100- ADEM عدم : Yokluk, olmama, bulunmama. Vücudun zıddı. (Bak: Beka) (Adem-i sırftan vücud, bak: 236, 1476. p.lar)
Hakikat nokta-i nazarında adem-i mutlak yoktur. Ancak adem-i haricî vardır. Evet “Cenab-ı Hak öyle bir Kadir-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hem adem-i mutlak zaten yoktur; çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik “Ayan-ı Sabite” tabir etmişler. Öyle ise, fenaya gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u manevi giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.” (M.59) (Bak: Ayan-ı Sabite) (İlm-i İlahî herşeyi ihata eder, bak: 1553.p.)
101- Hem «eşya, zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fenadan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarından eşyadaki cemâl ve kemâl; Esma-i İlahiyyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esma bakidirler ve cilveleri daimidir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir; ve medar-ı hüsün ve cemâl ve mazhar-ı feyz ve kemâl olan hakikatları ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bakidirler. Ziruh olmayanlar; doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemâl, esma-i İlahiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider, o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar iras etmez. Eğer ziruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanîden ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semerelerini, baki olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bakiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder; belki kendine lâyık bir saadete gider. Eğer o ziruhlar zevi-l-ukuldan ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddi ve manevi kemâlata medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakim’in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemâlata kavuşmaktır.» (M.287)
Bir atıf notu:
-Ahval ve mahiyetlerin imkândan vücuda çıkması, bak: 892.p.
102- «Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hatta ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi seri-üz-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı zamanda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki, âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkib vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam vardır. (14:27) يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ » (M.N.128)
103- İnsan fıtraten ebediyet ister. Ve ebedî yokluktan bütün şiddetiyle korkar ve istemez. Bunun için çok kere kendini unutmak ve oyalamak için eğlencelerle gaflete kaçar. Halbuki bunlar, o endişeye hakiki çare olamazlar. Ademe düşme endişesinin hakiki çaresi, şuurlu iman sahibi olmaktır. İşte bu iman haletini kendi hayatında yaşayarak imanın yüksek kıymetini (3:173) âyeti olan âyet-i hasbiyenin nuruyla hisseden Bediüzzaman bu haletini şöyle ifade ediyor:
104- «Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar, bir gaflet zamanıma rastgelip şiddetle alâkadar ve meftun olduğum vücudumu, belki mahlukatın vücudlarını, “ademe gidiyor” diye elîm bir endişe verirken, yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dürbünüyle bak! Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum, her mü’minin vücudu gibi, hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar baki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduğunu ve bu mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve sanatı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evham-dan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan zihayatlara taalluk eden ef’al ve Esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu, bildim. İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envarını kazanır; kendi gitse de onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur.
Hülasa: Ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, baki bir meyveyi sünbül vermektir...» (L.256) (Bediüzzaman Hazretlerinin ademe karşı duyduğu bazı teessür haletleri ve devaları, bak: 3071-3074. ve 3974.p.lar)
104/1- Risale-i Nur eserlerindeki teselli-i imaniyenin ehemmiyetini anlatan Bediüzzaman, bir mektubunda şöyle diyor:
«Evet kardeşlerim, Hazret-i İsa Aleyhisselâm İncil-i Şerif’te demiş ki: “Ben gidiyorum.. tâ size tesellici gelsin.” Yâni Ahmed Aleyhissalatü Vesselâm gelsin, demesiyle Kur’an’ın beşere gayet büyük bir neticesi, bir gayesi, bir hediyesi; tesellisidir. Evet, bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada herşey ile alâkadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinad ve istimdad noktalarını yalnız Kur’an veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamanda, bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi isbat eden, gösteren Risale-i Nur’dur. Çünki zulümat ve evhamın menbaı olan tabiatı, o delmiş geçmiş, hakikat nuruna girmiş. Onaltıncı Söz gibi ekser parçalarında, hakaik-ı imaniyenin yüzer tılsımlarının keşf ve izah edip, aklı inkârdan ve tereddüdlerden kurtarmış.» (K.L.215)
105- «Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur hem baki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.» (L.242)
Evet «madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fanilikle doludur. İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: “Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”
Elhasıl: Nasılki, iman ölüm vaktinde insanı idam-ı ebedîden kurtarıyor. Öyle de; herkesin hususi dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak olsa; hem o insanı, hem hususi dünyasını ölümle idam edip manevi cehennem zulmetlerine atar. Hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın.» (Ş.254) (Bak: 618.p.)
Bir atıf notu:
-Adem Cehennem’den daha dehşetlidir, bak: 2161.p.
106- «Bir zaman küçüklüğümde hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, baki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.» (Ş.222) (Bak: 187, 504.p.lar)
Bir atıf notu:
-Ademin dehşetine karşı kâfirin beka ihtimaliyle tesellisi, bak: 2154.p.