DERSLER / Alfabetik Derlemeler ve Dersler

ELMAS SÖZLER

TAKDİM

Bu eser, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle telif ettiği Risale-i Nur Külliyatından hazırlanmıştır. Kur’an’ın bu ve gelecek asırları nurlandıracak en büyük ve harika tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatından Amentü’deki İman Esasları (Rükünleri) sırasına göre en veciz, en beliğ gördüğümüz bazı cümle ve parağrafları bu kitapçıkta bir araya getirdik.

Maksadımız, ihtiyacını hisseden ve meraklı insanlara, İman Esaslarını isbat eden bu çok kuvvetli delil ve hüccetlerden bazı nümuneleri, en veciz bir şekilde ve kısa-öz cümlelerle takdim etmektir.

Bu vecizelerin geçtiği bahisleri bütünüyle okumak arzu edenler; parağrafların altında verilen kitap ismi ve sayfa numaralarıyla, ilgili kısmı kolaylıkla bulabilirler. Bediüzzaman Hazretlerinin neşredilen eserlerinin bir listesi, kitabımızın sonunda verilmiştir. Kitapçılardan temin edilebilir.

Risale-i Nur, bu zamanımızın şiddetli ihtiyacı ile ortaya çıkan, İman’a ve İslâm’ın temel meselelerine dair her nevi soru ve şüphelere, en ikna edici ve aklî-mantıkî cevapları, Kur’an’dan alıp göstermiştir. Din’in yüzden fazla tılsımını keşfetmiş ve Kur’an’ın bir mu’cizesi olarak hem aklı, hem kalbi ikna ve terbiye eden bir büyük Mürşid olmuştur. Milyonlarca insanın Türkiye’de ve Dünya’da imanlarını kurtarmış ve dinsizliğin, imansızlığın belini kırmıştır.

Dünya ve Âhiret saadetinize vesile olması temennisi ile, bu küçük derlemeyi istifadenize sunuyoruz.

İttihad İlmî Araştırma Heyeti

Temmuz 2000

 

TEVHİD

 

  • Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz  olur? (Sözler sh: 49)
  • Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. (Şualar sh: 109)
  • Birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyi birtek şey yapmak, herşeyin Hâlıkına has bir iştir. (Sözler sh: 61)
  • Güzel bir çiçeğin dakik programını küçücük bir tohumunda derc etmek,  büyük bir ağacın sahife-i a’mâlini,  tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihâzâtını  küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir. (Sözler sh: 66)
  • Evet, kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş,  müzeyyen bir çiçek ve gayet musannâ ve murassâ bir meyve, elbette gayet san’atperver, mucizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehâsin-i san’atını zîşuura  okutturan bir ilânnamedir.  (Sözler sh: 68)
  • Bir elmayı halk edecek, elbette dünyada bütün elmaları halk etmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir.

Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma, o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir...
Bugünü halk eden, kıyamet gününü halk edebilir ve baharı icad edecek, haşrin icadına muktedir bir Zat olabilir...
Herşeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz. Ve birtek şeyi halk eden herşeyi yapabilir. (Sözler sh: 79)

  • Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ  sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, O’nu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren O’dur. O’nu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? (Sözler sh: 279)
  • Bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o  usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mucize ve harikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır. (Sözler sh: 280)
  • Şu zîhayatı halk etmek  ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda  tutmak lâzım gelir. (Sözler: sh: 295)
  • Eğer o zerre, bir Kadîr-i Mutlakın  memuru olmazsa ve nisbeti o Kadîr-i Mutlaktan kesilse, o vakit o zerreye herşeyi görür bir göz, herşeye muhit bir şuur vermek lâzımdır. (Sözler sh: 296)
  • Eğer herşey Kadîr-i Mutlaka verilmezse, birtek Allah’a mukabil, nihayetsiz, belki zerrât ı kâinat adedince ilâhları kabul etmek gibi, yüz derece muhal içindeki bir muhali mevcut kabul etmek gibi bir divanelik hezeyanına  düşmek lâzım gelir. (Sözler sh: 297)
  • Kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır  ve evâmir-i İlâhiyeye  musahharlardır. (Sözler sh: 386)
  • Semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor. (Sözler sh: 387)
  • Bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zirüzeber  olur ve insicam  hercümerce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvat kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke  yer bırakılmamış. (Sözler sh: 389)
  • Sizin âzâlarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu lâtif, kıymettar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden O’dur; bunları size vermiştir. Öyleyse yalnız Rab O’dur. Mâbud da O olabilir. (Sözler sh: 416)
  • Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri  teshir eden,  gece ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. Öyleyse, bir elmayı bir adama hakikî rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir. Ve O, ona hakikî Rezzak  olur. (Sözler sh: 418)
  • Tahavvülât-ı zerrat,  Nakkaş-ı Ezelînin  kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekvîniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır. Yoksa, maddiyyun  ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. (Sözler sh: 547)
  • Herbir zerre, eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufuyla hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse,  o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. (Sözler sh: 549)
  • Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san’atlı bir nakış nakkaşsız  olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran ef’âl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim be mevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır. (Sözler sh: 566)
  • Bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye Rab olamaz.  (Sözler sh: 591)
  • Sinek kanadından tut, tâ semâvat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike  yer yoktur ki parmak karıştırsın. (Sözler sh: 598)
  • Bütün mevcudat, bütün zerrat, bütün yıldızlar, herbiri Vâcibü’l-Vücudun ve Kadîr-i Mutlakın vücub-u vücuduna birer burhan-ı neyyirdir. Bütün kâinattaki silsilelerin herbiri Onun vahdaniyetine  birer delil-i kat’îdir. (Sözler sh: 605)
  • İşte, ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemal, tanımak istenilmezse, bu lisanları susturmalı. Madem ki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz, vahdaniyet şahitleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler. (Sözler sh: 669)
  • Bir zerreye hakikî rab olmak için, bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem, Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfında izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtın halk ve tesviyesine  muktedir olmayan, beşerin simasındaki teşahhusu  yapamaz.
  • Demek, bütün semâvâtın rabbi olmayan, birtek insanın simasındaki alâmet-i farika  olan nakş-ı simâvîyi  yapamaz. (Sözler sh: 682)
  • Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler Onun mühürleridir, sikkeleridir.  (Sözler sh: 682)
  • Arkadaş,

Tevhid iki çeşit olur:
Birisi âmiyâne  tevhiddir ki, “Allah’ın şeriki  yok ve bu kâinat O’nun mülküdür” der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır.
İkincisi hakikî tevhiddir ki, “Allah birdir, mülk O’nundur, vücut O’nundur, herşey O’nundur” der; lâyetezelzel  bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın  taarruzundan kurtulurlar. (Mesnevî-i Nuriye sh: 11)

  • Birşeyden çok şeyleri îcad edip çıkartmak ve çok şeyleri birşeye tahvil etmek, ancak herşeyi halk eden ve herşeyi yapan Sânie mahsus bir sikkedir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 12)
  • Balarısını pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın ekser mesâilini insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir ağacının programını derc eden ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hafızasında tarih-i hayatını taallûkatıyla  beraber yazan, ancak ve ancak herşeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabbü’l-Âlemîne mahsus bir hâtemdir.  (Mesnevî-i Nuriye sh: 12)
  • Herşeyin suret-i maddiyesinde, kudret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesinde ise, kader mistardır, yani, teşekkülâtın çizgilerini çizer; kudret mastardır,  yani o çizgiler üstünde yapılan teşekkülât, kudretten sudur eder.

Ey kâfir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik sanatını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine hâlık ittihaz ettiğin  tabiat ve esbab, herşeyin muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır? (Mesnevî-i Nuriye sh: 34)

  • Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye iman etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler. (Mesnevî-i Nuriye sh: 36)
  • Sâni-i Âlem, âlemde dahil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyin fevkindedir.  Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür. (Mesnevî-i Nuriye sh: 62)
  • Kâinat o Hâlıkın nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef’alinin  âsârıdır.  (Mesnevî-i Nuriye sh: 62)
  • Bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve ince bir sapla koca bir kavunu bağlayıp çıkaran kudrete hiçbir şey ağır gelmez.  (Mesnevî-i Nuriye sh: 94)
  • Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy  ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 181)
  • Bir kelimeyi yazan harfini yazanın gayrısı, bir sayfayı yazan satırı yazanın gayrısı, kitabı yazan sayfayı yazanın gayrısı olması mümkün olmadığı gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı halk edenin gayrısı, hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrısı, arzı halk eden, Rabbü’l-Âlemînin gayrısı olması muhaldir.  (Mesnevî-i Nuriye sh: 196)
  • Basar  masnuatı  görüp de, basiret  Sâni’i  görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. (Mesnevî-i Nuriye sh: 210)
  • Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi  de o tanzim etmiştir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 248)
  • Tabiat misalî bir matbaadır, tâbi’  değil; nakıştır, nakkaş değil; kabildir, fâil değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nâzım  değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir,  hakikat-i hariciye  değil. (Mesnevî-i Nuriye sh: 250)
  • Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden, herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed  olmak zarurîdir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 250)
  • Müessir-i hakikî  yalnız Allah’tır. Tesir-i hakikî esbabda yoktur. Esbab,  izzet ve azamet-i kudretin  perdesidir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 254)
  • Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun. (Mektubat sh: 224)
  • Bizim Hâlıkımız ve Musavvirimiz ve bizi hediye veren Kadîr-i Zülcemâl, Hakîm-i Bîmisal, Kerîm-i Pürneval herşeye kadirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Hiçbir şey daire-i kudretinden hariç olamaz. Kudretine nisbeten, zerreler, yıldızlar birdir. Küllî,  cüz’î  kadar kolaydır. Cüz,  küll  kadar kıymetlidir. En büyük, en küçük kadar kudretine nisbeten rahattır. Küçük, büyük kadar san’atlıdır; belki, san’atça, küçük büyükten daha büyüktür. (Mektubat sh: 237)
  • Hayat veren yalnız Odur. Öyleyse, herşeyin Hâlıkı dahi yalnız Odur. Çünkü, kâinatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlıkı da Odur. Hayatı veren elbette Odur, Hayy u Kayyumdur. (Mektubat sh: 238)
  • Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip  değiştirir. (Mektubat sh: 290)
  • Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup  ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi  gezdiriyor. (Mektubat sh: 290)
  • Evet, bir sineği ihyâ eden, bütün hevâmı  ve küçük hayvânâtı icad eden ve arzı ihyâ eden Zât olacaktır. Hem Mevlevî gibi zerreyi döndüren kim ise, müteselsilen  mevcudatı tahrik edip, tâ şemsi seyyârâtıyla  gezdiren aynı Zât olmak gerektir. Çünkü kanun bir silsiledir; ef’âl  onunla bağlıdır.  (Mektubat sh: 334)
  • Sani-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri  hangi çekiçle yerlerine çakıyorsa, aynı çekiçle, aynı anda zerreleri yerlerine, meselâ zîhayatların  gözbebeklerinde yerleştiriyor. Semâvâtı hangi ölçüyle, hangi mânevî âletle tertip edip açıyorsa, aynı anda, aynı tertiple gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni i Zülcelâl, mânevî kudretin hangi mânevî çekiciyle yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o mânevî çekiçle, beşerin simasındaki hadsiz alâmet-i farika  noktalarını ve zâhirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor.  (Mektubat sh: 391)
  • Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk ve iddiayı icad edemez.  Zira herşey herşeyle bağlıdır. (Mektubat sh: 468)
  • Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. (Mektubat sh: 468)
  • Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir. (Mektubat sh: 468)
  • Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenâhi lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın herbir harfinin, bahusus zîhayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır. (Mektubat sh: 469)
  • Mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin cilve-i esmâsına verilmezse, herbir mevcutta, hususan herbir zîhayatta, hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinatın san’atını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir. (Lem’alar sh: 182)
  • Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise, ancak bir san’at olabilir, sâni’  olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir, kadîr olamaz. Mistardır, masdar  olamaz. (Lem’alar sh: 186)
  • En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazan san’at ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. (Lem’alar sh: 239)
  • Bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır. Ve bir ağacı halk etmek için de, kâinatı halk edebilir bir kudret gerektir. Ve kâinat içinde parmak karıştıran bir şerik bulunsa, en küçük bir çekirdekte de hissedar olmak lâzım gelir. Çünkü o, onun nümunesidir. O halde, koca kâinatta yerleşmeyen iki rububiyet  bir çekirdekte, belki bir zerrede yerleşmek lâzım gelir. Bu ise, muhâlâtın ve bâtıl hayâlâtın en mânâsız ve en uzak bir muhâlidir. (Lem’alar sh: 313)
  • Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar. Ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. (Lem’alar sh: 324)
  • Bütün kâinatı halk edemeyen bir zat, bir kudret, en küçük bir zîhayatı  halk edemez. Evet, bir nohut tanesinde bütün Kur’ân’ı yazar gibi, çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderâtını yazan kalem, elbette semâvâtı yıldızlarla yazan kalem olabilir. (Lem’alar sh: 338)
  • Gözü veren Zat, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. (Şualar sh: 10)
  • Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahlûktur; çünkü san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep  gibi, zâhirî sebebi dahi masnu’dur.  Ve madem herşeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti  rububiyetine  ve icadına teşrik etsin?  Hâşâ! (Lem’alar sh: 186)
  • Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var:

Biri ihtirâ’ ve ibdâ’  iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor.
Diğeri inşa  ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ’, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli,  belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini  hiçten icad eden bir kudrete karşı “Yoğu var edemez” diyen adam, yok olmalı! (Lem’alar sh: 194)

  • Sâni-i Zülcemâlin kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsn-ü cemâli  var ki, bir gölgesi bütün mevcudâtı baştan başa güzelleştirmiş. Ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı  hüsün ve cemâl lem’alarıyla tezyin edip  ışıklandırmış. (Şualar sh: 75)
  • Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki, bu mütemâdiyen  değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla ayinedarlık dilleriyle o güzelin cemâlini tavsif ve târif eder.  (Şualar sh: 76)
  • Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde naziri, küfvü,  şebîhi, misli, misali, mesîli  yoktur. (Sözler sh: 412)
  • Madem bu saray-ı âlemin başka emsâli yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zâtında ve esmâsında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış. (Şualar sh: 79)
  • Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar. (Şualar sh: 109)
  • Yüzer fünundan  her bir fen, geniş mikyasıyla  ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini esmâsıyla  bildirir, sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır. (Şualar sh: 207)
  • Arzın evvel-i hilkatına  bakıyoruz ki: Mayi haline gelen bir madde-i seyyaleden taş ve taştan toprak halkedilmiş. Mayi kalsaydı, kabil-i sükna  olmazdı. O mayi taş olduktan sonra, demir gibi sert olsa idi kabil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hacetlerini gören bir Sâni'-i Hakîm'in hikmetidir. (Sözler sh: 674)
  • Müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare herc ü merc  olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden  tâ seyyaratın  burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz. (Şualar sh: 152)
  • İşte, ey gafil insan! Bu Hâkim-i Hakem-i Hakîm i Zülcelâli ve’l-Cemal, sana karşı kendisini herbir mahlûkuyla böyle hadsiz ve parlak tarzlarda tanıttırmak ve sevdirmek istediği halde, sen Onun tanıttırmasına karşı imanla tanımazsan ve Onun sevdirmesine mukabil ubudiyetinle  kendini Ona sevdirmezsen, ne derece hadsiz muzaaf  bir cehalet, bir hasâret  olduğunu bil, ayıl. (Lem’alar sh: 312)

 

MELÂİKE

 

  • Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi semavatın  da kendine münasip sekeneleri  bulunsun. Lisan ı şer’îde, o ecnâs-ı muhtelifeye “melâike ve ruhaniyat” tesmiye  edilir. (Sözler  sh: 176)
  • Şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen kasırlar  hükmünde olan semavat dahi zîşuur  ve zevi’l-idrak mahlûklarla doludur. Onlar dahi, ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rububiyetin  dellâllarıdırlar.  (Sözler  sh: 176)
  • Bazı rivâyâtın işârâtıyla ve intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarâta  kadar, bir kısım melâikenin merâkibidirler.  Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, hadiste “tuyurun hudrun” tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyâtı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin  pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler. (Sözler  sh: 176)
  • Hakikat kat’iyen iktiza  eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin  gibi, semâvâtın  dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatin lisanında, pek çok muhtelif-ül cins olan o sekenelere “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir. (Sözler  sh: 504)
  • Bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut, tâ yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefine  ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhi ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler. (Sözler  sh: 505)
  • Madem şu biçare, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar had ve hesaba gelmez zevi-lhayat ile, zevi-l ervah  ile ve zevi-l idrak  ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakin ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nuranî sekeneler bulunur. Nâr, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa medet verir. (Sözler  sh: 507)
  • Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği ve onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet,  adem-i vücuda  delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz. (Sözler  sh: 508)
  • Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvat, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten,  havadan, savttan, râyihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye  (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, “melâike ve cân  ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.
  • Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel olan meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır. (Sözler  sh: 508)
  • Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir. (Sözler  sh: 509)
  • Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan der ki: “Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar.”
  • Melâike, ecsâm-ı lâtife-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.  Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir; kelâm sıfatından gelen şeriat-i İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de, melâike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı irade sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakikî olan kudret-i fâtıranın ve irade-i ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler. (Sözler  sh: 511)
  • Bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna  ittifak etmişler ve insanın taifeleri birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi, meleklerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet edilmesine icmâ  etmişlerdir. (Sözler  sh: 511)
  • Hem hiç mümkün müdür, hiç makul müdür, hiç kabil midir ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye  semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya ve evliya, tevatür  suretiyle ve icmâ-ı mânevî kuvvetiyle ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melâike ve ruhaniyatın vücutları ve müşahedeleri bir şüphe kabul etsin, bir şekke  medar olsun? (Sözler  sh: 512)
  • Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz, mevcudat içinde en kıymettar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesapsız bir surette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen  kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler, zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelifül’ecnas olan melâike ve ruhanîlerin  meskenleridir. (Sözler  sh: 569)
  • Melekler bu âlemleri izn-i İlâhî ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlarla görüşen umum melâike-i mukarrebîn, mezkûr âlemlerin vücutlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. (Sözler  sh: 104)
  • Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuânın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur.

Kezalik, bu kesif âlemde ruhânîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men edecek bir mâni yoktur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 138)

  • Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için herşey var. Madem O var; melâikeleri de var. Öyleyse bu dünya boş değil; hâli dağlar,  boş sahrâlar  Cenâb-ı Hakkın ibâdıyla doludur. (Lem’alar sh: 228)
  • Melâike, insan gibi bir surete inhisar etmez;  müşahhas iken, bir küllî  hükmündedir. Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm, kabz-ı ervâha müekkel olan melâikelerin nâzırıdır.  (Mektubat sh: 351)
  • Meleklerin hiçbir cihette hilâf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatleri dahi olmaz. (Şualar sh: 265)
  • Melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envârıyla tegaddi edip telezzüz ediyorlar. Çünki onlar nurdan mahluk oldukları için gıdalarına nur kâfidir. (Sözler  sh: 353)
  • Hazret-i Cebrâil, Mikâil, Azrâil gibi melâike-i izâm, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda aveneleri vardır. Ve o muavinler, envâ-ı mahlûkata göre ayrı ayrıdırlar. Sulehânın1 ervâhını kabzeden başkadır, ehl-i şekavetin ervâhını kabzeden  yine başkadır.

Nasılki وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا âyeti işaret ediyor ki, kabz-ı ervâh eden, taife taifedir. (Mektubat sh: 352)

 

1 Bizde "Seyda" lakabıyla meşhur bir veliyy-i azîm, sekeratta iken, ervah-ı evliyanın kabzına müekkel Melek-ül Mevt gelmiş. Seyda bağırarak demiş ki: "Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!" diye dergâh-ı İlâhiyeye rica etmiş. Yanında oturanlar bu vak'aya şahid olmuşlar.}

 

KİTABLAR

 

  • Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. (İşarat-ül İ’caz sh: 49)
  • Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın  en âli bir müfessiridir  ve en beliğ  bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi  cin ve inse ders verir. (Sözler sh: 131)
  • Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir.  (Sözler sh: 138)
  • Kur’ân, İsm-i Âzamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem rahmet-i vâsia-i muhîta noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. Hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemâl i liyakatle Kur’ân’a verilmiş. (Sözler sh: 134)
  • Kur’ân’dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin,  dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır; o sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez. (Sözler sh: 135)
  • Beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid  olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı  bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır. (Sözler sh: 141)
  • Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl i  hakikate muallimdir. Öyleyse, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. (Sözler sh: 185)
  • Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan  ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır  veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız  bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere  karşı bunu sen diyemezsin ve diyemezdin ve diyemeyeceksin. Öyleyse, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir  ve olamaz. (Sözler sh: 189)
  • Kur’ân’ın vazife-i asliyesi, daire-i Rububiyetin kemâlât ve şuûnâtını ve daire-i ubudiyetin  vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir. (Sözler sh: 265)
  • Fennin hiçbir hakikat-i kat’iyesi, Kur’ân’ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine  erişemez. (Sözler sh: 350)
  • Elde Kur’ân gibi bir mucize-i bâki varken, Başka burhan  aramak aklıma zâid  görünür. Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat varken, Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet  mi gelir? (Sözler sh: 365)
  • Kur’ân,
    • şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
    • ve âyât-ı tekviniyeyi  okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
    • ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
    • ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,
    • ve sutûr-u hâdisâtın  altında muzmer hakaikin miftahı, 
    • ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
    • ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi,
    • ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi,
    • ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
    • ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı,
    • ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi,
    • ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası,
    • ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
    • ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi,
    • ve insana hem bir kitab-ı şeriat,
    • hem bir kitab-ı dua,
    • hem bir kitab-ı hikmet,
    • hem bir kitab-ı ubudiyet,
    • hem bir kitab-ı emir ve davet,
    • hem bir kitab-ı zikir,
    • hem bir kitab-ı fikir,
    • hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun  eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir. (Sözler sh: 366)
  • Kur’ân-ı Hakîmin herbir harfinin bir sevabı var, bir hasenedir. Fazl-ı İlâhîden, o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan on tane verir, bazan yetmiş, bazan yedi yüz (Âyetü’l-Kürsî harfleri gibi), bazan bin beş yüz (Sûre-i İhlâsın harfleri gibi), bazan on bin (Leyle i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi) ve bazan otuz bin (meselâ, haşhaş tohumunun kesreti misilli, Leyle-i Kadirde okunan âyetler gibi). Ve “O gece bin aya mukabil” işaretiyle, bir harfinin o gecede otuz bin sevabı olur, anlaşılır. İşte, Kur’ân ı Hakîm, tezâuf u sevabıyla  beraber, elbette muvazeneye gelmez ve gelemiyor. (Sözler sh: 346)
  • Kur’ân-ı Hakîm, bil’ittifak, ümmî ve emin  bir zâtın lisanıyla,  zaman-ı Âdem’den tâ Asr-ı Saadete kadar, enbiyaların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuatını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü sâlifenin  ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne, hakikat-i vakıayı faslediyor. Demek, Kur’ân’ın nazar-ı gayb-bînîsi,  o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkinde ahvâl-i maziyeyi  görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysal oluyor. Halbuki, Kur’ân’ın vukuat ve ahvâl-i maziyeye dair ihbârâtı aklî bir iş değil ki akılla ihbar edilsin. Belki semâa mütevakkıf  nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsiz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabıyla mevsuf bir zâta nüzul ediyor. (Sözler sh: 404)
  • Kur’ân,
    • bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;
    • hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fer-manıdır;
    • hem bütün semâvat ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;
    • hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;
    • hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
    • hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir;
    • hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
    • hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan  bir kitab-ı mukaddestir.

Ve şu sırdandır ki,  “Kelâmullah”  ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. (Sözler sh: 367)

  • Kur’ân, kulûbe  kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gınâdır; ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa  devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat  olduğundandır ki, usandırmıyor. (Sözler sh: 378)
  • Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet  görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. (Sözler sh: 383)
  • Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tabir caizse programını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf  görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklit veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud’anın  emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün saffetiyle, bütün hulûsuyla, sâfi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası “Güneşten geldim” der, Kur’ân dahi “Ben Hâlık-ı Âlemin beyanıyım ve kelâmıyım” der. (Sözler sh: 397)
  • Bu dünyayı san’atlarıyla ziynetlendiren bir San’atkârın, san’atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kur’ân’dır. (Sözler sh: 398)
  • Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. (Sözler sh: 408)
  • Binler mesâil-i Kur’âniyenin herbirisi, saadet-i beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine de hizmet eder. (Sözler sh: 410)
  • Cin ve insin, hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’ân’ın ahkâm ve hikmet ve belâgatine karşı âciz derekesindedirler. (Sözler sh: 412)
  • Kur’ân kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifâdır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha melûf  ve menus  olduğundan lezzeti artar. (Mesnevî-i Nuriye sh: 127)
  • Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü’minlere hüdâ ve rahmettir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 128)
  • Kur’ân’ın takip ettiği makasıd-ı esasiye ve anâsır-ı asliye, ubudiyetle  tevhid, risalet,  haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 234)
  • Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur’ân ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyleyse, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. (Mektubat sh: 356)
  • “Bu işittiğim Kur’ân, başka kitaplara benzemez. Ya bütününün altında olacak veya bütününün fevkinde olacak. Umumun altındaki şık ise, kimse diyemez ve dememiş; şeytan dahi diyemez. Öyleyse umumun fevkindedir.” (Mektubat sh: 406)
  • Zaman ihtiyarlandıkça, Kur’an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor. (Mektubat sh: 475)
  • Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halk eden bir Sâni-i Zülcelâl, mümkün müdür ki, o şehirde, o sarayda, en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin? Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar  ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur. Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebâtını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.

İşte o kudsî defterin en mükemmeli, kırk vecihle mucize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgarî olarak on sevap ve on hasene ve bazan on bin ve bazan da Leyle-i Kadir  sırrıyla bir harfine otuz bin hasene ve meyve-i Cennet ve nur u berzah veren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandır. Bu makamda ona rekabet edecek, kâinatta hiçbir kitap yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. (L. sh: 225)

  • Kendini   tanıttırmak  için,  kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak. (Şualar sh: 124)
  • Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye  ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idame  etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye  ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mucizedir. (Şualar sh: 134)

 

RİSÂLET

 

  • Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri nebîsiz bırakmaz.  (Mektubat sh: 469)
  • Anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa, mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır. (Sözler sh: 122)
  • Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Ve en kolay bir anahtarı da salâvattır. (Sözler sh: 15)
  • İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer filozofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi? (Sözler sh: 238)
  • Ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet de tezahürsüz  olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusülle olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 37)
  • Bir nazar-ı peygamber

Birden bire kalb eder bir bedevî câhil, bir ârif-i münevver.

Eğer mizan istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.

Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Def’aten  verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.

Cezîretü’l-Arabda, fahm olmuş fıtratları  kalb etti elmaslara, birden bire serâser,

Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver. (Sözler sh: 711)

  • Hazret-i Muhammed (a.s.m.) öyle bir zattır ki, azamet-i mâneviyesinden dolayı sath-ı arz, o zatın mescid-i aksâsıdır. Mekke-i Mükerreme onun mihrabı, Medine-i Münevvere onun minber-i fazl ı kemalidir. Cemaat-ı mü’minîne en son ve en âli imam ve nev-i beşerin hatîb-i şehîridir, saadet düsturlarını beyan ediyor. Ve bütün enbiyânın reisidir; onları tezkiye ve tasdik ediyor. Çünkü, dini bütün dinlerin esasatına câmidir. Ve bütün evliyânın başıdır; şems-i risaletiyle onları terbiye ve tenvir ediyor. (Mesnevî-i Nuriye sh: 21)
  • Nübüvvet öyle bir çekirdektir ki, İslâmiyet şeceresi bütün semeratıyla, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’ân dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin on bir rüknünü intaç etmiştir. Acaba, bu cihan-bahâ semerelere bakıp gördükten sonra, çekirdeğinde şüphe ve tereddüt yeri kalır mı? Hâşâ! (Mesnevî-i Nuriye sh: 86)
  • Kâinat bir şeceredir. Anâsır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen,  ekrem, eşref, eltaf  Seyyidü’l-Enbiyâ ve’l-Mürselîn, İmâmü’l-Müttakîn, Habîbi Rabbü’l-Âlemîn Hazret-i Muhammed’dir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 201)
  • Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor.

Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.

Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak.

Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev’iyle konuşacaktır.

Madem insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.

Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ  olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz  onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip  ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır. (Mektubat sh: 89)

  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dâvâ etmiş ki:

“Ben, şu kâinat Hâlıkının meb’usuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir  âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamer’e bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şehadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.”

Ve hâkezâ, yüzer mucizâtı böyle göstermiştir. (Mektubat sh: 90)

  • Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. (Mektubat sh: 93)
  • Evet, dünyaya mânen reis olacak ve dünyanın mânevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlûkatının kıymetlerini ilân edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-ı ebedîden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini ve tılsım-ı muğlâkını ve muammâsını açacak ve Hâlık-ı Kâinatın makasıdını bilecek ve bildirecek ve o Hâlıkı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zat... (Mektubat sh: 179)
  • Evet, Sultan-ı Levlâke Levlâk, öyle bir reistir ki, bin üç yüz elli senedir saltanatı devam ediyor. Birinci asırdan sonra herbir asırda lâakal üç yüz elli milyon tebaası ve raiyeti  vardır. Küre-i arzın yarısını bayrağı altına almış; ve tebaası kemâl-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâmla tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler. (Mektubat sh: 179)
  • O zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, “O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi” denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur’âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye  ve kemâlât-ı sâmiye,  şu hakikate şahid-i katı’dır. (Mektubat sh: 193)
  • O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünkü, en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hakim eylemiş. (Mektubat sh: 216)
  • Bu kadar ahlâk-ı hasene  ve kemâlâtla beraber bu kadar mucizat-ı bâhiresi bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil. (Mektubat sh: 217)
  • O zat (a.s.m.) öyle bir Şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir imanla meydana çıkmış ki, onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zatta (a.s.m.) zuhur eden o Şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane  hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez. (Mektubat sh: 217)
  • Emsalsiz bir şeriat ve misilsiz  bir İslâmiyet ve harika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne bir dâvet ve mucizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti. (Mektubat sh: 218)
  • Eğer onlara denilse, “Kur’ân nasıldır?” Derler: “Güzel ve ahlâk dersini veren bir insan kitabıdır.” O vakit onlara denilir: “Öyleyse Allah’ın kelâmıdır ve böyle kabul etmeye mecbursunuz. Çünkü siz mesleğinizce güzel diyemeyeceksiniz.”

Hem eğer onlara denilse, “Peygamberi nasıl bilirsiniz?” Derler: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir adam.” O vakit onlara denilecek: “Öyleyse imana geliniz. Çünkü güzel ahlâklı, akıllı olsa, alâküllihal Resulullahtır. Çünkü sizin bu ‘güzel’ sözünüz, hududunuz dahilinde değil; mesleğinizce böyle diyemezsiniz.” (Mektubat sh: 337)

  • Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullaha  ittibâ edilecek.  İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder.

Evet, Cenâb-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi  ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur. (Lem’alar sh: 52)

 

ÂHİRET VE HÂŞİR

 

  • Şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız  diğer bir âleme giderler—ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. (Sözler sh: 17)
  • Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. (Sözler sh: 58)
  • Bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı haliyle, bütün kuvvetiyle istediği beka  ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer namına zat-ı Ahmediye (a.s.m.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, onun arkasında âmin diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu dua kabule karîn  olmasın? (Sözler sh: 70)
  • Baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlaka, Cennet’in icadı nasıl ağır olabilir? (Sözler sh: 72)
  • Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkati, o Cennetten daha müşküldür ve hayretfezâdır denilebilir. (Sözler sh: 72)
  • İnsan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir. (Sözler sh: 76)
  • En büyük bir ağacın ruh programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip  muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? (Sözler sh: 81)
  • Bu fâni eşya başka yerde bâki meyveler verirler ve  daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur. (Sözler sh: 86)
  • Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhâyı inkâr etmek demektir.

Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor. (Sözler sh: 87)

  • İnsanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş  efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur. (Sözler sh: 87)
  • Bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse, bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün insanları ihyâ edip  haşretmek, bir nefsin ihyâsı gibi kolaydır. (Sözler sh: 91)
  • Madem Allah var, elbette âhiret vardır... (Sözler sh: 104)
  • Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı ulûhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. (Sözler sh: 104)
  • Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, dâr-ı bekada ve Cennet-i bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır. Âmennâ. (Sözler sh: 108)
  • Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak. (Sözler sh: 110)
  • Mevt-i dünya  ve kıyamet kopması ise:

Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi. (Sözler sh: 113)

  • Size böyle nimet eden bir zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız. (Sözler sh: 115)
  • Ebedî ve sermedî  olan bir cemâlin  seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte Kur’ân şakirtlerinin akıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak bizleri onlardan eylesin. Âmin! (Sözler sh: 126)
  • Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı, hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarf etmeyiniz. Yoksa, sermayece en âlâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednâsından elli derece aşağı düşersiniz. (Sözler sh: 127)
  • Kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır. (Sözler sh: 142)
  • İnsan-ı mü’mine nur-u imanla gösterir ki, mevt, idam değil, tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla, âhirete  nisbeten bir zindan  hükmündedir. (Sözler sh: 203)
  • Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat  bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider. (Sözler sh: 212)
  • Haşirde sizi ihyâ edecek Zat öyle bir zattır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir; emr-i kün feyekûn’a karşı kemâl-i inkıyadla serfuru eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvânâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zattır. (Sözler sh: 425)
  • Cennet bütün lezaiz-i maneviyeye medar olduğu gibi, bütün lezaiz-i cismaniyeye de medardır. (Sözler sh: 497)
  • Hadis-i Şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver  ve zevkperest ve ziynete  meftun ve cemâle müştak duyguları ve hasseleri ve kuvâları ve lâtifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ut edecek, maddî ve mânevî her nevi ziynet ve hüsn ü cemâle  huriler câmidirler. (Sözler sh: 501)
  • Küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, küçük bir gayreti, küçük bir celâli bulunsa, bir edepsiz ona serkeşâne  dese, “Beni tedip etmezsin  ve edemezsin”; herhalde, o yerde hapishane yoksa da, tek o edepsiz için bir hapishane teşkil edecek, onu içine atacaktır.

Halbuki, kâfir, Cehennemi inkârla, nihayetsiz izzet ve gayret  ve celâl sahibi ve gayet büyük ve nihayetsiz Kadîr bir Zâtı tekzip ve isnad-ı acz ediyor, yalancılıkla ve aczle itham ediyor, izzetine şiddetle dokunuyor, gayretine dehşetli dokunduruyor, celâline âsiyâne ilişiyor. Elbette, farz-ı muhal olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa da, şu derece tekzip ve isnad-ı aczi tazammun eden küfür için bir Cehennem halk edilecek, o kâfir içine atılacaktır. (Sözler sh: 503)

  • Koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzeval hakkında, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder?” denilir mi? (Sözler sh: 516)
  • Madem israf yok ve abesiyet olmaz. Elbette saadet-i ebediye olacaktır. Çünkü, dönmemek üzere adem , herşeyi abes eder, herşey israf olur. (Sözler sh: 519)
  • Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur.  (Sözler sh: 522)
  • Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidatların sünbüllenmesine müsait değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür, öyleyse ebede namzettir. Mahiyeti âliyedir. Öyleyse cinayeti dahi azîmdir, sair mevcudata benzemez. İntizamı da mühimdir. İntizamsız olamaz, mühmel  kalamaz, abes edilmez, fenâ-yı mutlakla mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona, Cehennem ağzını açmış, bekliyor. Cennet ise, âguş-u nazdârânesini açmış, gözlüyor. (Sözler sh: 525)
  • Nasıl ki insan küçük bir âlemdir, yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek; veya yatıp, sonra subh-u haşirle  gözünü açacaktır. (Sözler sh: 530)
  • Şu kâinatın eczaları dakik, ulvî bir nizamla birbirine bağlanmış; hafî, nazik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş; ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden  tek bir cirm, kün emrine veya “Mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak. Nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya  başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekeratla, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münasebeleri  başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezahür eder. (Sözler sh: 531)
  • Evet, dünya öldükten sonra âhiret olarak diriltilecektir. Dünya harap edildikten sonra, o dünyayı yapan Zat, yine daha güzel bir surette onu tamir edecek, âhiretten bir menzil yapacaktır. (Sözler sh: 533)
  • Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat etmezse, saltanatı inhidama yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahır  ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. Terbiye de mücâzâtı ister. Mükâfat ve mücâzat menzilleri  âhirettir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 38)
  • Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 43)
  • Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekât ve ef’âli yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve a’mâlinin neticeleri hıfzediliyor  ki, muhasebe-i kübrâda ona göre derece alsın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 44)
  • Kudret-i ezeliyeye nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet, nebatat gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 45)
  • İnsanların haşri nebatatın haşri gibidir. Bunu gören onu nasıl inkâr eder? Haşrin icadına olan vaadi ise, bütün enbiyanın tevatürüyle ve büyük insanların icmâıyla sabit olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîmin lisanıyla da sabittir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 46)
  • Ölüm haktır. Evet, bu hayat ve bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif  şeylerden terekküp etmiş; kısa bir zamanda tevafukları, içtimaları varsa da iftirakları  ve dağılmaları her vakit melhuzdur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 52)
  • Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun?  Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her sene de bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 121)
  • Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak  zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa, onlar istikzarla ikrah edeceklerdir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 129)
  • Madem, fünunun  ittifakıyla ve ulûmun  şehadetiyle, hilkat şeceresinin  en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvânâtın bir nev’i hükmündedir. Elbette, kat’î bir hads ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde, beşerin herbir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 151)
  • Arının dimağını, mikrobun gözünü tanzim eden Zat, senin ef’âl ve a’mâlini mühmel, başıboş, hesapsız, kitapsız bırakmayarak İmâm-ı Mübînde yazar. Ona göre muhaseben olacaktır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 187)
  • Bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden,  devirden devire himaye eden, inhilâlden  vikaye eden ve o tohumda incir ağacının teşkilâtına lâzım olan esasları kemâl-i ihtimamla muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz ünvanını alan nev-i beşerin â’mâlini  ihmal etmez, hıfzeder. (Mesnevî-i Nuriye sh: 193)
  • Bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lâzımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kur’ân’ın güneşinden, Rahmân’ın hazinesinden tedarik edilebilir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 220)
  • İnsan bir yolcudur. Sabâvetten  gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı,  Mâlikü’l-Mülk  tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı fâniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levazımattan lâakal onda biri dünyevî hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 223)
  • Ölüm, zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı Ezel ve Ebedin huzuruna girmek için bir medhaldir.  (Mesnevî-i Nuriye sh: 226)
  • Mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir. (Mektubat sh: 7)
  • Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.  (Mektubat sh: 7)
  • Zât-ı Akdes-i İlâhî  madem sermedî ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; elbette onların aynaları ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan âlem-i bekadaki bâkiyat ve ehl-i beka, fenâ-yı mutlaka, bizzarure,  gidemez. (Mektubat sh: 59)
  • İmansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta,  kebâirde  birer menhus  lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet  içinde zulmettir, azap içinde azaptır. (Mektubat sh: 63)
  • Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak  ebedî olsaydı, elîmâne teessürat ve meyusâne teellümâtın bir mânâsı olurdu. Fakat madem dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de, biz de oraya gideceğiz. Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem madem mufarakat dahi ebedî değil; ileride hem berzahta, hem Cennette görüşülecektir. “El-hükmü lillâh,” demeli. “O verdi, o aldı. Elhamdü lillâhi alâ külli hal” deyip sabırla şükretmeli. (Mektubat sh: 79)
  • Vesile-i saadet-i dâreyn olan iman ve İslâmiyet, mü’mine der ki: Şu sekeratta  olan çocuğun Hâlık-ı Rahîmi, onu bu pis dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek. Hem sana şefaatçi, hem ebedî bir evlât yapacak. Mufarakat  muvakkattir,  merak etme. اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ ٭ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, sabret. (Mektubat sh: 80)
  • Sizlere müjde! Mevt  idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî  değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı  olan âlem-i berzaha bir visal  kapısıdır. (Mektubat sh: 226)
  • Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz vakit, “Eyvah, malımız harap olup sa’yimiz hebâ  oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik” demeyiniz, feryad edip me’yus olmayınız.

Çünkü sizin herşeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır.

Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz. (Mektubat sh: 227)

  • Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet  boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat,  bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelâlin vaadine iman ve itimad et. Ona, vaadinde hulf etmek  muhaldir.  Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için, elbette seni onun içine alacak. (Mektubat sh: 227)
  • Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz. (Mektubat sh: 228)
  • Şu dünyanın mânevî güneşi olan hayat dahi, harab-ı dünya ile gurubundan sonra, haşrin sabahında bâki bir surette tulû  edecektir. Ve cin ve insin bir kısmı saadet-i ebediyeye ve bir kısmı da şekavet-i ebediyeye  mazhar olacaktır. (Mektubat sh: 252)
  • Kıssa-i Yusuf’un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki:

Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek, o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn  bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti  istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun. (Mektubat sh: 283)

  • Ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı mâneviyesiyle ubudiyet etmiş ve Cennetin lezâizine istihkak kesb etmişse, herbir duygusunu memnun edecek, herbir cihazatını okşayacak, herbir letâifini zevklendirecek bir tarzda, Cennetin herbir nev’inden birer mehâsini gösterecek bir tarz-ı libası,  kendilerine ve hurilerine, rahmet-i İlâhiye tarafından giydirilecek. (Mektubat sh: 385)
  • Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle “Yaşasın Cehennem” der.

Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiyat ister. (Mektubat sh: 397)

  • Ey insan, düşün! Sen alâküllihal öleceksin. Eğer nefis ve şeytana tâbi isen, senin komşuların, belki akrabaların, senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar. Eğer “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm” deyip Kur’ân’a ve Habib-i Rahmân’a tâbi isen, o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firâkından müteessir olup mânen ağlarlar. (Lem’alar sh: 86)
  • Kur’ân-ı Hakîmin verdiği nurla ispat etmişiz ki, ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur. Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir. Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinâna  bir davettir. Hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye  bir nöbettir. (Lem’alar sh: 210)
  • Madem ecel vakti muayyen değil; Cenâb-ı Hak, insanı ye’s-i mutlak ve gaflet-i mutlaktan kurtarmak için, havf ve recâ  ortasında ve hem dünya ve hem âhireti muhafaza etmek noktasında tutmak için, hikmetiyle eceli gizlemiş. Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Hastalık gafleti dağıtır, âhireti düşündürür, ölümü tahattur ettirir, öylece hazırlanır. (Lem’alar sh: 212)
  • Ölüm,  idam değil, firak  değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir,  mebdeidir.  Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır.  Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. (Lem’alar sh: 232)
  • Ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, bâki bir meyveyi sümbül vermektir. (Lem’alar sh: 256)
  • Cemâl i Ezelî, kendisinin âyine-i müştâkı olan insan ile ebedü’l-âbâd yolunda seyahatinde beraber bulunmak için, alâ külli hal, bir dâr-ı bekada bir hayat-ı bâkiyeye insanı mazhar edecek. (Lem’alar sh: 356)
  • Ölüm, ehl-i iman için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağıstan-ı cinâna bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân’a girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete gitmeye bir davettir. (Ş: sh: 17)
  • Ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkî’nin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir. (Şualar sh: 55)
  • Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana  açılan bir kapıdır. (Şualar sh: 195)
  • Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zâyi ettiğiniz evlât ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz. (Şualar sh: 225)

 

KADER

 

  • Herbiri birer mucize-i san’at olan mevcudata bakıyoruz ki, hayretnümâ bir derecede suhuletle, kolaylıkla, külfetsiz, dağdağasız, kısa bir zamanda, fakat muciznümâ bir surette icad edilir. Demek hadsiz bir ilim vardır ki, hadsiz suhuletle yapılır. Ve hâkezâ, mezkûr emâreler gibi binler alâmet-i sadıka var ki, şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhit  bir ilmi vardır. Ve herşeyi bütün şuûnâtıyla  bilir, sonra yapar.
  • Madem şu Kâinat Sahibinin böyle bir ilmi vardır. Elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir; hikmet ve rahmetinin muktezasına  göre onlarla muamele eder ve edecek.

Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl! (Mektubat sh: 243)

  • Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılıyor. (Sözler sh: 164)
  • Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından  tamamen mes’uldür. Çünkü seyyiâtı isteyen odur. Seyyiat, tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahri-bat yapabilir, müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder:  bir kibritle bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünkü hasenâtı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlâhiye; ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. (Sözler sh: 464)
  • Kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar–ı âlâdan,  ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder  bir makam-ı âlâdadır. (Sözler sh: 467)
  • Ey abdim, ihtiyarınla  hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyleyse mes’uliyet  sana aittir. (Sözler sh: 468)
  • Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani, “Herşey Cenâb-ı Hakkın takdiriyledir.” (Sözler sh: 468)
  • Vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde Kitab-ı Mübîn ve İmam-ı Mübînden haber veren bütün meyveler ve Levh-i Mahfuzdan haber veren ve işaret eden, insandaki bütün kuvve-i hafızalar birer şahittir, birer emâredir. (Sözler sh: 470)
  • Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir. Feyyaz-ı Mutlaktan  aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 181)
  • İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlâhînin bir nev’ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşeyin vücud-u zâhirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlâhînin bir defteridir. (Mektubat sh: 36)
  • Kitab-ı Mübin ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irade-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin kader defteri ise, Kitab-ı Mübin kudret defteridir. (Mektubat sh: 37)
  • Herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv-İsbat’taki  kitabet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir. (Mektubat sh: 37)
  • Evet herşey ya hakikaten güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir. (Mektubat sh: 378)
  • Kadere iman eden gamlardan kurtulur. (Şualar sh: 260)

 

İNSANIN GAYESİ VE HAKİKİ SAADET

 

  • Âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. Öyleyse biz daima “Elhamdü lillâhi ale’t-tâati ve’t-tevfîk” demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz. (Sözler sh: 19)
  • Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.

“Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek  zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin” demeli ve Ona yalvarmalı. (Sözler sh: 29)

  • Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksat yapsa, zahiren  bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim hayat-ı bâkıyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne  mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin intizar  salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder. (Sözler sh: 39)
  • İbadetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını  görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. (Sözler sh: 41)
  • Bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki, kafile-i mahlûkatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir. (Sözler sh: 74)
  • Şu dünyadaki tezyinat, yalnız  telezzüz  veya  tenezzüh için  değil. Çünkü  bir zaman  lezzet  verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat ibret içindir, şükür içindir. Usul-ü daimîsine  teşvik içindir; başka, gayet ulvî gayeler içindir. (Sözler sh: 74)
  • Şu dünyadaki müzeyyenat ise, Cennette ehl-i iman için rahmet-i Rahmân ile iddihar  olunan nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir. (Sözler sh: 75)
  • Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz.  O keyfinize kâfidir. (Sözler sh: 144)
  • Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir. (Sözler sh: 144)
  • Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire i meşruada  kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak. (Sözler sh: 145)
  • Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. (Sözler sh: 145)
  • Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz  ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. (Sözler sh: 146)
  • Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. (Sözler sh: 150)
  • O’nu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. (Sözler sh: 159)
  • Ey nefsim!

Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder,  derd-i maişetle  sarhoştur.”

Çünkü ölüm değişmiyor.

Firak,  bekaya  kalb olup  başkalaşmıyor.

Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.

Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.”

Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.

Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? (Sözler sh: 170)

  • Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dar-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebu Bekir’ler âlâ-yı illiyyîne  çıksınlar ve Ebu Cehil’ler esfel-i sâfilîne  girsinler. (Sözler sh: 172)
  • Fâniyim, fâni olanı istemem.

Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem.

İsterim, fakat bir yâr-ı bâki  isterim.

Zerreyim, fakat bir şems-i sermed  isterim.

Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim. (Sözler sh: 221)

  • Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı âlâ,  tezahür-ü Rububiyete  karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir. Ve insanın gaye-i aksâsı, o ubudiyete ulûm ve kemâlâtla yetişmektir. (Sözler sh: 264)
  • Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?

Sen istidat cihetiyle bütün hayvânâtın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedarikte iktidar cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun.

Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakikî bir insan gibi hakikî bir hayat ı daime için sa’y etmektir? (Sözler sh: 271)

  • İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet  ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır  ve onun üssü’l-esası  da iman ı billâhtır.  (Sözler sh: 316)
  • Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini  işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. (Sözler sh: 318)
  • Şu mevcudatın âli bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar mektubât-ı Rabbâniye  ve merâyâ-yı Sübhâniye  ve memurîn-i İlâhiyedirler.  (Sözler sh: 320)
  • Programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır; ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem  ve en elzem işler takdim  edilecektir. (Sözler sh: 266)
  • Hakikî terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sair kuvvelerin  hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyetle  meşgul olmaktadır.

Yoksa, ehl-i dalâletin terakki  zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini  tatmak için bütün letâifini  ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakki değil, sukuttur.  (Sözler sh: 322)

  • Evet, insana verilen bütün cihâzât-ı acîbe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler. (Sözler sh: 324)
  • Şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezâifini  görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek; ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetler içinde imdâdât-ı Rahmâniyeyi görüp şükretmek; ve masnuatta kudret-i Rabbâniyenin mucizâtını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir. (Sözler sh: 325)
  • İnsanın helâl sa’yiyle, meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir; harama girmeye ihtiyaç bırakmaz. (Sözler sh: 327)
  • Sen eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen, âlâ-yı illiyyîne  çıkar, kâinatın bir güzel takvimi  olursun. (Sözler sh: 328)
  • Dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın Esmâsının aynalarıdır. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî  olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır. (Sözler sh: 346)
  • Semâvat ve arzın Mâlik-i Zülcelâli ve dünya ve âhiretin Bâni-i Zülcemâli olan Rabbü’l-Âlemîn—değil ihtiyaç için, çünkü herşeyin Hâlıkı O’dur; belki izzet ve azamet ve rububiyetin şuûnâtı  gibi bazı hikmetler için—şu kâinat sarayında, şu daire-i esbab  içinde, hem melâikeyi, hem hayvânâtı, hem cemâdat ve nebâtâtı, hem insanları istihdam ediyor, onlara ibadet ettiriyor. (Sözler sh: 352)
  • Fâtır-ı Hakîm  ve Kadîr-i Alîm, kemâl-i intizamla, herşeyi güzel yaratmış, güzel teçhiz etmiş, güzel gayelere tevcih etmiş, güzel vazifelerle tavzif etmiş, güzel tesbihat  yaptırıyor, güzel ibadet ettiriyor.

Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalâleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin olma. (Sözler sh: 357)

Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir. 

İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. (Sözler sh: 358)

  • Ey nefis! Ubudiyet, mukaddeme i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet i sabıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız. (Sözler sh: 360)
  • Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen; ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faydalı görmek istersen; ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalb etmeyi  seversen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ et.

Çünkü, bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor, bir nevi ibadet oluyor, uhrevî çok meyveler veriyor. (Sözler sh: 362)

  • Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuûnâtının  hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi bir ene  vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsaf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet  bilinsin. (Sözler sh: 536)
  • Ahlâk ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz. (Sözler sh: 541)
  • İhtiyarın cüz’î ise, kendi Mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak.

İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimat et.

Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün.

Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var, merak etme.

Fikrin sönük ise, Kur’ân’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’ân birer yıldız misilli sana ışık verir.

Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor.

Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma.

Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.  (Sözler sh: 635)

  • Dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette  ebedî bir gençliktir. (Sözler sh: 648)

İman ve muhabbetullahın neticesi, ehl-i keşif ve tahkikin ittifakıyla, dünyanın bin sene hayat-ı mes’udânesi bir saatine değmeyen Cennet hayatı; ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat müşahedesine değmeyen bir kudsî, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zât ı Zülcelâlin müşahedesi, rüyetidir.  (Sözler sh: 650)

  • Ey kendini insan bilen insan!

Kendini oku...

Yoksa hayvan ve camid  hükmünde insan olmak ihtimali var! (Sözler sh: 687)

  • Hakiki bütün elem dalalette,  bütün lezzet imandadır. (Sözler sh: 740)
  • Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır. (Sözler sh: 748)
  • Kâinattaki zevâl, firak ve adem  zâhiridir.  Hakikatta firak yok, visâl  var. Zevâl ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta herşey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidâyet ve ehl-i Kur’ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına girmeye vâsıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinâna bir dâvettir. Hem, Rahman-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubûdiyet ve imtihanın tâlim ve tâlimâtından bir paydostur. Azrail Aleyhisselâm bugün gelse, hoş geldin, safâ geldin diye gülerek karşılayacağım. (Sözler sh: 765)
  • İnsan, acz ve fakrını  anlamakla, tam Müslüman ve abd olur. (Sözler sh: 765)
  • Herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-ı Rahîm’e olan teslimiyete bağlıdır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 52)
  • Ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain  olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs  ancak Allah’a ilticayla  olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 58)
  • İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir. Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek mârifetullahtan  başka birşey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştah olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak  geri kalır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 104)
  • İ’lem eyyühe’l-aziz! Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde olur. Ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur. Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve herşeyin Ondan olduğunu ve Ona rücû ettiğini bilmekle olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 107)
  • Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an  ile olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 110)
  • Ferşten Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 110)
  • Bu küre-i arz misafirhanesi, insanların mülk ve malı değildir. Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında çalışırlar. Eğer küre-i arzın haricinden yabancı birisi gelip misafirhanenin bir mucize ve harika olduğuna ve insanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse, bu insanlar bu binaya sahip ve sâni olacak bir iktidarda değildir, ancak böyle harika bir masnûun Sânii de muciznümâ olduğuna kat’iyetle hükmedecektir. Ve bu insanlar, o Sultan-ı Ezelînin makasıdına çalışan amelelerdir. Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden mâadâ bu binadan birşeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren hükmedecektir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 113)
  • Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz  olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 119)
  • Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? (Mesnevî-i Nuriye sh: 119)
  • Şu esâsata dikkat lâzımdır:

Allah’a abd olana herşey musahhardır.  Olmayana herşey düşmandır.

Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.

Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil  olur, gider.

Devam olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme. (Mesnevî-i Nuriye sh: 129)

  • İ’lem eyyühe’l-aziz!

Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir.

Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî  mahbubdur. 

Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde  adem zulmetleri  vardır.

Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence  odur.

Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak Onun bekasıyladır.

Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor.

Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyin anahtarı Ondadır.

Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur  ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun  etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan! (Mesnevî-i Nuriye sh: 130)

  • Ey insan! Senin önünde iki yol var. Birisinden gitsen, kâinatın esfel-i sâfilînine  gidersin. Diğer yoldan gidersen, âlâ-yı illiyyîn-i şerefe çıkabilirsin. (Nur’un İlk Kapısı sh: 55)
  • Ey insan! Senin elinde olan hayatın ve vücudun ve nefsin ve malın emanettir. Onlar, herşeye kadîr ve herşeye alîm bir Mâlik-i Kerîmin mülküdür. O Mâlik-i Kerîm ve Rahîm, kemal-i kereminden, sende emanet olan kendi mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin. Senin elinde beyhude zâyi olmasın. Sonunda, sana büyük fayda versin. Sen bir memursun, asker gibi muvazzafsın. Öyleyse, onun namıyla çalış, onun hesabıyla sa’y et. Muhtaç olduğun bütün şeyleri sana bahşeden ve rızkını veren, muktedir olmadığın şeylerden seni hıfzeden Odur. Senin gaye-i hayatın, Mâbudun tecelliyatına  ve esmâ  ve şuûnâtına  mazhariyettir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 157)
  • Senin iktidarın kısa, bekan az, hayatın mahdut, ömrünün günleri mâdud ve herşeyin fânidir. Öyleyse, şu kısa, fâni ömrünü fâni şeylere sarf etme ki, fâni olmasın. Bâki şeylere sarf et ki, bâki kalsın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 182)
  • Ey devamı isteyen nefis! Daimî olan bir Zâtın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. O’ndan nur al ki sönmeyesin. O’nun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. O’nun nesim-i zikrine beden ol ki, hayattar olasın. Esmâ-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuasıyla  temessük et ki,  adem deryâsına  düşmeyesin.

Ey nefis! Seni tutup düşmekten muhafaza eden Zât-ı Kayyûma dayan. Senin mevcudiyetinden dokuz yüz doksan dokuz parça O’nun uhdesindedir. Senin elinde yalnız bir parça kalır. En iyisi o parçayı da O’nun hazinesine at ki rahat olasın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 184)

  • Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, meselâ, letafetine  dikkat edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezâlik, insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi, ruhânî ulviyyetine  ve ebediyete olan derece-i iştiyakına  da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha lâtif bir âlemde ruhen yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 186)
  • İ’lem eyyühe’l-aziz! Yarın seni zillet ve rezaletlere mâruz bırakmakla terk edecek olan dünyanın sefahetini bugün kemal-i izzet ve şerefle terk edersen, pek aziz ve yüksek olursun. Çünkü, o seni terk etmeden evvel sen onu terk edersen, hayrını alır, şerrinden kurtulursun. Fakat vaziyet mâkûse olursa, kaziye de mâkûse olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 188)
  • İnsanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in’amlar lisanıyla, sonra mahlûkatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sânii hamd ü senâ etmektir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 206)
  • İnsanın Allah’a karşı ubudiyet,  vazifesidir. Terk-i kebâir,  takvâsıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 224)
  • Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?”; yani, “Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur. (Mektubat sh: 26)
  • Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. (Mektubat sh: 33)
  • Kömür gibi olan ervâh-ı sâfileyi, elmas gibi olan ervâh-ı âliyeden  temyiz ve tefrik  için, şeytanların hilkatiyle ve sırr-ı teklif ve ba’s-ı enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidatlar beraber kalacaktı. Âlâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i sâfilîndeki Ebu Cehil’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. (Mektubat sh: 44)
  • İşte, nev-i beşer, bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüz binlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde, kemiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvânât-ı muzırra nev’inden olan küffârı ve münafıkları kaybetti. (Mektubat sh: 44)
  • Ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fâni dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedî, daimî hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın kârı değil. Ehl-i aklın ve zîşuurun kârı olmadığından, nefs-i emmârem ister istemez akla tâbi olmuştur. (Mektubat sh: 68)
  • Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri  var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. (Mektubat sh: 71)

  • Kat’iyen bil ki, hilkatin  en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır.  Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil  mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama  mânen ve maddeten müptelâ  olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh  dünya, bir tenezzühgâha  döner ve bir ticaretgâh olur. (Mektubat sh: 222)

  • Şu kâinatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. (Mektubat sh: 237)
  • En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına  esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi olur. (Mektubat sh: 282)
  • Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise herşey dosttur.

Yârân istersen Kur’ân yeter. Evet, ondaki enbiya ve melâike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını  seyredip ünsiyet eder.

Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisat eder; iktisat eden bereket bulur.

Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider.

Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.  (Mektubat sh: 282)

  • Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır. (Mektubat sh: 283)
  • Hâlık-ı Rahmanın, ibâdından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet ehemmiyetle şükre davet eder.  (Mektubat sh: 364)
  • Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder,  kazandırır. (Mektubat sh: 402)
  • Saadet-i dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatindedir. (Mektubat sh: 456)
  • Hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve ayna olmak ve ahsen-i takvimde  olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini  ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir. (Mektubat sh: 457)
  • Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. (Lem’alar sh: 10)
  • Ey insanlar! Fâni, kısa, faydasız ömrünüzü bâki,  uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır; Bâkî-i Hakikînin yoluna sarf ediniz. (Lem’alar sh: 17)
  • Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh  rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer. (Lem’alar sh: 17)
  • İnsan çendan fânidir; fakat beka için halk edilmiş ve bâki bir Zâtın ayinesi olarak yaratılmış ve bâki meyveleri verecek işleri görmekle tavzif edilmiş ve bâki bir Zâtın bâki esmâsının cilvelerine ve nakışlarına medar olacak bir suret verilmiştir. Öyleyse, böyle bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti, bütün cihazatı ve istidadatıyla o Bâkî-i Sermedînin daire-i marziyâtında esmâsına yapışıp, ebed yolunda o Bâkîye müteveccih  olup gitmektir. (Lem’alar sh: 18)
  • Sünnet-i Seniyye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın madeni ve menbaıdır. (Lem’alar sh: 56)
  • Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin. (Lem’alar sh: 57)
  • Demek oluyor ki, insan için en mühim, âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki, o matlab-ı âlânın yolu Habibullaha ittibâdır  ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır.  (Lem’alar sh: 57)
  • İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta  yuvarlanması şahittir. (Lem’alar sh: 206)
  • İnsan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. (Lem’alar sh: 206)
  • Lâyemut  değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan. (Lem’alar sh: 206)
  • Bu hayat madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi  ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyîye  karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
  • Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirâne, belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip dehşetli bir küfran-ı nimet  ederler. (Lem’alar sh: 330)
  • Mevcudatın icadındaki en mühim makasad-ı Rabbâniye, kendini zîşuurlara  tanıttırmak ve sevdirmek ve medhü senâsını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celb etmektir. (Şualar sh: 21)
  • İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti,  mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn  ile vücudunu  ve vahdetini  tasdik etmektir. (Şualar sh: 100)
  • O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.  (Şualar sh: 208)

 

İMAN

 

  • İman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen  ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur. (İşarat-ül İ’caz sh:41)
  • Din bir imtihandır. Teklif-i İlâhî bir tecrübedir. Tâ, ervâh-ı âliye ile ervâh-ı sâfile,  müsabaka meydanında birbirinden ayrılsın. (Sözler sh: 266)
  • Tevhid dahi iki çeşittir.

Biri tevhid-i âmî ve zahirîdir ki,  “Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri  yoktur. Bu kâinat onundur.”

İkincisi tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke i kudretini ve hâtem-i rububiyetini  ve nakş ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden O’nun nuruna karşı bir pencere açıp, O’nun birliğine ve herşey O’nun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vecihle hiçbir şeriki ve muini  olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle  tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî  elde etmektir. (Sözler sh: 293)

  • İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne  çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne  düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. (Sözler sh: 311)
  • İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve, imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. (Sözler sh: 314)
  • İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. (Sözler sh: 315)
  • İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder. (Sözler sh: 315)
  • Madem Allah var ve ilmi ihâta eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena, hakikat noktasında, ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla,  hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel  ders verip, der:

Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir. (Sözler sh: 462)

  • Hakîm-i Ezelî, inâyet-i sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizasıyla, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve Esmâ-i Hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. (Sözler sh: 532)
  • İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir. (Sözler sh: 749)
  • Taklidî bir imân, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî imân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin, imân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da mâruz kalsa, o kasırgalar bu imân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz filozoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez. (Sözler sh: 749)
  • Dünyada görülen bilhassa nebatî ve hayvanî hayatlarda müşahede edilen ademler, idamlar, tebeddül ve teceddüd-ü emsalden  ibarettir. İmanlı olan kimselere göre zeval ve firakın acısı değil, yerlerine gelen emsalleriyle visalin lezzeti hasıl oluyor. Öyleyse, imana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki, selâmette kalasın. (Mesnevî-i Nuriye sh: 112)
  • Semâvat ve Arzın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı Külli Şeyin rububiyetine  muhabbetle rızâdâde  olmalıdır. (Mesnevî-i Nuriye sh: 122)
  • Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gafletle esbab hesabına  bakarsa, ilim zannettiği şey de cehil olur. (Mesnevî-i Nuriye sh: 199)
  • İman ve tevhidle bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir. (Mesnevî-i Nuriye sh: 199)
  • Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi  arayıp buluyorlar. (Mektubat sh: 70)
  • Sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif  iktiza eder ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyarı elinden alınmasın. Eğer gayet bedihî bir surette olsa, o vakit aklın ihtiyarı kalmaz, Ebu Cehil de Ebu Bekir gibi tasdik eder, imtihan ve teklifin faydası kalmaz, kömürle elmas bir seviyede kalırdı. (Mektubat sh: 93)
  • İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır.  Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.”

Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemâl-i vuzuhla beyan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh  eden Sözler, velâyetten matlup  olan neticeleri verebilirler. (Mektubat sh: 355)

  • Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o nurlar,  yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye  hükmündedirler.  (Mektubat sh: 356)
  • Allah’ı tanımayanın dünya dolusu bela başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve manevî sürurla  doludur. (Lem’alar sh: 210)
  • Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen  ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. (Şualar sh: 203)
  • Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık,  tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler  zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar. (Şualar sh: 227)
  • İki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti  yalnız imandır. (Şualar sh: 227)

 

İSLAMİYET

 

  • Selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır. (Sözler sh: 17)
  • İslâmiyet mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek istirahat-ı umumiyeyi temin ediyor. (İşarat-ül İ’caz sh: 50)
  • Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır. (Sözler sh: 19)
  • Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Ervah-ı âliyeyi ervah-ı sâfileden tefrik eder. (Sözler sh: 341)
  • Beşerin âsâr  ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. (Sözler sh: 407)
  • Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. (Sözler sh: 408)
  • Üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir. (Sözler sh: 546)
  • Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası.

İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. (Sözler sh: 717)

  • Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa Devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır. (Sözler sh: 754)
  • Bütün ahkâm-ı şer’iye  ve hakaik-i imaniye aklîdir. Aklî olduğunu isbata hazırım. (Sözler sh: 764)
  • Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ân’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın isâl edici  bir yol buldum. (Mesnevî-i Nuriye sh: 212)
  • İslâmiyet iltizamdır; iman iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır;  iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. (Mektubat sh: 34)
  • İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat  olamaz. (Mektubat sh: 34)
  • İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan Zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasip bir tarife yapar, kendini vasıflarıyla göstermek için bir tarife kaleme alır. Öyle de, din ve şeriat-i Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata,  bir ulviyet,  bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden  kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur. Evet, o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli  ister. (Mektubat sh: 193)
  • Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. (Lem’alar sh: 55)
  • İslâmiyetin kanunları, yüksek bir tarzda âlemin ıslahına  kâfidir. (Mektubat sh: 215)
  • Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur’andır. (Mektubat sh: 468)
  • Azametli, bahtsız  bir kıt’anın;  şanlı, talihsiz bir devletin;  değerli, sahipsiz bir kavmin  reçetesi, İttihad-ı İslâmdır.  (Mektubat sh: 468)
  • Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun  eden bir medeniyeti kabul eder. (Mektubat sh: 473)
  • Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun. (Mektubat sh: 474)

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI LİSTESİ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin eserlerinin bir kısmı ciltli kitaplar halinde, bir kısmı da cep kitapları şeklindedir.

Ciltli kitap halinde olanlar şunlardır:

Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Barla Lâhikası, Kastamonu Lâhikası, Emirdağ Lâhikası, İşarat-ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye, Tarihçe-i Hayat, Asa-yı Musa ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İman ve Küfür Müvazeneleri

Küçük cep kitabı olarak neşredilen ve ciltli kitaplardan alınmamış eserleri ise şunlardır:

Hutbe-i Şamiye, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, Münazarat, Muhakemat, Sünuhat, Tuluat, İşarat, Nurun İlk Kapısı, Nur Âleminin Bir Anahtarı.

Gerek mecmua şeklinde birarada gerekse müstakil olarak neşredilen bu risalelerden bazılarına hususi isimler de verilmiştir. Tesbit edebildiklerimiz şunlardır:

Türkçe Risaleler:

  • Âyet-ül Kübra Risalesi,
  • Bediüzzaman Cevap Veriyor,
  • Elhüccet-üz Zehra Risalesi,
  • Ene-Zerre Risalesi,
  • Gençlik Rehberi,
  • Hakikat Nurları
  • Hanımlar Rehberi
  • Hastalar Risalesi,
  • Haşir Risalesi,
  • Hizmet Rehberi,
  • Hutbe-i Şamiye Risalesi,
  • Hutuvat-ı Sitte Risalesi,
  • İçtihad Risalesi,
  • İhlas Risaleleri,
  • İhtiyarlar Risalesi,
  • İman Hakikatleri,
  • Konferans,
  • Küçük Sözler,
  • Meyve Risalesi,
  • Miftah-ül İman,
  • Mi’rac ve Şakk-ı Kamer Risalesi,
  • Mirkat-üs Sünne Risalesi,
  • Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi,
  • Muhakemat Risalesi,
  • Münazarat Risalesi,
  • Nur Âleminin Bir Anahtarı Risalesi,
  • Nurun İlk Kapısı Risalesi,
  • Pencereler Risalesi,
  • Rahmet ve Şefkat İlaçları
  • Ramazan-İktisad-Şükür Risalesi,
  • Sünuhat Risalesi,
  • Tabiat Risalesi,
  • Uhuvvet Risalesi,
  • Yirmiüçüncü Söz Risalesi,
  • Zühret-ün Nur Risalesi.

İTTİHAD İLMÎ ARAŞTIRMA HEYETİ TARAFINDAN HAZIRLANAN KİTAPLARIN LİSTESİ

 

Bu dersi indirmek için tıklayınız.

Yukarı Çık