3308- SEFAHET سفاهة : (Sefeh) Zevk ve eğlenceye düşkünlük. (Bak Dalalet, Gençlik, Günah, Lezzet, Musiki, Nazar-ı Haram, Nefs-i Emmare, Takva)
“Lügaten “sefeh”, rey ü evişte hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanından neş’et eder. Yani ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir ki, mukabili ağır başlılık, tam akıllılıktır. Şer’an da akıl ve dinin muktezası hilafına harekettir ki, mukabili rüşd ü sedaddır. Lisanımızda sefahet de bu manada müteareftir. Hasılı sefeh ve sefahet; re’y ü fikirde heva ve hevese tabi olma, akıl ile değil, zevk ile hareket etmektir.” (E.T. 234)
Böyle sefihlerin mallarının mülkiyet hakkı sabit kalmakla beraber tasarrufunda hacr (malını istediği gibi kullanma serbestliğinin verilmemesi) fıkıhta zikredilir.
3309- “Nisa Sure-i Şerifesinin 5. âyetinin matlaı olan (4:5) وَلاَ تُؤْتُوا السُّفَهَٓاءَ اَمْوَالَكُمُ “mallarını sefihlere vermeyiniz” kavl-i şerifini de Buhari bu babının ünvanında zikrediyor.... Üzerlerinde vilayet-i hassası bulunan reis-i ailenin servetini sefahete meyyal kadınların ve hizmetçilerin ellerinde mahv ü tebah olmaktan memnu’ bulunduğunu ifade etmektedir... İbn-i Kesir, (4:5) وَلاَ تُؤْتُوا السُّفَهَٓاءَ اَمْوَالَكُمُ kavl-i şerifinin tefsirinde, süfehanın hacri ve mallarında tasarruftan men’olunmaları bu âyet-i kerimeden alınmıştır, demiştir. Yukarıda esbab-ı hacri izah ederken bunun sıgar-ı sinn, cünun, ateh, sefeh gibi bir takım sebebleri olduğunu bildirmiş, sefaheti de müstakil bir sebeb-i hacr olarak göstermiştir.
Sefeh’i, fukaha-yı Hanefiye: Şer’in muktezası hilafına harekettir ve heva arzuya ittibadır diye tarif etmişlerdir. Sefihin âdetinden biri de hatta birincisi tarz-ı maişette, tasarruf-u emvalde israf ve tebzirdir. Hem de hiç bir garaz ve gayeye müstenid olmayarak, yahud da ehl-i diyanetten hiç bir sahib-i akıl ve şuurun garaz ve menfaat tasavvur etmediği yolda israftır. Lu’b ve lehve dökülen servetler gibi. Ticarette memduh olmayan aldanmalar da sefehden addedilmiştir..
Ebu Hanife Hazretleri, sefahet sebebiyle hacrı muvafık bulmamıştır. İmam-ı Züfer’in içtihadı da böyledir. İbrahim-i Nahaî’nin, Muhammed İbn-i Sirin’in mezhebleri de böyledir.
Öbür tarafta Ebu Yusuf, Muhammed, Malik, Evzai, Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr, sefihin hacrini kabul etmişlerdir. Bu içtihad Ali, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr, Aişe Radıyallahü Anhüm’den de menkuldür.” (S.B.M. ci: 7, sh: 406) (Bak: İsraf)
3310- Sefahete teşvik eden ve anarşiye kapı açan bir şahs-ı manevi ile Bediüzzaman’ın bir münazarası:
“Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki Lise Mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar... kat’i müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım... Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar, ağladığımı işittiler... geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.
Evet gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasılki bu yaz ve güzün âhiri kıştır. Öyle de: Gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın eli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalalet ve sefahetin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.
3311- Ben o Eskişehir hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalaleti terviç eden bin şahs-ı manevi, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: “Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”
Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalalet ve sefahete atılıyorsun, kat’iyyen bil ki: Senin dalaletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazı ölmüş ve madumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalalet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi itikadsızlığın cihetiyle yine madum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgahtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları, ecel celladının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihane cüz’î lezzetini zir ü zeber eder.
Eğer dalaleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine girsen iman nuruyla göreceksin ki: O geçmiş zaman-ı mazi madum ve her şeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcud ve istikbale inkılab eden nurani bir âlem ve baki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennet’in bir nevi manevi lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık... belki iman gözüyle görünür ki:
Saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve ni’metlerle dolduran bir Rahman-ı Rahim-i Zülcelali Ve-l İkram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre baki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakiki ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.
3312- O muannid döndü dedi: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyf ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşıyacağız.”
Cevaben dedim: “Hayvan gibi olamazsın. Çünki hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişelere korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar. Hâlikına şükreder. Hatta kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister. Fakat o his dahi gider. O elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlahiye, gaybı bildirmemektedir. Ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan masum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler; senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakikat budur. Ya aklını, çıkar at, hayvan ol kurtul! Veya aklını imanla başına al. Kur’anı dinle, Yüz derece hayvandan ziyade bu fani dünyada dahi safi lezzetleri kazan!...” diyerek onu ilzam ettim.
3313- Yine o mütemerrid şahıs döndü dedi: “Hiç olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaşarız.”
Cevaben dedim: “Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünki onlar bir Peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalata medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumi olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalatü Vesselâm’ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir Peygamberi, hatta Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün Peygamberleri ve Allah’ı ve kemalatı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskidenberi her dinden İslâmiyete giriyorlar. Ve hiç bir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasrani olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir halete girer.” isbat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu. Cehennem’e gitti.” (Ş. 198-200)
“Dördüncü Meyve: Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp sûri zînet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklid etme. Çünki sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünki senin başındaki akıl, meş’um bir âlet olur. Senin başını daima döğecektir. Meselâ: Nasılki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa’ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler.
İşte ey nefsim! Birinci saray, bir müslümandır. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyazübillah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latifeler, karanlığa düşer ve kalbinde müdhiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki ecnebiler, o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların manevî kemalât-ı ahlâkiyelerine medar olacak Hazret-i Musa ve İsa Aleyhimesselâm’a bir nevi imanları ve Hâliklarına bir çeşit itikadları kalabilir.
Ey nefs-i emmare! Eğer desen: “Ben, ecnebi değil, hayvan olmak isterim.” Sana kaç defa söylemiştim: “Hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki akıl oduğu için, o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla senin yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz güzel bir lezzet alır, zevkeder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar at, sonra hayvan ol. Hem كَاْلاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ sille-i tedibini gör.” (S. 362)
Bir atıf notu:
-Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur, bak: 2742.p.
3314- İşte bu zamanda “akibeti görmiyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın, yegane çaresi: Aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlup etmektir. (14:3) يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ âyetinin işaretiyle bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevi kırılacak şişe parçalarını ona tercih etmek ehli iman iken ehli dalelete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yeganesi, dünyada dahi Cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor..
İşte Risale-i Nur’daki ekser müvazeneler, küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevkeder.” (H.Ş. 8)
Bir atıf notu:
-Âhirzaman fitnesinde sefahetler, bak:985.p.
3315- İnsanları sefahete iten şehevata dair âyetlerden birkaç not:
-İnsanın şehevatına güzel görünüp en çok meylettiği kadınlar, oğullar, altın ve gümüş yığınları (para), salma atlar (zamanımızdaki hususi ve lüks vasıtalar), davarlar ve ekinler (gelir kaynakları) kabilinden olan dünya meta’larına aldanmamak: (3:14)
-Şehevat yoluyla cemiyeti ifsad etmek isteyenler: (4:27) (Bak: 166, 167.p.lar)
-Şehevata uyanların uhrevî cezası: (19:59)