2699- MÜNÂFIK منافق : İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr. *Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden. *Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan. (Bak: Hannas, Hizb-üş şeytan,Masonluk, Mescid-i Dırar, Nafıka)
2700- “Münafık, Sure-i Bakara’nın başında tafsil olunduğu üzere, dışı müslüman, içi kâfir olan iki yüzlü müzebziblerdir ki, piyasaya göre tahavvül eder. Her münafık müraîdir. Fakat her müraînin münafık olması lâzım gelmez. Riya imana muhalif olmayarak yalnız bazı amelde de olabilir.
Asıl münafıklık ise, akidenin hilafına imanda müraîliktir. Bununla beraber sırf amelî olan nifak da vardır. Bu cihetle nifak ile riya mütekaribdir.” (E.T. 4997)
Münafıkların en dikkat edilecek tarafları; biz de müslümanız deyip dinî hakikatları ve ahkâmı kendi gayelerine göre tağyir ve te’vil ederek saf müslümanları aldatmalarıdır.
2701- Münafıklar, cemiyetlerin halet-i içtimaiyesini tahrik ve istismar yoluyla ifsadat yaparlar. Yani cemiyette garaz ve tarafgirlik, hayatperestlik gibi hisleri sinsice tahrik ederler. Sonra da o karışık zemini, menfi maksadlarına âlet ederler. Bu hal, tarih boyunca ta kıyamete kadar münafıkların kullandıkları fesad planlarıdır. Sahabeler devrinde çıkan hâdiselere dair sorulan bir suale verilen aşağıdaki cevab, bu mes’eleyi tenvir için güzel bir örnektir:
2702- “Sual: Sahabeler nazar-ı velayetle müfsidleri neden keşfedemediler? Ta Hulefa-i Raşidîn’in üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki küçük sahabelere, büyük velilerden daha büyük deniliyor?
Elcevab: O hâdisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren bir kaç yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünki pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle birbirine zıd ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr karıştı. Bahusus bazıların gurur-u millîleri, Hazret-i Ömer’in (R.A.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından,seciyetten intikama fırsat beklerlerdi. Çünki onların hem eski dini ibtal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükümeti ve saltanatı tahrib edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almağa hissen taraftar bir suret almış, Onun için, yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o halet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmiş. Demek o hâdisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.” (M.50)
2703- “Sual: Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta Enbiya ve onların ba-şında Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm, o kadar inayet ve rahmet-i İlahiye ve imdad-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden çok defa hizb-üş şeytan olan ehl-i dalalete mağlub olmuşlar? Hem Hatem-ül Enbiya’nın Güneş gibi parlak nübüvvet ve risaleti ve iksir-i azam gibi te’sirli i’caz-ı Kur’anî vasıtasiyle irşadı ve cazibe-i umumiye-i kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur’aniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dalalette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?
2704- Elcevab: bu iki şık müdhiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım gelir. Şöyle ki:
Şu kâinat Hâlik-ı Zülcelalinin hem cemalî, hem celalî iki kısım esması bulunduğundan ve o cemalî ve celalî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlik-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir vaziyet verip hikmetli ve menfaatdar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip, ihtilafat ve tagayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tagayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin cami bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, Hizbullah’a karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.
2705- İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, Enbiyalar çok defa ehl-i dalalete karşı mağlub oluyor. Ve gayet zaaf ve acizde olan dalalet ehli, manen gayet kuvvetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. Bu acib mukavemetin sırr-ı hikmeti şudur ki:
Dalalette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrib var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihafe noktasında ve fir’avniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem akıbeti görmiyen ve hazır zevke mübtela olan insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkârane ve akıbetendişane olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar. Ehl-i hidayet ve başta Ehl-i Nübüvvet ve başta Habib-i Rabb-i Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın meslek-i kudsisi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem akıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmarenin fir’avniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münevvere’de bulunan o zamanın münafıkları, o parlak Güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azimeye karşı şeytanî bir kuvve-i dafiaya kapılıp, dalalette kalmışlar.” (L.80) (Mübareze ve tekâmül kanunu için 1292, 3385, 3540.p.lara bakınız.)
2706- Kâfirler hakkında Bakara Suresi’nde (6 ve 7) iki âyetiyle iktifa edilirken; münafıklar hakkında, 8. ilâ 20.âyete kadar olan 12 âyetle yapılan tahşidata dair bir “sual: Kâfirlerin zemmi hakkında yalnız iki âyetle iktifa edilmiştir. Oniki âyetin hülasası ile münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?
Elcevab: Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icab ettiren bir kaç nükte vardır:
2707- Birincisi: Düşman Meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedid olur. Dahilî olursa, zararı daha azîm olur. Çünki dahilî düşman, kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düşman ise; bilakis asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindirki, Kur’an-ı Azimüşşan ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.
2708- İkincisi: Münafık olan, mü’minlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesbeder. İman ile ülfet peyda eder. Gerek Kur’andan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite, pis haletten nefret eder. En nihayet lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.
2709- Üçüncüsü: İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlâklar münafıkta var, kâfirde o derece yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.
2710- Dördüncüsü: Alelekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için şeytanî bir zekâ sahipleri olup, daha hilekâr, daha desiseci olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab, yani tatvil-i kelâm, ayn-ı belagattır.” (O.İ.İ.)
2711- “Münafıklar ancak ve yalnız kendilerini aldatırlar” mealinde olan (2:9) وَمَايَخْدَعُونَ اِلآَّ اَنْفُسَهُمْ âyeti münasebetiyle sorulan bir “Sual: Bu cümledeki hasrdan anlaşılır ki, onların hud’a ve nifakları İslâmiyete ve âlem-i İslâma zarar vermemiştir. Halbuki âlem-i İslâmın unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları hiçbir şeyden görmemiştir?
Elcevab:Âlem-i İslâmda görülen zararlar, ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neş’et ve intişar etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyarlarıyla yaptıkları hud’a ve hilelerin neticesi değildir. Çünki onların hileleri Cenab-ı Hakk’a, Peygamber-i Zişan’a (A.S.M.) cemaat-ı müslimîne yapılan bir muameledir. Allah o muameleye âlimdir. Peygamber-i Zişan da vahiy ile vâkıftır. Cemaat-ı müslimînce de imanî bir şiddet-i zekâ sayesinde o gibi hileler tesettür edip gizli kalamaz. Demek onların âlem-i İslâma vurdukları balta, dönüp kendi başlarını parçalamıştır. Çünki aldanan cemaat-ı müslimîn değildir. Ancak aldanan, aldatandır.” (O.İ.İ.)
2712- “İmanın üç hassası vardır:
Birincisi: Nokta-i istinadından neş’et eden izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalara kendisini zelil göstermeğe tenezzül etmez.
İkincisi: Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tahkir ve tezlil etmez.
Üçüncüsü: Hakikatlara ihtiram etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf etmemektir.
Kezalik, imanın zıddı olan nifakın da üç hassası vardır:
Birincisi: Zillettir.
İkincisi: İfsadata meyletmektir.
Üçüncüsü: Başkalarını tahkir etmekle, gururlanıp zevk almaktır.” (O.İ.İ.)
2713- Kur’an, umum zaman ve mekânlara birden hitab ettiği için, muayyen zaman ve mekânlarda vukua gelen cüz’î hâdiseleri bildiren âyetlerin manaları, aynı hâdiselerin kıyamete kadar gelecek emsallerine de şamildir. Meselâ: Kur’anda zikredilen Nemrud, Firavun, Ebu Leheb ve emsali şahıslarla: Nemrudluk, Firavunluk ve Ebu Leheblik olan muannid ve mütecaviz din düşmanlığı ve kıyamete kadar gelecek olan azgın din düşmanları da bildirilmiş ve onlara karşı beşeriyeti ikaz etmiş oluyor. Binaenaleyh, Asr-ı Saadet’teki münafıklar hakkındaki âyetlerde de onların menfi hallerini beyan ile kıyamete kadar gelen ve gelecek bütün münafıklardan ve münafıklıktan mü’minler ikaz edilmiştir.
Münafıklar hakkındaki bu kadar şiddet ve tahşidattan anlaşılıyor ki, Kur’an nazarında münafıklık çok çirkin ve menfurdur. Ve kıyamete kadar da ehl-i nifak bulunacaktır. Bu sebeble münafıklar hakkındaki âyetlerden bir kısmının meal ve tefsirleri ibret ve ikaz makamında olarak burada dercedilmiştir. Şöyle ki:
2714- “(63:1)اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا Münafıklar sana geldikleri vakit dediler:نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِۢ Şehadet ederiz ki, hakikaten sen şüphesiz Resulüllahsın...وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُۜ Allah da biliyor ki, hakikaten sen onun şüphesiz Resulüsün... وَاللّٰهُ يَشْهَدُوَاللّٰهُ يَشْهَدُ Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki; اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَكَاذِبُونَۚ doğrusu münafıklar, içi dışına uygun olmıyanlar لَكَاذِبُونَۚ elbette yalancıdırlar...
Bunların yalancılıkları ve sebebi şu suretle izah da ediliyor: اِتَّخَذُٓوا اَيْمَانَهُمْ جُنَّةً Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper ittihaz ettiler. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle zahiren mü’min görünüp onu kendilerine bir sedd edinerek dünyada mallarını, canlarını korumak istediler... فَصَدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ de bu suretle Allah yolundan i’raz ettiler, kaçındılar, yan çizdiler. Yahud bir takım zaif halkı gizli gizli şaşırtıp din-i haktan ve Peygamber’e ittiba’dan men’ettiler... سَٓاءَ مَاكَانُوا يَعْمَلُونَ ki ne fena yapıyorlardı.. ذٰلِكَ o yaptıkları fena amel.. بِاَنَّهُمْ şu suretledir ki, bunlar اٰمَنُوا imana gelmişler... ثُمَّ كَفَرُوا sonra da küfre gitmişlerdir. فَطُبِعَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ onun üzerine o küfür huyu olan fena ahlâk kalblerine tab’olunmuştur.
فَهُمْ لاَيَفْقَهُونَ Artık anlamaz olmuşlardır. İyiyi kötüyü, hakkı batılı seçecek, hak dininin, ahlâkının ulviyetini anlıyacak, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini inceden inceye sezip bilecek fıkıh kabiliyeti kalmamış, kabiliyetsiz, anlamamazlık huy olup kalmıştır. Çünki i’tiyad, tabiat-ı saniye olur. Kalb alıştığı o huyun gayrisine hassasiyetini zayi’ eder.
وَاِذَا رَاَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ اَجْسَامُهُمْۜ Ve onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına gider. Zahiren bakınca giyimleri, kuşamları, şıklıkları, irilikleri, sabahatleri ile bedenlerinin süsü ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar.
وَاِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْۜ Ve lakırdı ederlerse lakırdılarına kulak verirsin, dillerinin fesahatı ve söyleyişlerinin selaset ve halaveti ve natıkapervazlık san’atına merak ve mümareseleri hasebiyle tatlı laf ederler... (Bak: 3932.p.) öyle ki, كَاَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌۜ sanki onlar huşüb-ü müsenned, dayanmış keresteler, oturdukları yerde dayanmış ahşab keresteler gibi dışları düzgün, endamları süzgün... öyle cansız, yüreksizdirler ki, يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْۜ her sayhayı aleyhlerinde zannederler... Yalan söylemeğe de alışkın olduklarından lehlerinde söyleneni bile yalan telakki ederek hep aleyhlerinde mana çıkarırlar هُمُ الْعَدُوُّ Onlar halis hak düşmanıdırlar. فَاحْذَرْهُمْۜ Onun için onlardan sakın.” (E.T. 4997-5002)
2715- “(59:14) تَحْسَبُهُمْ جَم۪يعًا Sen onları toplu sanırsın, وَقُلُوبُهُمْ شَتّٰىۜ halbuki kalbleri dağınıktır. Her biri başka hevada, başka emelde, kendi zevk ve hissiyatına göre ayrı fikir ve mezhebde perişandırlar.... Böyle bir ordu ise zahirde ne kadar toplu ve kuvvetli görünse, hakikatte bir ordu ve bir cemiyet değil, eczası arasında iltiyam ve irtibat bulunmayan bir kül yığını gibi bir rüzgarla savrulacak bir kuru kalabalıktan ibaret demektir. “Şetta” dağınık ve perakende demek olan “şetit”in cem’idir. Meriz, merza gibi. ذٰلِكَ Bu dağınıklık بِاَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَيَعْقِلُونَۚ onların akletmez bir kavim olmaları sebebiyledir. Sırf dünya muhabbetiyle nefislerinin şehevatı ve heva ve hissiyatları arkasında gittiklerinden akılları kalmaz.” (E.T. 4859)
2716- “Şu da muhakkak ki, (4:137) اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا Evvela iman etmiş sonra küfr etmiş sonra iman etmiş, sonra yine küfr etmiş ve tamamen küfre dalmış olanlar, böyle imandan küfre, küfürden imana dönerek nihayet küfürde karar kılmış ve bu suretle küfrü tezyid etmiş olanlar yok mu?
لَمْ يَكُنِ اللّٰهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ سَب۪يلاًۜ Hiç bir vech ile Allah’ın bunları mağfiret etmesine ve doğru yola sevk eylemesine ihtimal yoktur. Yani iman ederlerse kabul etmez değil, fakat ekseriyetle bunlar matbu ul’kulûb olduklarından halet-i nez’a gelmedikçe iman etmezler ve belki o zaman bile etmezler. Ve iman etmeyince de (4:48) لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ medlûlünce asla mağfiret yüzü görmezler. Tevbenin makbul olabileceği bir zamanda tevbe edip ihlas ile iman etseler, gelecek olan (4:146) اِلاَّالَّذ۪ينَ تَابُوا وَاَصْلَحُوا istisnası mucebince kabul edilir ve mağfur olabilirlerdi, amma etmezler ki...
Bunun için بَشِّرِ الْمُنَافِق۪ينَ بِاَنَّ لَهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًۙا Münafıklara müjde et ki, onlara elîm bir azab muhakkaktır. Bu fıkra, bu âyetin doğrudan doğru veya dolayısiyle münafıklara taallukunu ifade eder. Filvaki münafıklar zahiren iman ederler, sonra gizli gizli küfürler yaparlar, sonra mü’minleri görünce yine “âmenna” derler. Nifak u fesadda ısrar ederler. Maamafih âyetin zahiri, açıktan açığa imandan küfre, küfürden imana mükerreren tahavvül gösteren ve nihayet küfürde karar kılan ferdler ve cemaatler hakkındadır ki, münafıklarda bunlara mülhaktır. Ve rivayet olunduğuna göre, bunun asıl sebeb-i nüzulü Yahudilerdir. Zira Yahudiler evvela Hazret-i Musa’ya iman ettiler, sonra icle taptıkları zaman küfrettiler. Sonra Hazret-i Musa avdet edince yine iman ettiler, sonra Hazret-i İsa’ya küfrettiler, sonra da Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a küfr ile küfürlerini arttırdılar ki, âyet bunların bu hallerini tasvir ve böyle olanları da bunlara ilhak eylemiş, münafıklar da bunlara benzediği ve bunlara dost oldukları için, بَشِّرِ الْمُنَافِق۪ينَ diye inzar mevkiinde tebşir ve tehekküme tabi’ tutulmuşlardır. Demek oluyorki bu gibi televvünat sade efrad hakkında değil, cemaatlar hakkındada sebeb-i felakettir. Zira Yahudilerin âyette tasvir olunan bu halleri ferdlerinin değil, cemaat ve milletlerinin halidir. Çünki Hazret-i İsa’ya ve Hazret-i Muhammed’e küfreden ferdler, icle perestiş eden ve ondan evvel iman eyleyen ferdlerin aynı olmadığı malumdur. Lakin bu tahavvül ve televvün o milletin bir haslet-i umumiyyesi olmuştur. Binaenaleyh burada bir zamanlar din-i İslâma hizmet etmiş olup da bil’ahare kâh küfür ve kâh iman, şuraya buraya bocalayarak sonunda küffara istihale etmiş olanların halas ve selâmet bulmalarına asla ihtimal olmadığı da anlatılmış oluyor.
Nitekim Endülüs’te irtidad edenlerin hiç biri dünyalarını kurtaramamışlar, hepsi muzmahil olmuşlardır.
Yani اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ onlar ki, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ittihaz ederler ve onların arkalarından giderler. Münafıklar Mü’minlere karşı Yahudilerle müvalât ediyorlardı, bunlar اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ o kâfirlerin yanında izzet ve kuvvet mi arıyorlar? Onlara dost olmakla izzet ve şeref bulacaklarını, galebe edeceklerini mi zannediyorlar? Ne kadar yanılıyorlar!
فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًۜا Çünki bütün izzet Allah’ındar.” (E.T. 1497)
2717- Bu gibi âyetlerin ders ve izahlarından anlıyoruz ki, mesleklerinin aslı zillet iken zahiren medenî ve şerefli zannedilen bir kısım asrın münafıkları vardır. Ezcümle bu hakikatı “Mesnevi-i Nuriye” eseri güzel tasvir eder ve der ki:
“Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyeti ve mü’minlerin medeniyeti arasında fark budur ki:
Kafirlerin medeniyeti dış içe, iç dışa çevrilmiş bir vahşet-i mahzadır. Zahirîsi süslü püslü, batınîsi çirkin ve pistir. Sureti me’nus, sireti muvahhiştir.
Amma mü’minlerin medeniyeti ise batını zahirinden daha âlâ ve ahsendir. Manası suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet, bir sevgi, bir muavenet saklıdır.
Bunun sırrı budurki: Mü’min sırr-ı iman ve tevhid ile bütün kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet ve eczaları mabeyninde -hususan benî Âdem arasında ve bilhassa müslümanlar ortasında- bir ünsiyet ve mütekabil bir sevgi görüyor. Hem asıl mebde’ ve mazi i’tibariyle yine her şeyle bir uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve kavuşmak ve müstakbelde neticenin varlığını biliyor ve görüyor.
Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik ve ayrılık, belki bir nevi düşmanlık görür ki adeta hiç bir şeyde hatta kardeşinde de kendisi için herhangi bir menfaati yok görür. Çünki kâfir; uzanıp giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir ayrılık ortasında yalnız nokta kadar bir bu-luşma anındaki bir uhuvvetten başka bir uhuvveti görmüyor. Yalnız bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle o az zamandaki kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zahiren sevdiği kimseyi de samimi ve kardeşane bir muhabbet ile değil, belki ancak nefsinin ondaki menfaatini sever.
Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur’anın sayha ve irşadatının in’ikaslarındandır. Veya semavi dinlerin bakiye kalan parıltılarındandır.
2718- Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile Nurşin Karyesi’ndeki Seyda (K.S.) hazretlerinin meclisine git. Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O zat-ı kerimin irşadıyla, fukara elbisesine bürünmüş sultanları ve insan libasını giymiş melaikeleri gör.
Sonra bu hakikatı müvazen etmek üzere Paris’e de git. Ve onların bü-yüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürünmüş birer akrep veya benî Âdem suretine girmiş birer ifrittirler.” (M:Nu. 179)
2719- Hem dahilde hem hariçte bulunan ve dinsizliklerini en çok gizleyebilen en dehşetli münafıklar, Kur’anda şöyle tavsif ediliyor:
“(9:101) وَمِمَّنْ حَوْلَكُمْ مِنَ اْلاَعْرَابِ Havalinizdeki Arablardan da, yani şehriniz civarında bulunan Arabilerden de... مُنَافِقُونَۜ münafıklar vardır. وَمِنْ اَهْلِ الْمَد۪ينَةِ Medine ahalisinden de, bunlar مَرَدُوا عَلَى النِّفَاقِ münafıklıkta temerrüd etmiş.. Öyle ki, لاَ تَعْلَمُهُمْۜ sen bile onları bilemezsin; şahıslarını, isimlerini, neseblerini bilmez değil, münafık olduklarını gizlemeğe, takıyye yapmaya, töhmet mevkilerinden kaçınıp yağ gibi suyun yüzüne çıkmağa öyle alışmışlardır ki, hallerini senden, senin o yüksek dirayet ve ferasetinden bile gizleyebilirler de vahiy nazil olmayınca münafıklıklarını kat’iyyen bilemezsin.
نَحْنُ نَعْلَمُهُمْۜ Onları biz biliriz. سَنُعَذِّبُهُمْ مَرَّتَيْنِ Biz onları muhakkak iki kerre ta’zib edeceğiz..
ثُمَّ يُرَدُّونَ اِلٰى عَذَابٍ عَظ۪يمٍۚ sonra da azîm bir azaba reddolunacaklardır. Ki bu da kıyamette müebbeden azab-ı nardadır...” (E.T.2610-2611)
Bu menfaatperest ve hayatperest münafıklar, Almanya’da dehşetli bir azaba uğradılar. İkincisi de 3980.p sonunda kaydedildiği gibi âhirzamanda olması düşünülebilir.
2720- Münafıkların dünya hayatı cihetinde aldatıcı ve parlak sözlerle insanları iğfal ederek maksadlarına âlet etmek planlarına Kur’an dikkati çekip ikaz ediyor. Ezcümle, (2:204, 205) âyetlerinde şöyle buyuruluyor:
2721- وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا İnsanlardan bazısı vardır ki, hayat-ı dünya zımnındaki lakırdısı senin taaccübünü celbeder ve pek beğenecek olursun.
وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ى قَلْبِه۪ۙ O kalbindekine Allah’ı şahid de tutar. Kalbime, vicdanıma Allah şahiddir ki bu böyle, şu şöyle gibi yeminler ederek, tatlı tatlı diller dökerek, seni kandırmak için parlak parlak sözler söyler.
وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ Halbuki hakikatte onun düşmanlığı kıyaktır. Ve zaten habis olan kimselerin düşmanlığı pek kıyat, pek gaddar olur. وَاِذَا تَوَلّٰى Senden ayrılınca veya bir iş başına geçince سَعٰى فِى اْلاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ yeryüzünde fesad çıkarmak ve ekinleri, zürriyetleri mahvetmek için koşar dolaşır.
وَاللّٰهُ لاَ يُحِبُّ الْفَسَادَ Allah da fesadı sevmez, fesada razı olmaz. Buna binaen وَاِذَا ق۪يلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ o müfside Allah’dan kork denilince de اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِاْلاِثْمِ onu izzet-i nefsi tutar, daha ziyade günaha sokar.
فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُۜ Buna da Cehennem yetişir. وَلَبِئْسَ الْمِهَادُ Bu Cehennem de ne fena yataktır..” (E.T. 731)
2722- Hem yine münafıkların bazı haberleri menfi maksadlarına göre tahrif ederek veya uydurma ve yalan haberlerle efkâr-ı ammeyi şaşırtan ve yanlış yollara tahrik eden neşriyatlarından da Kur’an mü’minleri ikaz ediyor.
Meselâ: (4:83) “وَاِذَا جَٓاءَهُمْ اَمْرٌ مِنَ اْلاَمْنِ اَوِ الْخَوْفِ اَذَاعُوا بِه۪ۜ Bir de kendilerine emniyet veya havfe müteallik tatlı veya acı bir emir, bir haber, bir şey geldi mi, hemen neşr ü ifşa ediveriyorlar; doğru mu değil mi, menafi-i umumiyet nokta-i nazarından neşri caiz mi düşünmeden, danışmadan işaa ediyorlar. Burada gazetecilerin de hallerine temas eden bir ihtar vardır.
وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰٓى اُو۬لِى اْلاَمْرِ Bunlar da işittikleri haberi Peygamber’e ve ulü-l emre yani o işe salahiyyet ve ihtisası bulunan zevata veya ümeraya redd ü irca’ etseler, danışsalar veya havale eyleseler,
لَعَلِمَهُ الَّذ۪ينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْۜ onu içlerinden malumat ve tecrübeleri, hüsn-ü nazar ve basiretleri sayesinde istinbat u istihrac edebilecek olanlar her halde bilirler, ne yapılacağını anlar anlatırlardı.” (E.T. 1402)
2723- Mezkûr âyetten anlaşılıyor ki bir ülema heyeti, yani şûra-i İslâm mercii bulunmalı ve neşriyat vasıtalarını sansür etmeli veya mühim haberlerin neşrinde naşirler, bu şûraya müracaat edip neşir izni almalıdırlar. Zira efkâr-ı ammeyi teşviş eden ve maslahat-ı umumiyeye zarar veren fikir ve haberler neşretmek, hukuk-u ümmete tecavüz mahiyetindedir.
Bu türlü neşriyatla ifsadat yapan müfsidlere Bediüzzaman şöyle hitab ediyor:
2724- “İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilan etmiye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur. Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezayanları savurarak dalaletini neşr ve ilan ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir. Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilanı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..” (M.N. 89) (Bak: 3487.p.)
2725- “Ey müslümanlar, (4:83)وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ sizin üzerinizdeki Allah’ın bu fazl ü rahmeti yani böyle peygamber ve istinbata muktedir ehl-i ilm ulü-l emr ile tarîk-ı hakka irşad ve hidayeti olmasa, لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلاَّ قَل۪يلاً muhakkak ki siz ekseriyetle şeytana, şeytan gibi münafıklara uyardınız, onların aldatıcı re’y ü fikirlerine tabi olur, fena yollara sürüklenirdiniz, uymadığınız husus veya uymayan rical pek az olurdu.” (E.T. 1405)
İşte bu hakikat gösterir ki, hakiki mü’min hidayete ermek için sadakatla dinî düsturlara bağlı kalır, dinde beşerî anlayışlara iltifat etmez.
2726- “Emnn ü asayişi, ahlâk ve huzuru ihlal ve ifsad edenlere karşı celal ve azametle buyuruluyor ki:
(33:60) لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ الْمُنَافِقُونَ celalim hakkı için söylerim ki: Eğer vazgeçmezlerse o münafıklar münafıklıktan وَالَّذ۪ينَ ف۪ى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ve o kalblerinde maraz bulunanlar وَالْمُرْجِفُونَ فِى الْمَد۪ينَةِ ve şehirde eracif neşredenler..
2727- İrcaf: Aslında zelzele manasına olan “recfe”den me’huz olarak ortalığı sarsacak tahrikât yapmak demektir ki, fiilî de olur, kavlî de. Bundan dolayı yalan yanlış uydurma havadisler neşretmeğe ircaf denildiği gibi o yoldaki yalanlara da eracif denilir. Bunu yapanlar içinde münafıklar dahi varsa da ayrıca zikrolunması daha başkalarını da göstermiş oluyor ki, Medine ve civarındaki Yahudilerdir. Bütün bunlar akıllarını başlarına alıp bu fena huylardan tevbekâr olarak bu yaptıklarından vazgeçmezlerse لَنُغْرِيَنَّكَ بِهِمْ azamet-i şanımla mutlak ve muhakkak seni onlara iğra ederim, musallat kılar, saldırtırım...” (E.T. 3929)
O halde mü’minler, münafıkların beyan edilen planlarından müteyakkız olup, neşriyatlarına aldanmamalıdırlar.
2728- Münafığın cenaze namazının kılınmaması, (8:84) âyetinde bildiriliyor. Ancak bir kimse hakkında münafıklık hükmünü vermekte dikkat gerektiği gibi, şartlarını da bilmek gerekir. Bu hususta Bediüzzaman’a sorulan bir suale, kısaca şu cevabı veriyor:
“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” mealindeki âyet o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’i münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir..
Münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber( A.S.M.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki âl-i beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid’a oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anhü, yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)a ilişmeseler, Hazreti Ali Radıyallahü Anhü o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter.” (E.L.1 78)
Hadislerde de münafıklar hakkında bahisler vardır. Ezcümle, S.M.l.cild.25. bab shf: 118 ve 50. kitab shf: 296 münafıklar hakkındadır.
Atıf notları:
-Münafıkların, hidayeti dalaletle değiştirmeleri, bak: 1301.p.
-Münafkılar lehinde yapılan istiğfar fayda vermez, bak: 1801.p.da bir âyet notu.
-Münafıklara karşı cihad, izhar-ı hüccet ile olur, bak: 571.p.
-Münafığın konuşmasından tanınması, bak: 2216.p.
-Ahkâm-ı diniyeye sadakat göstermemenin nifak alâmeti olduğu, bak: 1526.p.
-Bu da iyi eserdir deyip münafıkların nazarları harice çekip dağıtma planı, bak: 3098.p.