinde zikredilen:
“وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ Yani: Ticaret ve me’muriyet için, mühim vazifelerle bu dar-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar; ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlik-ı Zülcelal’ine dönecekler ve Mevla-yı Kerim’lerine kavuşacaklar. Yani bu dar-ı faniden gidip, dar-ı bakide huzur-u kibriyaya müşerref olacaklar. Yani esbab dağdağasından ve vesaitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-ı Rahim’lerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes kendi Hâlikı ve Mabudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Maliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar. İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde, şöyle müjde eder. Ve der ki:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmiyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazi mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi.. ve bütün cennet, bütün letafetiyle, bir cilve-i rahmeti.. ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i mu-habbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Layezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlıyarak değil, gülerek giriniz. Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
2394- Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz! Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura gidiyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakiki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.” (M.228)
2395- Kur’anın (2:258) (3:156) (7:158) (9:116) (10:56) (23:80) (40:68) (44:8) (57:2) âyetlerinde geçen “وَ يُمِيتُ Yani: Mevti veren O’dur. Yani: Hayatı veren ol olduğu gibi; hayatı alan, mevti veren dahi yine odur. Evet mevt, yalnız tahrib ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki nasıl bir tohum zahiren ölüp çürüyor, fakat batınen bir sünbülün hayatına ve yoğurmasına yani cüz’î tohumluk hayatından, küllî sünbül hayatına geçiyor. Öyle de mevt dahi zahiren bir inhilal ve bir intifa göründüğü halde, hakikatta insan için hayat-ı bakiyeye unvan ve mukaddeme ve mebde’ oluyor. Öyle ise; hayatı veren ve idare eden Kadir-i Mutlak, yine elbette mevti o icad eder. Şu kelimedeki mertebe-i uzma-yı tevhidin bir bürhan-ı a’zamına şöyle işaret ederiz ki: Otuzüçüncü Mektub’un Yirmidördüncü Penceresi’nde beyan edildiği gibi: Şu mevcudat, irade-i İlahiye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbanî ile seyyaredir. Şu mahlukat, izn-i İlahî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor. Sonra âlem-i gayba muntazam yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbanî ile, mütemadiyen istikbalden gelip, hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.
2396- İşte şu mahlukatın şu seyelanı, gayet hakîmane rahmet ve ihsan dairesinde; ve şu seyeranı, gayet alîmane hikmet ve intizam dairesinde; ve şu cereyanı, gayet rahimane şefkat ve mizan dairesinde baştan aşağıya kadar hikmetlerle, maslahatlarla, neticelerle ve gayelerle yapılıyor. Demek bir Kadir-i Zülcelal, bir Hakim-i Zülkemal mütemadiyen tevaif-i mevcudatı ve her taife içindeki cüz’iyatı ve o taifelerden teşekkül eden âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzif eder. Sonra hikmetiyle terhis edip mevte mazhar eder; âlem-i gayba gönderir. Daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir. İşte hiç mümkün müdür ki: Şu kâinatı, hey’et-i mecmuasıyla çevirmeğe muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayata, mevte bir ferd gibi mazhar etmeye kudreti yetmiyen ve baharları bir çiçek gibi hayat verip, yer yüzüne takıp, sonra mevt ile ondan koparıp alamıyan bir zat; mevt ve imateye sahip çıkabilsin! Evet en cüz’î bir zihayatın mevti dahi, hayatı gibi bütün hakaik-i hayat ve enva’-ı mevt elinde bulunan bir Zat-ı Zülcelal’in kanunuyla, izniyle, emriyle kuvvetiyle, ilmiyle olmak zaruridir.” (M.239)
2397- “Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna... Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.
Ey nefis! Şu temsile bak, gör: Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz bir lezzeti, elîm bir eleme kalbeder. Meselâ şu karyede (yani Barla’da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksandokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır; orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse “Oraya git”, sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksandokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı, ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı kapamak ister.
Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.” (S.169)
2397/1- Ölümün temenni edilip edilmemesi hususunda ülemanın farklı reyleri vardır. Kur’an (3:143) âyetinin tefsirinde bazı ülema, temenni-i şehadetin de caiz olmayacağını, bazıları da mezkûr âyetin zahir manası olarak caiz olduğunu beyan ederler.
(12:101) âyetinin tefsirinde de “Yusuf, geçici mihnet ve ibtila, sonu fena ve zeval olan dünya mülkünün mahiyet ve akibetini bildiğinden, daha ilerisine gitmek ve kuvvet elinde iken Mısır’a büsbütün melik olmak sevdasını beslememiş, bilakis dünyadan çekilmek, ebedî hayata can atmak istemiş de bu dua ile vefatını temenni etmiş ve bu hâtime ile âhirete gitmiştir ki, ne güzel dua, ne güzel hâtime. İşte müttakilerin can atacakları gaye, o dünya hazineleri değil, bu hüsn-ü hâtimedir.” (E.T. 2929) diye beyan edilir. (Bak: 4018.p.)
İbn-i Mace 4163. hadisin izahında, ölümü temenni etmenin, bazı ülemaca haram, bazılarınca mekruh sayıldığını, eğer dünya meşakkatlerinden dolayı ise, aynı eserin 4265. hadisin beyanı üzerine (ölmek veya yaşamanın hangisi hayırlı ise) şeklinde dua edilebileceğini, eğer âhiret menfaatları için ise, caiz olduğu kaydedilir. Aynı mevzuda Buhari 75/19, 80/30, 81/7, 94/6; Müslim 48. kitab 10-13 hadisleri ve Tirmizi, Nesei, ibn-i Hanbel gibi hadis kitablarında müteaddit rivayat vardır. (R.E.shf.479) daki hadiste, Allah’a inabeli (bağlı) olan uzun ömür tahsin edilir. Kur’an (62:6,7) âyetleri hayatperest Yahudilerin Allah’ın dostu olmadıkları ve günahları sebebiyle asla mevti istemeyeceklerini beyan eder. (Bak: 3978.p.)
2398- Evladı vefat eden mü’minlere teselli ve müjde veren iki noktadır.
“Birinci Nokta: Kur’an-ı Hakîm’de (56:17) (76:19) وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrı ve meali şudur ki: Mü’minlerin kablelbüluğ vefat eden evladları, Cennet’te ebedî, sevimli, Cennet’e lâyık bir surette daimî çocuk kalacaklarını ve Cennet’e giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları olacaklarını ve çocuk sevmek ve evlad okşamak gibi en latif bir zevki, ebeveynine te’mine medar olacaklarını... ve herbir lezzetli şey’in Cennet’de bulunduğunu... Cennet tenasül yeri olmadığından, evlad muhabbeti ve okşaması olmadığını diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını.. hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla karışık evlad sevmesine ve okşamasına bedel safi, elemsiz milyonlar sene ebedî evlad sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın en büyük bir medar-ı saadeti olduğunu şu âyet-i kerime وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor. (Bak: Vildan)
2399- İkinci Nokta: Bir zaman bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O biçare mahbus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatını te’min edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, derki: “Şu çocuk çendan senin evladındır, fakat benim raiyyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.” O adam ağlar, sızlar; “Benim medar-ı tesellim olan evladımı vermiyeceğim” der.
Ona arkadaşları der ki: “Senin teessüratın manasızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şepheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse sana bin menfaati var. Çünki padişahın merhametini celbe sebeb olur, sana şefaatçı hükmüne geçer. Padişah, onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermiyecek, belki seni zindandan çıkarıp saraya celbedecek, çocukla görüştürecek. Şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa.”
2400- İşte şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evladı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli: Şu veled masumdur, onun Hâliki dahi Rahim ve Kerim’dir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inayet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli, meşakkatli zinda-nından çıkarıp Cennet-ül Firdevs’ine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kimbilir ne şekle girerdi? Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum.
Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünki dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlad muhabbeti te’min edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennet’te on milyon sene bana evlad muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçı hükmüne geçer. Elbette ve elbette meşkûk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan elîm teessürat göstermez; me’yusane feryad etmez.” (M.77-79)
2401- Hem “vesile-i saadet-i dareyn olan iman ve İslâmiyet, mü’mine der ki: Şu sekeratta olan çocuğun Hâlik-ı Rahim’i, onu bu fani dünyadan çıkarıp Cenet’ine götürecek. Hem sana şefaatçı, hem ebedî bir evlad yapacak. Müfarakat muvakkattır, merak etme. (2:156)اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ ٭ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de sabret.” (M.80)
2402- Bir hadis-i şerifte ölüm şöyle anlatılır:
مَا شَبَّهَتْ خُرُوجَ الْمُؤْمِنِ مِنَ الدُّنْيَا اِلَّا مِثْلَ خُرُوجِ الصَّبِيِّ مِنْ بَطْنِ اُمِّهِ مِنْ ذَ لِكَ الْغَممِّ وَالظُّلْمَةِ اِلَى رَوْحِ الدُّنْيَا
Yani, “Bir mü’min-i kâmilin ölerek bu dünyadan çıkıp gitmesini, bir çocuğun ana rahminden, o nemli, karanlık yerden geniş dünya sahasına çıkmasından başka bir şeye benzetemem.”1
Kâmil mü’minin vefatında göklere çıkacağı, İ.M. 4262. hadiste beyan edilir. Mevtin müslümanlar için keffaret olduğu, K.H. 2663. hadiste ifade edilir. (Ayette uykunun mevte benzetilmesi, bak: 2850.p.)
2403- “مَنْ مَاتَ عَلَى شَيْءٍ بَعْثَهُ اللَّهُ عَلَيْهِ Bir kimse ne hal üzerine ölürse, onu Allah Teala o hal üzere ba’s buyurur.”2 (Bak: 545.p.sonu)
Atıf notları:
-Kıyamette ölümün öldürülmesi, bak: 3396.p.
-Dört defa öldürülüp mu’cize olarak dirilen Cercis (A.S.), bak: 552.p.
-Rızıksızlıktan ölmek yoktur, bak: 3039.p.
-İsa (A.S.)’ın mu’cize olarak ölüyü diriltmesi, bak: 1728.p.ta âyet notu ve 3285.p.