3690- TEBLİĞ تبليغ : Bir şeye (zaman olsun mekân olsun, hissî yahut manevî olsun) mutlak manada vasıl olmak, erişmek manasında olan büluğ kökünden masdardır. Lügat itibariyle, eriştirmek, götürmek, bildirmek manasındadır. Dinî bir tabir olarak ise; Peygamberliğin beş sıfatından birisi olup, Allah’dan aldıkları emir ve kanunları insanlara bildirmektir ve dolayısıyla mü’minler için de tebliğ, şartlarına uygun olmak üzere ehemmiyetli bir vazifedir. Tebliğ, bizzat muhatabı gerektirmeyen, neşriyatla yapıldığı gibi, muhtaç ve isteyen muhatablara söz ile de yapılır. Dinî hayatı mükemmel ve ciddiyet üzere yaşamak dahi tebliğ sayılır. (Bak: Lisan-ı Hal) (Bak: Cihad, Def-i Mefasid, Emr-i Bil Ma’ruf, Hizmet-i İmaniye, Hürriyet-i Vicdan, İrşad, Vazife)

3691- Tebliğin, hakkı dinleyenlere yapıldığını ve muannid ehl-i dalaletle meşgul olmamak gerektiğini bildiren (5:105) «Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar vermez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız...” (Bak: 3884/1.p.) Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan menediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsi vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz.» (E.L.I. 44) diyerek, Bediüzzaman talebelerine tebliğe dair bir düstur beyan etmiştir.

3692- Mezkûr âyetin tefsirinde müfessirler, tebliğin terk edilip edilemeyeceği hususunda hayli beyanlarda bulunmuşlardır. (Bak: 3698, 3702.p. sonu) Bilhassa sefahetlerle cemiyetin bozulup hakkı dinlemeyenlerin çoğaldığı devrelerde, hakka muhalif ve düşman oldukları bilinen muannid kimselerle meşgul olmamak, hakkı dinleyen az da olsa keyfiyet kaidesine dayanarak hizmette sabr ü sebat etmek gerektir.

Mevzumuzla alâkalı olarak Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve cevabı şöyledir:

Sual: «Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye  Kur’anın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?

Elcevab: Usul-ü Şeriatın kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ  Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım.” Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaikı söylemek; hakaika karşı bir hürmetsizliktir.كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ darb-ı meseli gibi oluyor. (Bak: 1539. p.) Çünki bu işleri yapanlar, kaç defa hakikatı Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek hakikatları zendeka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.» (M.362)

3693- Dinî hizmette ehemmiyeti haiz olan tebliğde dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de, muhatabın hakaika ihtiyaç duyan kişi olmasıdır. Bediüzzaman, eserlerinde tebliğ hakkında ihtiyaç duymak şartını ısrarla bildirir. Ezcümle: Herkesle görüşmediği cihetle sorulan bir suale verdiği cevabda bu hususu beyan eder:

«Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekilmen Nur’un intişarına ve istifadesine belki bir zarar olur?

Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak elzemdir. Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade ettirmek vazife-i İlahiyedir, ona karışamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göstermektir. Ve onları aramak ve Nurları satın almaya teşvik etmeğe ihtiyaç kalmamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda Nurlar çok kıymettar olduğu tahakkuk ettiği için müşteri aramaz, müşteri onu aramalı ve yalvarmalı. Hem Nur, onbeş sene zarfında o dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müşterilere kendini göstermiş.» (S.N. 113)

Evet «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.» (E.L.II. 170)

«Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakiki ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu...» (E.L.I. 257) Hem «yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.» (M.70)

«Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı.»  (E.L.I.223) şeklindeki ifadelerden anlaşılıyor ki Risale-i Nur’da kemmiyetten ziyade keyfiyet esas alınır. (Bak: Keyfiyet)

3694- Yine Bediüzzaman bu mevzumuzla alâkalı olarak kendisinin bazı ifadeleri hakkında şöyle der: «Açık yazmadım ki, muhtaç olanlar işaret ile de maksad ve meramı hissetsin. Muhtaç olmayanlar ise zaten meşgul olmazlar ki, ihtiyaç hissetsinler. Demek meşgul olanlar, ihtiyacı hissetmişlerdir.» (M.Nu.77) (Bak: 3069 ilâ 3081.p.lar)

«Sa’b olan bir kelâmın iğlak ve işkâli, ya lafız ve üslubun perişanlığından neş’et eder -bu kısım Kur’an-ı Vâzıh-ul Beyan’a yanaşmamıştır- veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me’luf, gayr-ı mebzul olduğundan güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister: müşkilat-ı Kur’aniye bu kısımdandır.» (Mu.41)

Bir atıf notu:

- Kavm-i Şuayb’ın hakkı anlıyamadıkları, bak: 3566.p.

3694/1- Bununla beraber muhtaçlara tebliğde  gayretli olmak gerektir. Bediüzzaman Hazretlerinin, Van’daki bazı talebelerine gönderdiği mektubunda; Risale-i Nur’a sahib çıkmak, muhafaza etmek ve ehline ulaştırmak şeklinde kaydettiği ifadeleri, tebliğ ve hizmet hakkındaki gayretini ve ehline vermek kaydıyla da ehemmiyetli bir düsturu nazara vermektedir. Mektubun  o kısmı aynen şöyledir:

«Size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahib çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünki netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havalideki kardeşlerimin uhuvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddî sahib çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeğe vasıta olmak öyle bir hediyedir ki; dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir.» (B.L. 123)

Yine Bediüzzaman Hazretleri, iki talebesinin mümtaz sıfatlarını, bütün talebeleri aynı sıfatlara teşvik maksadıyla nazara veren mektubunda diyor:

«Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksadları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.

... Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.» (B.L.21-22)

Aynı tebliğ faaliyet ve gayretini teyid ve teşvik eden diğer bir mektubun bir kısmı da aynen şöyledir:

«Nur santralı Sabri’nin (R.H.) Lâhika’ya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali’nin Nurların neşrindeki kudsî hizmetleri ve İbrahim Edhem’in Balıkesir vesair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çokların Nur dairesine girmesi ve Ahmed Fuad’ın da Eflani havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası ve Konya’lı Sabri’nin genç mekteblilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta müfessir hacı ve hoca Vehbi Efendi ve Konya ülemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane münasebetleri ve muallim Abdurrahman İhsan’ın hasbihal mektubundaki samimî ve ciddî Nur’a alâkadarlığı ve Tavşanlı Vaizi Osman’ın mektubunda pek samimî ve ciddî iki-üç zâtın Nur şakirdliğine kemal-i ciddiyetle girmeleri ve Eğirdir köylerinde Ali Osman’ın ve Halil İbrahim’in tasdikiyle çok halis Nurcuların yetişmesi ve Ankara dârülfünununda Nur’a ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mekteb gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araç’lı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarane ve müjdekârane yazması ve orada okuyucuların çok olmasıyla ellerindeki risalenin kâfi olmadığına ve Konya’lı arkadaşı Mehmed ile beraber gençler  içerisinde Nur neşretmeleri ve Aydın tarafında inşâallah bir Ahmed Feyzi hükmünde Nurlarla gayet alâkadar Ali Akdağ’ın güzel ve samimî mektubundaki duaları ve tavsifleri ve Nur’un tesirlerini hissetmesi gibi fıkraların mealleri, bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur ettiği gibi, bu bayramda da büyük bir manevî hediye olarak kabul ediyoruz. Cenab-ı Hak onların umumundan razı olsun.» (E.L.I.21-21)

Mahkemeler vesilesiyle de ilan ve tebliğ yapıldığından, hapiste kalmanın faydalı olduğunu yazan Bediüzzaman Hazretleri diyor:

«Bir parça daha burada kalmaktan, mes’elemizi bir derece genişlendirmek istemelerinden mahzun olmayınız. Bilakis benim gibi memnun olunuz. Madem ömür durmuyor, zevale koşuyor. Böyle çilehanede, uhrevî meyveleriyle bâkileşiyor. Hem Nur’un ders dairesi genişliyor. Meselâ; ehl-i vukufun hocaları, tam dikkatle Siracünnur’u okumağa mecbur oluyorlar. Hem bu sırada çıkmamızla, bir-iki cihetle hizmet-i imaniyemize bir noksan gelmek  ihtimali var. Ben sizlerden şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak istemiyorum. Siz de mümkün olduğu kadar sabır ve tahammüle ve bu tarz-ı hayata alışmağa ve Nurları yazmak ve okumaktan teselli ve ferah bulmağa  çalışınız.» (Ş.514)

Bir nebze nümunesini gördüğümüz ifadelerden anlaşılıyor ki; tebliğde, çok yayılıp açılmak ve müşteri aramak olmadığı gibi, bütün manasıyla da müstağni kalmak olmamalıdır. Daima kitabın müvazeneli tavsiyelerine sadakat göstermelidir.

3695- Neşriyat yoluyla yapılan tebliğin de bazı şartları vardır. Meselâ, siyaset yolu ile veya nazarı âfaka dağıtan ve merakları teferruata çeviren bazı gazete ve mecmualar gibi neşir vasıtalarıyla Risale-i Nur’un neşri tahsin edilmez. Ezcümle, Bediüzzaman haslar dairesindeki talebelerinden olan na-şirlere hitaben bir mektubunda şöyle der:

«Sebilürreşad’ın bu sırada bizim lehimizde yazıları bize zararlı idi. Çünki Risale-i Nur’u dahi dinî ve siyasî  mecmua nazarıyla bakmağa sebeb olup dikkati celbedecekti.» (S.N.171)

Risale-i Nur’a mahkemece «Bu sıralarda birden serbestiyet verilseydi herhalde resmen Nurlardan bahsetmekten men’ edilen gazete ve mecmua cerideleri neşriyatıyla, hem Nurların hem şakirdlerin yüzlerini dünyaya ve cereyanlara çevirmek ve dindar cereyanlara, onların manevi kuvvetinden istifadeye çalışmak, bir nevi siyaset-i diniye şeklini vermek cihetiyle Nurların hiç bir şeye ve dünyevî ve siyasî hiçbir maksada âlet olmağa hiçbir cihette müsaade etmeyen ihlası zedelenirdi.» (S.N. 168)

3696- «Risale-i Nur’un neşrinde Medreset-üz Zehra erkânlarının sarsılmaz, geri çekilmez himmetleri ve gayretleri, ceridelerle intişarına ihtiyaç bırakmamış. İntişardaki ihlası; ceridelerde münafi-i ihlas olan cereyanlara âlet olmaktan muhafaza etmiş. Hatta en ziyade Nurlara tarafdar olan Sebilürreşad’ın hakkımızda neşriyatına tarafdar olamazdım. Ve hatırını kırmamak için onun teşebbüslerini zahiren reddedemedim. Fakat kalben razı değildim. Medreset-üz Zehra’nın ihtiyac-ı hakiki derecesinde neşriyat-ı halisanesi ceridelere ihtiyaç bırakmamış.» (S.N. 169)

Hem «Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîdan başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlara dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil. Çünki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste farketmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır.» (E.L.II.36)

İşte bu verilen örneklerde görüldüğü gibi Risale-i Nur’ların neşrinde ve neşir yoluyla yapılacak  tebliğde, ihlasa zarar vermemek ve nazarları teferruata dağıtmamak gibi bazı şartlara dikkat edilmesi gerekiyor.

3697- Bir hadis-i şerifte: اَفَةُ الْعِلْمِ النِّسْيَانُ وَاِضَاعَتُهُ اَنْتُحَدِّثَ بِهِ غَيْرَاَهْلِهِ   

Yani: “İlme ait âfet, onu unutmaktır. İlmi zayi kılmak da, onu ehli olmayanlara söyleyip telkin etmektir.»1 diye aynı hakikatı ders veriyor.

İki hadis-i şerifte de mealen şöyle buyurulur:

«İnciyi, yani fıkhı köpeklerin ağzına bırakmayın.»

«İnciyi (ilmi) hınzırların ağzına bırakmayınız.»2

3698- Fitne ehlinin mütecaviz ve hâkim olduğu devrelerde, tebliğ tevakkuf edilebilir veya tebliği ciddi muhtaçlara has kılmakla çok dar sahada kalabilir. «Ebu Sa’lebe el-Huşenî diyor: Ben (5:105) âyetini Hz. Peygamber (A.S.M.) sordum. Cevaben dedi ki: “Ne zaman mucibince amel edilen bir cimrilik (şahsî menfaatçilik), peşinde gidilen hevesat (aşırı sefahat) görür ve insanların Dünya hayatını âhirete tercih ettiğine (bak: 719.p.) ve insanların (şer’î delilleri ve ahkâmı nazara almayıp) kendi rey ve düşüncelerini beğendiklerine şahid olursan, (bak: Heva) o zaman kendi başının çaresine bak. Başkalarıyla uğraşma.» (Ebu Davud, Melahim 17, 4341. hadisten bir kısmı olup, İbn-i Mace, Kitab-ül Fiten, 21. bab’ı da aynı mevzuya dairdir.)

3699- Peygamberlerin kıssalarında görüldüğü gibi (Bak: Kur’an 54:9) tebliğ tamamen yapılmaz hale gelince, tevakkuf devresi ve hicret başlar ve azgın kavm’e de Allah’ın gazabından musibetler gelir. Peygamberlerden sonra din büyüklerinin tebliğ hayatları da, aynı sünnetullah (Bak: Sünnetullah) içinde cereyan eder.

Asrımızda dine hizmet uğrunda çok eziyetlere uğrayan Bediüzzaman, bu şiddetin son haddine gelmesi halinde, İlahî musibetlerin gelebileceğini hatırlatmak için şöyle diyor:

«Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitablarına karşı inad etse ve müsalaha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zendeka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükümet onları dinlemeğe mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddi ve manevi musibetler hücuma başlarlar.» (Ş.337)

3700- Tebliğ mevzuunu geçmiş peygamberlerin devrelerine intikal ettirirsek ümmetlerinin aşırı isyan ve tecavüzkâr hallerinden tebliğin tevakkufunu veya ehl-i tebliğin mekân değiştirdiklerini (Bak: Hicret) görürüz.

Hz. Musa (A.S.), nübüvvetinin bir devresinde, Firavun’un hâkim ve mütecaviz durumu karşısında Allah’tan vahiy aldı ve gelen İlahî emir icabı büyük şehirde (herkes tarafından bilinmeyen) bazı evler edinip o evlerde kendi cemaatiyle namaz ve sair dinî vazifelerini ifa etmek ve inananlara manevi nokta-i istinad merkezi teşkil ederek mütevekkilane sebat etmek ve ye’si kaldırıp ümid verici müjdeler vermek gibi manalar, (10:87) âyetinin her asra hitab eden küllî manasından hem siyak ve sibakından anlaşılıyor. Asrımızda dahi buna benzer ahval içinda dinî faaliyetler ve dersler bazı evlerde yapılmasının bir düstur haline gelmesi mezkûr âyetin manevi emriyle alâkadarlığı olsa gerektir. Bilhassa (24:35) âyetinin mana-yı küllîsinde esas teşkil eden Nur-u İlahî, Nur-u İman, Nur-u Kur’an ve Nur-u Muhammedî’nin (A.S.M.) ehemmiyet-i azîmesi nazara verildikten sonra devamındaki 36. âyette, mezkûr nurların bulunduğu ve yakıp nurlandırıldığı (izhar olunduğu) yer anlatılırken -bazı kayıtların delaletiyle- marifetullah dersini veren ve medrese hususiyetinde olan evlere de işaret edilir. (Bak: Medrese) Şöyle ki: Âyette geçen بُيُوتٍ kelimesindeki tenvin-i tenkirle, bu evlerin herkesçe bilinmediğine ve gayr-ı resmiliğine ve nifak cereyanına karşı ihtiyat ve tedbir edildiğine remzedildiği gibi, اَذِنَ اللّٰهُ اَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ ف۪يهَااسْمُهُۙ ( 24:36 ) cümlesiyle Allah bu evlerin yükseltilmesine, tazim, hürmet ve rağbet edilmesine; hem bu evlerin içinde esma-i hüsnanın zikrolunmasına (Bak: Zikr) izin verdiği (Allah’ın inayet-i hassasıyla te’yid ettiği) müjdelenir. Bu kayıtlara manayı muhalifiyle bakılırsa nifak cereyanı tarafından bu evlerdeki mücahidler aleyhinde yapılan yalan propagandalarla halkın rağbet etmemesi istendiği ve açılmasına izin verilmediği manen ihsas edildiği anlaşılır. Hem يُسَبِّحُ لَهُ ف۪يهَا بِالْغُدُوِّ وَاْلاٰصَالِۙ cümlesi, yani bu evlerin içlerinde  sabah vakti ile ikindi ve akşam arası vaktinde Allah’ı tesbih ederler. (Bak: Tesbih) ­سُبْحَانَكَ يَآ اَلله ilh... zikrini yapanlar, diye olan kayıd dahi manidardır.

Bundan sonra gelen 37. âyette ise, hususiyetleri bildirilen mezkûr evlerde bulunanların evsafına işaret eden bazı kayıtlar var. Meselâ: (24:37) رِجَالٌۙ kelimesindeki tenkir, bu zatların şöhret peşinde koşmadıklarına ve herkesçe bilinmediklerine ve bunların rical, yani erkek ve kahraman olduklarına telmihtir. Âyetin devamında; dünya işleri onları meşgul etmediği ve gaflet veremediği ve huzur-u tammeye sahip ve ibadette daim oldukları ve haşre ve mahkeme-i kübraya imanlarında yakîne erdikleri bildirilerek nümune-i imtisal gösterilirler.

Yukarıda bahsedilen evlerin hususiyetlerini tesbit maksadıyla bütün Kur’anda yapılan araştırma neticesinde: Herkes tarafından bilinen umumi camiler, Kur’anda harf-i tarifle ifade edildiği veya malumiyeti âyetin manasından anlaşıldığı görülür. Halbuki mezkûr manada yani mütecavizlere karşı manen korunan mücahid evleri ve hususi mescidler, tenkirle, gayr-ı muayyen olarak ifade edilir. (51:36) âyeti de bu manada örnek verilebilir.

3701- Bir hadisin metninde de (yetedâresûnehu) ifadesiyle ifham edilen, halka halinde oturulup sıra ile kitab okumak şekliyle derslerin yapıldığı bu manadaki evler, yine tenkirle gelmiştir. Meselâ: Hadisin bir kısmı olan:

 وَمَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ فِى بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللَّهِ يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ اِلَّا نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ

«Yani: Herhangi bir kavim (cemaat) Allah’ın evlerinden (Allah için hizmet yapılan) bir evde toplanıp da Allah’ın kitabını tilavet (Bak: 2122.p.) ve onu aralarında karşılıklı (sıra ile) okuyup ders yaptıkları zaman muhakkak üzerlerinde sekinet iner.»3 (Bak: 3861/1.p.) Aynı eserin sh: 188’de 40. hadisi de mealen şöyledir:

«Birgün Muaviye, mesciddeki ders halkasının yanına geldi de: Sizleri burada oturtan nedir? diye sordu.

Oradakiler: Oturduk, Allah’ı zikrediyoruz, dediler.

Muaviye: Vallahi sizleri hakikaten sadece bu maksad mı oturttu, dedi.

Oturanlar: Vallahi bizleri bu maksaddan başka birşey oturtmamıştır, dediler.

Muaviye: Ben sizleri ittiham etmek için yemin etmiş değilim. Benim Resulullah’a yakınlığım derecesinde olup da Resulullah’tan benim kadar az hadis rivayet eden hiç kimse yoktur. Resulullah (A.S.M.) bir defasında sahabilerinden bir ders halkasının yanına geldi ve: Sizleri böyle oturtan nedir, diye sordu.

Sahabiler: Oturup Allah’ı zikrediyor ve bizleri İslâma hidayet etmesine ve bizleri nimetlendirmesine karşılık O’na hamd ediyoruz dediler.

Resulullah: Vallahi sizleri bundan başka bir maksad oturtmamış mıdır? diye sordu.

Sahabiler: Vallahi bizleri bu maksaddan başka birşey oturtmuş değildir, dediler.

Resullullah: Ben sizleri ittiham etmek için yemin etmedim. Lakin bana Cibril gelip Aziz ve Celil olan Allah’ın sizlerle, meleklere iftihar etmekte olduğunu bana haber verdi, buyurdu.» Bu rivayetler daha çok Ashab-ı Suffa’ya ve onların tarzında dine hizmet edenlere bakar.

Atıf notları:

-Din ilimleri öğretmenin sevabına dair bir rivayet, bak: 1574.p.

-İhya-i din için ilm-i dini öğrenmek hakkında bir rivayet, bak: 1575.p.

-İrşad ehlinde istiğna düsturunun lüzumu, bak: 1809.p.

-İrşad ehlinin siyasete girmemesi, bak: 3234.p.

-Tebliğde aşağılık duygusuna kapılmamak, bak: 1522, 1882.p.

3702- Tebliğ ile alâkalı âyetlerden birkaç not:

-Nübüvvette tebliğ mecburiyeti: (5:67)

-Önce yakınlarına tebliğ etmek: (26:214)

-Peygamberler, vahyen bildirilenleri tebliğ ederler: (7:62) (46:23)

-Tebliği dinlemeyen kâfirlere merhamet edilmez: (7:93)

-Tebliği yapıp neticeyi Allah’a bırakmak: (3:20) (5:92,99) (7:164) (11:57) (13:40) (16:35,82) (24:54) (29:18) (36:17) (42:48) (64:12) Alâkalı olan âyetler: (80:1-12) (88:21, 22)

-Hikmetle ve güzel şekilde hakka davet: (16:125) (20:44) (29:46) (41:34)

-(İlim ve maneviyatın birleşmesiyle kazanılan) basiretle hakkı tebliğ etmek (mesleği): (12:108)

-Hakkı dinlemiyenlerle meşgul olmamak: (6:91) (19:49) (23:54) (36:10,70) (53:29)

-Salah ile çalışarak insanları Allah’a davet etmenin fazileti: (41:33)

-İnanmaları için ne kadar hırs gösterilse de, yine ekser insanlar iman etmezler: (12:103) (16:37) (Bak: 1689/1 ve 3411.p.da âyet notları)

1 H.G. hadis:8 

2 R.E. sh: 474

3 S:M. ci:8 hadis:38 sh: 185

Yukarı Çık