2493- MU’CİZE معجزه : Bu kelime (acz) kökünden gelmektedir. Hiçbir kimsenin yapabilmesi imkânı olmayan hârika bir şey. Başka bir ifade ile; Allah’tan başka hiçbir kimsenin yapamayacağı ve âciz kalacağı fevkalâde hâdisedir.
Kur’anda mu’cize, bazan âyet veya âyat tabiriyle ifade edilir. Tahkikatımızda hadislerde de mu’cize ifadesine rastlayamadık. Fakat çok çeşitli mu’cize hâdiseleri hadislerde de beyan edilir.
2493/1- Esasen şu âlemde zerrelerden (atomlardan) yıldızlara kadar herşey hârikadır, mu’cizedir. Fakat bunların ekserisi bir sebeb ve kanuniyet ile halk ediliyor. Mu’cize ise, alışılan sebeb ve fıtrat kanunlarının haricinde, alışılmadık tarzda meydana getiriliyor.
Alışılmadık olmak sebebiyle, mu’cize inkâr edilmemelidir. Çünkü, meselâ: Tavuk yumurtadan, ağaç çekirdekten yapılıyor. Fakat dünyanın ilk devrelerinde ne tavuk var, ne yumurta, ne ağaç var, ne de çekirdek. O halde başlangıçta ya yumurta veya tavuğun; ağaç veya çekirdeğin şimdi görüp alıştığımızın dışında olarak yaratılmış olması mecburiyeti var. Pekçok nevileri bu kıyas ile düşünürsek görülür ki, başlangıçtaki gibi bugün bir ferdin meydana gelişini görsek, alışılmadık bir hârika ve mu’cize olarak göreceğiz. Çünki meydana gelen tavuk ise, yumurtadan çıkmayacak; eğer ilk yaratılan yumurta ise tavuktan olmayacak. Demek şimdi görüp alıştığımızın dışında olacak. O halde hârika hâdiseler mümkündür, muhal değildir. Birşey muhal olmayıp, mümkün olursa ve aleyhte zahir delil bulunmazsa, o şeyin vukuu inkâr edilemez.
Hem de büyüklüğünü düşünemediğimiz koskoca kâinatı halkeden Allah’ın sonsuz kudreti, gönderdiği peygamberleri tasdik için onlara mu’cizeler vermesinden âciz olması hiç mümkün değildir. (Bak: Adiyat, Bereket, Hanin-ül Ciz’, İnşikak-ı Kamer, Mir’ac)
2494- Peygamberlere Allah tarafından verilen mu’cizeleri asrımız insanlarına ilmî bir tarzda izah eden Risale-i Nur Kulliyatı ve bilhassa “Mektubat” atlı eserin Ondokuzuncu Mektub’u müstesna bir kaynaktır. Burada Risale-i Nur’dan örnek olarak nakledeceğimiz bazı kısımlar şöyledir:
“Mu’cize, dava-yı Nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise dava-yı Nübüvveti işitenler için, ikna edecek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir behadetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelal’in hikmetine münafi olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünki “akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.” (S.587)
2495- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın çendan her hali ve her tavrı, sıdkına ve nübüvvetine şahid olabilir; fakat her hali, her tavrı hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünki Cenab-ı Hak, onu beşer suretinde göndermiş, ta insanın ahval-i içtimaiyelerinde ve dünyevî, uhrevî saadetlerini ka-zandıracak a’mal ve harekâtlarında rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan âdiyat içindeki hârikulâde olan san’at-ı Rabbaniyeyi ve tasarruf-u kudret-i İlahiyeyi göstersin. Eğer ef’alinde beşeriyetten çıkıp hârikulâde olsaydı, bizzat imam olamazdı; ef’aliyle, ahvaliyle, etvariyle ders veremezdi.
Fakat yalnız nübüvvetini muannidlere karşı isbat etmek için hârikulâde işlere mazhar olur ve indelhace arasıra mu’cizatı gösterirdi. Fakat sırr-ı teklif olan imtihan ve tecrübe muktezasıyla, elbette bedahet derecesinde ve ister istemez tasdike mecbur kalacak derecede mu’cize olmazdı. Çünki sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihi bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz. Ebu Cehil de, Ebu Bekir gibi tasdik eder. İmtihan ve teklifin faidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.” (M.92) (Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) daima mu’cizelere istinad etmemesinin bir sırrı, bak: 1373, 2588.p.lar)
2496- “Sual: Neden hâdisat-ı i’caziye sair zaruri ahkâm-ı şer’iye gibi tevatür suretinde, pek çok tariklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?
Elcevab: Çünki ekser ahkâm-ı şer’iyeye, ekser nas, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu’cizat ise; herkesin, herbir mu’cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da bir def’a işitmek kâfi gelir. Adeta farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse, yeter. İşte bunun içindir ki; bazı olur, bir mu’cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat’i olduğu halde, onun ravisi bir-iki olur; hükmün ravisi on yirmi olur.” (M.95)
2496/1- “Peygamber Aleyhisselâm’ın zahirî hârikalarının herbirisi ahadî olup mütevatir değilse de, o ahadîlerin hey’et-i mecmuası ve çok nevi’leri, mütevatir-i bil’manadır. Yani, lafz ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O hârikaların nev’ileri üçtür.
Birincisi: “İrhasat” ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’ın nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardır. Mecusi Milleti’nin taptığı ateşin sönmesi, Sava Denizi’nin sularının çekilmesi, Kisra Sarayı’nın yıkılması ve gaibden yapılan tebşirler gibi şeylerdir..
İkinci Nev’: ihbarat-ı gaybiyedir ki, bilâhare vukua gelecek pek çok garib şeylerden bahsetmiştir..
Üçüncü Nev’: Hissî hârikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden taleb edilen mu’cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, Ay’ın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi...” (İ.İ.119) (Muhammed (A.S.M.) ın mu’cizatı çok mütenevvidir, bak: 2580,2581.p.lar)
2497- “Resul-i Ekrem aleyhissalatü Vesselâm iddia-yı nübüvvet etmiş; Kur’an-ı Azimüşşan gibi bir fermanı göstermiş ve ehl-i tahkikin yanında bine kadar mu’cizat-ı bahireyi göstermiştir. O mu’cizat hey’et-i mecmuasıyla dava-yı nübüvvetin vukuu kadar vücudları kat’idir. Kur’an-ı Hakîm’in çok yerlerinde en muannid kâfirlerden naklettiği sihir isnad etmeleri gösteriyor ki; o muannid kâfirler dahi mu’cizatın vücudlarını ve vukularını inkâr edemiyorlar. Yalnız kendilerini aldatmak veya etba’larını kandırmak için, hâşa sihir demişler.
2498- Evet mu’cizat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) yüz tevatür kuvvetinde bir kat’iyeti vardır. Mu’cize ise; Hâlik-ı Kâinat tarafından onun davasına bir tasdiktir; “Sadakte” hükmüne geçer. Nasılki sen bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: “Padişah beni filan işe me’mur etmiş”. Senden o davaya bir delil istenilse; padişah “Evet” dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse; “evet” sözünden daha kat’i, daha sağlam, senin davanı tasdik eder.
Öyle de, Resul-i Ekrem aleyhissalatü Vesselâm dava etmiş ki: “Ben, şu kâinat Hâlikının meb’usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte parmaklarıma bakınız; beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamer’e bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki-üç adama ancak kâfi geldiği halde; işte ikiyüz-üçyüz adamı tok ediyor.” Ve hakeza... yüzer mu’cizatı böyle göstermiştir.
2499- Şimdi şu zatın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti yalnız mu’cizatına münhasır değildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef’ali, ahvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Hatta meşhur ülema-i Benî israiliyeden Abdullah İbn-i Selâm gibi pek çok zatlar, yalnız o Zat-ı Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın simasını görmekle: “Şu simada yalan yok! Şu yüzde hile olamaz!” diyerek imana gelmişler.
Çendan muhakkikîn-i ülema, delail-i nübüvveti ve mu’cizatı bin kadar demişler; fakat binler, belki yüzbinler delail-i nübüvvet vardır. Ve yüzbinler yol ile yüzbinler muhtelif fikirli adamlar, o zatın nübüvvetini tasdik etmişler. Yalnız Kur’an-ı Hakîm’de kırk vech-i i’cazdan başka, nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bin bürhanını gösteriyor.” (M.90)
2500- Not: Risale-i Nur Külliyatından; Ondokuzuncu Mektub olan Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi, üçyüzden fazla mu’cizeyi nakleder. Burada ise, ondan bazı parçalar alınmıştır. Bu sebeble parçalar arasında görülecek mana münasebetindeki uzaklıklara, buna göre bakılmalıdır. Ta ki, mana münasebetini görmekte zorluk çekilmesin.
2501- “Mukaddime: Malumdur ki cemaatler içinde vuku bulan hâdiseler, ahadî bir surette nakledilse, tekzib edilmediği vakit, doğruluğunu gösterir. Çünki insanın fıtratında yalana yalandır demeye cibillî bir meyil vardır. Hususan, her kavimden ziyade yalana karşı sükût etmez Sahabeler olsa; hususan hâdiseler, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a taalluk etse ve bilhassa nakleden meşahir-i Sahabeden olsa; elbette o haber-i vâhid sahibi, o hâdiseyi gören cemaatı temsil eder hükmünde rivayet eder. Halbuki şimdi bahsedeceğimiz mu’cizat-ı maiyeyi, herbir misali çok ta-riklerle, çok Sahabelerin ellerinden, binler Tabiînin muhakkikleri el atıp almışlar; sağlam olarak ikinci asır müçtehidlerinin ellerine vermişler. Onlar da, kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele ta asrımıza gelmiş.
Hem Asr-ı Saadet’te yazılan Kütüb-ü Ehadisiye sağlam olarak devredilip ta Buhari ve Müslim gibi ilm-i hadisin dâhî imamlarının eline geçmiş. Onlar da, kemal-i tahkik ile meratibini tefrik ederek, sıhhati şüphesiz olanları cem’ederek bize ders vermişler, takdim etmişler. (Cezahümullahü hayran kesira)
2502- İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek parmaklarından suyun akması ve pek çok adama içirmesi mütevatirdir. Öyle bir cemaat nakletmiş ki, yalana ittifakları muhaldir. Şu mu’cize, gayet kat’idir. Hem üç def’a, üç mecma-ı azîmde tekerrür etmiş.
Başta Buhari, Müslim, imam-ı Malik, İmam-ı Şuayb, İmam-ı Katade gibi pek çok ehl-i sahih bir cemaat, Sahabelerden başta hâdim-i Nebevî Hazret-i Enes, Hazret-i Cabir, Hazret-i İbn-i Mes’ud gibi meşahir-i sahabenin bir cemaatinden, parmaklarından suyu kesretle akması ve orduya içirmesi nakl-i sahih-i kat’i ile beyan edilmiştir.” (M.120)
2503- “Malumdur ki: Ceziret-ül Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için ahalisi, hususan bidayet-i İslâmdaki Sahabeler, dıyk-ı maişete maruzdular. Hem, susuzluğa çok def’a giriftar oluyorlardı. İşte bu hikmete binaen, mu’cizat-ı bahire-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’ın mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş. Bu hârikalar, dava-yı Nübüvvete delil ve mu’cize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a bir ikram-ı İlahî, bir ihsan-ı Rabbanî, bir ziyafet-i Rahmaniye hükmündedir. Çünki o mu’cizatı görenler nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mu’cize zuhur ettikçe iman ziyadeleşir, nurun alâ nur olur.” (M.119)
2504- “Mu’cizat-ı Nebeviyenin bereket-i taam hususunda olan kısmın-dan bir kaç kat’i ve manen mütevatir misaline işaret edeceğiz. Şu gelecek bereketli mu’cizat misalleri, herbiri müteaddit tarikle, hatta bazıları onaltı tarikle sahih bir surette nakledilmiş. Ekserisi, bir cemaat-ı kesire huzurunda vukubulmuş; o cemaat içinde muteber, ve sadık insanlar onlardan bahsedip nakletmişler: Meselâ: “Sa’ denilen dört avuç taamdan yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar”, naklediliyor. O yetmiş adam,onun sözünü işitiyor, tekzib etmiyor. Demek sükût ile tasdik ediyorlar. Halbuki o asr-ı sıdk ve hakikatta ve o hak-perest ve ciddi ve doğru adam olan sahabeler, zerre miktar yalanı görse, red ve tekzib ederler. Halbuki bahsedeceğimiz vakıaları çoklar rivayet etmiş ve ötekiler de sükût ile tasdik etmişler. Demek herbir hâdise, manen mütevatir gibi kat’idir.” (M.112)
2505- “Başta Buhari, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Hazret-i Cabir İbn-i Abdullah-il Ensari beyan ediyor: Biz bin beşyüz kişi, Gazve-i Hudeybiye’de susadık. Resul-i Ekrem Aleyhissatü Vesselâm; kırba denilen deriden bir kap sudan abdest aldı, sonra elini içine soktu. Gördüm ki: Parmaklarından çeşme gibi su akıyor... Bin beşyüz kişi içip, kaplarını o kırbadan doldurdular. Salim İbn-i Eb-il Ca’d, Cabir’den sormuş: “Kaç kişi idiniz?” Cabir demiş ki: “Yüzbin kişi de olsaydı, yine kâfi gelirdi. Fakat biz, onbeş yüz (yani bin beşyüz) idik.” İşte şu mu’cize-i bahirenin ravileri, manen bin beşyüz kadardırlar. Çünki fıtrat-ı beşeriyede, yalana yalan demek bir meyl-i arzusu vardır. Sahabeler ise, sıdk ve doğruluk için, can ve mal ve peder ve validelerini ve kavim ve kabilelerini feda edip, sıdk ve hak için fedai oldukları halde; hem “Benden bilerek yalan birşey haber veren, Cehen-nem ateşinden yerini hazırlasın!” (Bak: 429.p.) mealindeki hadis-i şerifin tehdidine karşı, yalana mukabil sükût etmeleri mümkün değildir. Madem sükût ettiler; o haberi kabul ettiler, manen iştirak edip, tasdik ediyorlar demektir.” (M.121)
2506- Şimdi enva-ı mu’cizattan bir kaçı nakledilecek:
“Mihmandar-ı Nebevî Ebu Eyyüb-il Ensarî hanesini teşrif-i Nebevî hengamında Ebu Eyyüb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ve Ebu Bekir-i Sıddık’a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti:اُدْعُ ثَلاَثِينَ مِنْ اَشْرَافِ اْلاَنْصَارِ Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سِتِّينَ Altmış daha davet ettim; geldiler, yediler. Sonra ferman etti: اُدْعُ سَبْعِينَ1 Yetmiş daha davet ettim; geldiler, yediler. Kablarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında İslâmiyete girip, biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüzseksen adam yediler.” (M.114)
2507- “Bir nükte-i mühimme: Eğer denilse: Neden Gazve-i Hendek’te dört avuç taamla bin adamı doyurmak olan mu’cize-i taamiye ve mübarek parmaklarından akan su ile, bin kişiye suyu doyuruncaya kadar içiren mu’cize-i maiye, neden şu Hanin-i ciz’ mu’cizesi gibi şa’şaa ile çok kesretli tariklerle nakledilmemiş? Halbuki o ikisi, bundan daha ziyade bir cemaatte vuku bulmuş.
Elcevab: Zuhur eden mu’cizeler, iki kısımdır. Bir kısmı, nübüvveti tasdik ettirmek için Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm elinde izhar ediliyor. Hanin-i Ciz’ şu nevidendir ki, sırf nübüvvetin tasdiki için bir hüccet olarak zuhura gelmiş ki; mü’minlerin imanını ziyadeleştirmek ve münafıkları ihlasa ve imana sevketmek ve küffarı imana getirmek için zahir olmuş. Onun için, avam ve havas, herkes onu gördü; onun neşrine fazla ihtimam edildi.
Fakat şu mu’cize-i taamiye ve mu’cize-i maiye ise; mu’cizeden ziyade, bir keramettir; belki kerametten ziyade, bir ikramdır; belki ikramdan ziyade, ihtiyaca binaen bir ziyafet-i Rahmaniyedir. Onun için, çendan dava-yı nübüvvete delildir ve mu’cizedir, fakat asıl maksad ordu aç kalmış, bir çekirdekten bin batman hurmayı halkettiği gibi, Cenab-ı Hak hazine-i gaybdan bir sa’ taamdan, bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya Kumandan-ı Azam’ın parmaklarından, ab-ı kevser gibi su akıttırıp içiriyor.” (M.131)
2508- Hem “bir menba’-ı garaib olan Gazve-i Kübra-yı Bedir’de, Ukkaşe İbn-i Mihsan-il Esedî’nin, müşriklerle döğüşürken kılıncı kırıldı. Re-sul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ona kılınca mukabil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla harbet.” Birden değnek biiznillah uzun, beyaz bir kılınç oldu. Onunla harbetti. Hayatı mikdarınca, ta Yemame Harbi’nde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı. Şu hâdise, kat’idir. Çünki Ukkaşe, bütün hayatında onunla iftihar etmiş ve o kılınç, “El-Avn” namıyla meşhur olmuş. İşte Hazret-i Ukkaşe’nin iftiharı ve kılıncın Avn namıyla kılınçların fevkinden iştiharı, şu hâdisenin iki hüccetidir.” (M.137)
2509- Hem “İbn-i Abd-il Berr gibi bir allame-i asır ve ehl-i tahkikin büyüklerinden nakl ve tashih ediyorlar ki: Gazve-i Uhud’da, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın halazadesi olan Abdullah İbn-i Cahş harbederken kılıncı kırıldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, ona bir değnek verdi. O değnek onun elinde bir kılınç oldu. Onun ile harbetti O eser-i mucize olan kılınç, baki kaldı. Meşhur İbn-i Seyyid’in-Nas siyerinde haber veriyor ki: Bir zaman sonra Abdullah, o kılıncı Bugay-ı Türkî namında bir adama iki yüz liraya sattı. İşte bu iki kılınç, Asa-yı Musa gibi birer mu’cizedir. Fakat Asa-yı Musa, vefat-ı Musa’dan sonra vech-i i’cazı kalmadı, fakat şunlar baki kaldılar.” (M.137)
2510- Hem (8:17) “وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى nass-ı kat’îsiyle ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin tahkikıyla ve umum ehl-i hadisin ihbarıyla, Gazve-i Bedir’de, şu âyet haber veriyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm bir avuç toprak ile küçük taşları aldı, küffar ordusunun yüzüne attı, شَاهَتِ الْوُجُوهُ dedi. شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi bir kelâm iken, onların herbirinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç toprak dahi, herbir kâfirin gözüne gitti, herbiri kendi gözü ile meşgul olup, hücumda iken, birden kaçtılar.
2511- Hem Gazve-i Huneyn’de, başta İmam-ı Müslim olarak ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Gazve-i Huneyn’de Bedir gibi küffar, şiddetle hücum ederken, yine bir avuç toprak atıp شَاهَتِ الْوُجُوهُ diyerek, herbirinin kulağına bir شَاهَتِ الْوُجُوهُ kelimesi girdiği gibi; biiznillah, herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti. Gözleriyle meşgul olup, kaçtılar. İşte Bedir'de ve Huneyn'deki hârika olan şu hâdise, esbab-ı âdi ve kudret-i beşer dâhilinde olmadığından, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى ferman eder. Yani, o hâdise kudret-i beşer haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil, belki fevkalâde bir surette kudret-i İlahiye ile olmuştur.” (M.135)
2512- “Beş-altı tarikle, manevi bir tevatür hükmünü almış kurt hâdisesidir ki; bu kıssa-i acibe, çok tariklerle meşhur sahabelerden nakledilmiş. ezcümle; Ebu Said-il Hudrî ve Seleme İbn-i Ekva’ ve İbn-i Ebi Veheb ve Ebu Hureyre ve bir vak’a sahibi çoban (Uhban) gibi müteaddit tariklerle haber veriyorlar ki: Bir kurt, keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Zi’b demiş: “Allah’tan korkmadın, benim rızkımı elimden aldın.” Çoban demiş: “Acaib, zi’b konuşur mu?” Zi’b ona demiş: “Acib senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zat varki; sizi Cennet’e davet ediyor, Peygamberdir, onu tanımıyorsunuz!” Bütün tarikler kurdun konuşmasında müttefik olmakla beraber, kuvvetli bir tarik olan Ebu Hüreyre, ihbarında diyor ki: Çoban kurda demiş: “Ben gideceğim, fakat kim benim keçilerime bakacak?” Zi’b demiş: “Ben bakacağım.” Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı görmüş, iman etmiş, dönüp gitmiş. Zi’bi, çoban bulmuş. Zayiat yok. Bir keçi ona kesmiş; çünkü ona üstadlık etmiş. Bir tarikte: Rüesa-yı Kureyş’ten Ebu Süfyan ile Safvan, bir kurdu gördüler, bir ceylanı takip edip Harem-i Şerif’e girdi. Kurt dönmüş; sonra taaccüb etmişler. Kurt konuşmuş, Risalet-i Ahmediyeyi haber vermiş. Ebu Süfyan, Safvan’a demiş ki: “Bu kıssayı kimseye söylemiyelim; korkarım, Mekke boşalıp onlara iltihak edecekler.” Elhasıl, kurt kıssası kat’i ve manevi mütevatir gibi kanaat verir.2
2513- Beş-altı tarikle, mühim sahabelerden nakledilen cemel hâdisesidir ki, ezcümle: Ebu Hureyre ve Sa’lebe İbn-i Malik ve Cabir İbn-i Abdullah ve Abdullah İbn-i Cafer ve Abdullah İbn-i Ebi Evfa gibi müteaddit tarikler ve o tariklerin başındaki sahabeler, müttefikan haber veriyorlar ki: Deve gelmiş, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a tahiyye-i ikram nev’inden secde edip konuşmuş. Ve birkaç tarikte haber veriliyor ki: O deve; bir bağda kızmış, vahşi olmuş, yanına kimseyi sokmuyor, hücum ediyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm girdi; deve geldi, ikramen secde etti, yanında ıhdı. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm yular taktı. Deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a dedi: “Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar, şimdi de beni kesmek istiyorlar, onun için kızdım.” Deve sahibine söyledi: “Böyle midir?” “Evet” dediler.”( M.152)
2514- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın hıfzı ve ismeti bir mu’cize-i bahiredir. (5:167) وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyet- i kerimesinin hakikat-ı bahiresi, çok mu’cizatı gösterir.
Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine; belki umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu. Halbuki onun amucası, en büyük düşman ve kavm ve kabilesi düşman iken; yirmiüç sene nöbetdarsız, tekellüfsüz, muhafazasız ve pek çok def’a su’-i kasde maruz kaldığı halde, kemal-i saadetle rahat döşeğinde vefat edip Mele-i A’laya çıkmasına kadar hıfz ve ismeti,وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ ne kadar kuvvetli bir hakikatı ifade ettiğini ve ne kadar metin bir nokta-i istinad olduğunu, güneş gibi gösterir.
Biz yalnız nümune için, kat’iyyet kesbetmiş birkaç hâdiseyi zikredeceğiz.” (M.158)
2515- “Gazve-i Gatafan ve Enmar’da müteaddit tariklerle eimme-i hadis haber veriyorlar ki: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, tam Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın başı üzerine gelerek, yalın kılınç elinde olduğu halde, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a dedi: “Kim seni benden kurtaracak?”
Demiş: “Allah”. Sonra böyle dua etti: اكْفِنِيهِ بِمَا شِئْتَ Birden o Gavres; iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer, o kılınç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm kılıncı eline alır, “Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra afveder.
O adam gider taifesine. O pek çür’etkâr, cesur adama herkes hayrette kalır: “Ne oldu sana; ne için bir şey yapamadın?” dediler. O dedi: “Hâdise böyle oldu. Ben şimdi, insanların eniyisinin yanından geliyorum.” (M.159)
2516- Hem “nakl-i sahih ile haber veriliyor ki: Gazve-i Uhud’da veya Huneyn’de Şeybe İbn-i Osman-el Hacebî-ki Hazret-i Hamza onun hem amucasını, hem pederini öldürmüştü- intikamını almak için, gizli geldi. Ta Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın arkasından yalın kılınç kaldırdı. Birden kılınç elinden düştü. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ona baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: “O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdı.” İmana geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etti: “Haydi git, harbet!” Şeybe dedi: Ben gittim, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm önünde harbettim. Eğer o vakit pederim de rastgelseydi, vuracaktım.” (M.161)
2517- Hem “başta Buhari, Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki, Gazve-i Hayber’de bir Yahudi kadını, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş, gayet müessir bir zehir ile zehirlemiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a göndermiş. Sahabeler yemeye başladılar.
Birden ferman etti:3 اِرْفَعُوا اَيْدِيَكُمْ اِنَّهَا اَخْبَرَتْنِى اَنَّهَا مَسْمُومَةٌ Yani, pişirilen keçi bana der ki: “Ben zehirliyim” diye haber veriyor. Herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin te’sirinden, Bişr İbn-il Berra’, aldığı bir tek lokmadan vefat etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, o Zeyneb ismindeki kadını çağırdı. Ferman etti: “Neden böyle yaptın?” O menhuse dedi: “Eğer peygamber isen, sana zarar vermiyecek; eğer padişah isen, insanları senden kurtarmak için yaptım.” Bazı rivayette onu öldürtmemiş, bazı tarikte öldürtmüş. Ehl-i tahkik demiş ki: Kendi öldürtmemiş; fakat Bişr’in veresesine verilmiş, onlar öldürmüşler.” (M.136)
2518- Hem yine “başta İmam-ı Buhari ve İmam-ı Müslim ve eimme-i hadis Hazret-i Aişe’den naklediyorlar ki: (5:167) وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ âyeti nâzil olduktan sonra, arasıra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı muhafaza eden zâtlara ferman etti: يَا اَيُّهَا النَّاسُ انْصَرِفُوا فَقَدْ عَصَمَنِى رَبِّى عَزَّ وَجَلَّ4 Yani: “Nöbetdarlığa lüzum yok; benim Rabbim, beni hıfzediyor.”
İşte şu risalede, baştan buraya kadar gösteriyor ki: Şu kâinatın her nev’i, her âlemi; Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tanır, alâkadardır. Herbir nev’-i kâinatta, onun mu’cizatı görünüyor. Demek o Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) Cenab-ı Hakk’ın -fakat kâinatın Hâlikı itibariyle ve bütün mahlukatın Rabbi ünvanıyla- me’murudur ve resulüdür.
Evet nasılki bir padişahın büyük ve müfettiş bir me’murunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur; çünki umumun padişahı namına bir me’muriyeti var. Eğer meselâ yalnız adliye müfettişi olsa, o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez.
Öyle de, anlaşılıyor ki; bütün devair-i saltanat-ı İlahiyede, melekten tut, ta sineğe ve örümceğe kadar herbir taife, onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek Hatem-ül Enbiya ve Resul-ü Rabb-il Âlemîn’dir. Ve umum enbiyanın fevkinde risaletinin şümulü var.” (M.161)
2519- “Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, madem Habib-ü Rabb-il Âlemîn’dir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu’cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbanî, nasıl oluyor Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlub oluyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nev’-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Ta ki, o nev’-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemal’in kavanin-i meşietine itaate alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu’cizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace, münkirlerin inkârını kırmak için mu’cizeler gösterdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir.öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile te’sis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere giriniz!” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Ta tamamıyla hikmet-i ilahiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatı göstersin.” (L.81)
2520- Şimdi de “umûr-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrederiz:
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı sahabe içinde ferman etmiş ki: اِبْنِى حَسَنٌ هذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللّٰهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ İşte kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile müsalaha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.” (M.98)
2521- “Hem nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş:
يُقْتَلُ عُثْمَانُ وَهُوَ يَقْرَاُ الْمُصْحَفَ وَاِنَّ اللّهَ عَسَى اَنْ يُلْبِسَهُ قَمِيصًا وَاِنَّهُمْ يُرِيدُونَ خَلْعَهُ
deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal’i istenileceğini ve mazlum olarak Kur’an okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.”(M.103)
2522- “Hem nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş ki: وَتُفْتَحُ خَيْبَرُ عَلَى يَدَىْ عَلِىٍّ5 deyip, “Hayber Kal’asının fethi, Ali’nin eliyle olacak.” Me’mülün pek fevkinde ikinci gün bir mu’cize-i Nebeviye olarak Hayber Kal’asının kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek, fethe muvaffak olduktan sonra kapıyı yere atmış; sekiz kuvvetli adam, o kapıyı yerden kaldıramamış; bir rivayette kırk adam kaldıramamış.” (M.107)
2523- “Hem ferman etmiş ki: اِنَّ الْفِتَنَ لاَ تَظْهَرُ مَا دَامَ عُمَرُ حَيًّا6 diye, “Hz. Ömer sağ kaldıkça, içinizde fitneler zuhur etmez!” haber vermiş, öyle de olmuş.” (M.108)
2524- Birkaç nümunesini arzettiğimiz bu mu’cizeler gibi Peygamberimiz (A.S.M.) ın mazi ve müstakbel zamanlarına ait verdiği pekçok mu’cizevî gaybî ihbarları karşısında, nübüvvetini kabul etmekten başka bir izah yolu yoktur.
“Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akıllı bir adam idi” deyip geçme. Çünki şu umûr-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (A.S.M.) iki şıktan hâlî değil; ya diyeceksin ki: O Zat-ı Kudsî’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise, beşerde olamaz; eğer olsa, Hâlik-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i azamdır. Veyahut inanacaksın ki: O Zat-ı Mübarek, öyle bir Zat’ın memuru ve şakirdidir ki, herşey O’nun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün enva-i kâinat ve bütün zamanlar, O’nun taht-ı emrindedir. Defter-i Kebir’inde herşey yazılıdır. İstediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm, Üstad-ı Ezelî’sinden ders alır, öyle ders verir.” (M.110) (Bak: Gayb)
Bir atıf notu:
-Fir’avun hakkında Kur’anın bir ihbar-ı gayb mu’cizesi, bak: 974.p.
2525- “Nübüvvetin isbatı, ancak mu’cizeler ile olur. En büyük mu’cizesi ise, Kur’an-ı Kerim’dir. Evet Kur’anın mu’cize olduğu, âlem-i İslâmca kabul ve tasdik edilmiş bir hakikattır.” (İ.İ.121)
“Herşeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden (6:59)وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ Âyet-i Kerimesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerim, zahiren ve batınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerim’in işaratından fehmettiğime göre; mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşci’ etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir. Evet mazi, istikbalin ayinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir.” (İ.İ. 206) (Devamı 3769.p.da)
Bir atıf notu:
-Mu’cizat-ı enbiya âyetleri birer hikâye-i tarihiye değil, bak: 2109.p.
2526- “Evet Kur’anın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehmediyoruz ki: Kur’an, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşeri, istikbalde o mu’cizatın nazirelerini terakki ile vücuda geleceğine beşere ders verip teşvik ediyor:
“Haydi çalış, bu mu’cizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git! İsa Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış! Hazret-i Musa’nın asası gibi taştan ab-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar! İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmıyacak maddeleri bul, giy! Bazı Enbiyalar gibi Şark ve Garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör! Davud Aleyhisselâm gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medar olmak için demiri balmumu gibi yap!
Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâm’ın birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mu’cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklidlerini yapınız.”
İşte buna kıyasen Kur’an, her cihetle beşeri maddî, manevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu isbat ediyor.” (H.Ş.33)
2527- Evet nev-i beşer “kâinatın ihtiva ettiği bütün nevi’lerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında; beşerin telahuk-u efkâriyle meydana gelen binlerce fünun sayesinde, (2:31) وَ عَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.” (İ.İ.207) (Bak: Terakkiyat)
2528- “Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın mütevatir ve kat’i bir mu’cize-i kübrası, “Şakk-ı Kamer”dir. Evet, şu inşikak-ı Kamer; çok tariklerle mütavatir bir surette, İbn-i Mes’ud, ibn-i Abbas, ibn-i Ömer, imam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok Eazım-ı Sahabeden müteaddit tariklerle haber verilmekle beraber, nass-ı Kur’anla (54:1) اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ âyeti o mu’cize-i kübrayı âleme ilan etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler, belki yalnız “sihirdir!” demişler. Demek kâfirlerce dahi Kamer’in inşikakı kat’idir.
Şu mu’cize-i kübrayı, şakk-ı Kamer’e dair yazdığımız Otuzbirinci Söz’e zeyl olan Şakk-ı Kamer Risalesi’ne havale ederiz.
2529- “Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nasılki arz ahalisine inşikak-ı Kamer mu’cizesini göstermiş, öyle de: Semavat ahalisine, Mi’rac mu’cizesi-i ekberini göstermiştir. İşte Mi’rac denilen şu mu’cize-i azamı, Otuzbirinci Söz olan Mi’rac Risalesi’ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu’cize-i kübrayı, ne kadar nurani ve âlî ve doğru olduğunu kat’i bürhanlarla, hatta mülhidlere karşı da isbat etmiştir.
Yalnız mu’cize-i Mi’racın mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis seyahatı ve sabahleyin Kureyş kavmi, ondan beyt-ül Makdis’in tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mu’cizeyi bahsedeceğiz Şöyle ki:
2530- Mi’rac gecesinin sabahında, Mi’racını Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: “Eğer Beyt-ül Makdis’e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis’in kapılarını ve duvarlarını ve ahvalini bize tarif et!” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman ediyor ki:
فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلَّى اللّٰهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتَّى رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَ اَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ
Yani:”Onların tekziblerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül Makdis’i bana gösterdi; ben de Beyt-ü Makdis’e bakıyorum, birer birer herşey’i tarif ediyordum. İşte o vakit Kureyş baktılar ki; Beyt-ül Makdis’ten doğru ve tam haber veriyor.” (M.179)
2531- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Kur’andan sonra en büyük mu’cizesi, kendi zatıdır. Yani: Onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna dost ve düşman ittifak ediyor-lar. Hatta şecaat kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu “Harbin deh-şetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın arkasına iltica edip tahassun ediyorduk.” Ve hakeza bütün ahlâk-ı hamidede en yüksek ve yetişilmiyecek bir dereceye malik idi. Şu mu’cize-i ekberi, Allame-i Mağrib Kadı iyaz’ın Şifa-i Şerif’ine havale ediyoruz. Elhak o zat, o mu’cize-i ahlâk-ı hamideyi pek güzel beyan edip isbat etmiştir.
Hem pek büyük ve dost ve düşmanla musaddak bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) , Şeriat-ı Kübrasıdır ki, ne misli gelmiş ve ne de gelecek. Şu mu’cize-i azamın bir derece beyanını, bütün yazdığımız otuzüç Söz ve otuzüç Mektuba ve otuzbir Lem’aya ve onüç Şuaya havale ediyoruz.” (M.179)
Bir atıf notu:
-Peygamberimiz’in (A.S.M.) şecaatı, bak: 669.p.
2532- “Bu parça, altın ve elmas ile yazılsa liyakatı var:
Evet sabıkan bahsi geçmiş: Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi; (8:17) وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ sırrıyla, aynı avucunda küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları inhizama sevketmesi; (54:1) وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile, aynı avucunun parmağıyla Kamer’i iki parça etmesi; ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu’cize-i kudret-i İlahiye olduğunu gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a’daya karşı, küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer’i parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, ab-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir Zat’ın birtek eli, böyle acib mu’cizata mazhar ve medar olsa; o Zat’ın, Hâlik-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı? ..” (M.140)
Atıf notları:
-Musa (A.S.)’ın dokuz mu’cizesi, bak: 3436.p.
-Mu’cizeler arasında en acib olanları, bak: 3285.p.
-Mu’cizelere inanmak istemeyenlerin sihir isnad etmeleri, bak: 3411.p.ta âyet notları.
1Şifa-i Şerif (Hi.1290 İst.) ci: l shf:242
2Şifa-i Şerif (Hi.1290 İst.) ci: l shf: 263,264
3S.M. ci.5 shf: 422 hadis: 76,81
4Tirmizi tefsir-i sure/5,4
5 S.B.M. hadis: 1236 ve S.M. ci: 5 shf: 482 hadis: 132 ve ci: 7 shf: 307 hadis 32-34
6Hz. Ömer'in (R.A.) "fitneyi önleyen kapı" vasfıyla tavsifi de mevzu ile alâkalıdır. S.M. ci: l shf: 193 hadis: 231 ve ci: 8 shf: 422 hadis: 26 ve 36. kitab-ül fiten hadis: 3955 ve Tirmizi 31. kitab 71. bab ve Ahmed İbn-i Hanbel hâmis shf: 401,405.