3521- ŞERİAT شريعة : Doğru yol. Hak din yolu. *Büyük ve geniş cadde. *Nur, aydınlık, ışık. *Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın tarif ettiği ve bildirdiği yol. Allah (C.C) tarafından Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm vasıtasıyla vaz’ ve tebliğ olunan hükümleri havi İlahî kanunların hey’et-i mecmuası. Şeriat, aynı zamanda din manasına müsta’meldir ki, ahkâm-ı asliye denen itikadiyatı ve ahkâm-ı fer’iye denen ibadet, ahlâk ve muamelatı yani İslâm Hukukunu ihtiva etmektedir. «Şeriat, insanlardan sudur eden ef’al-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdid eden kaidelerin hülasasıdır; veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır.» (İ.İ. 90)

3522- «“Şir’a, Şeria, Meşrea”, lügatta bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için Allah Teala’nın vaz’ u teklif ettiği ahkâm-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bil’istiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir. Ya kapalı birşeyi yarıp açmak ve beyan etmek manasına (şer’) masdarından veya bir şeye duhul manasına (Şuru’) dan alınmıştır.» (E.T.1697)

«Şeriat, din lisanında: Cenab-ı Hakk’ın, kulları için vazetmiş olduğu dinî, dünyevî ahkâmının hey’et-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat: Din ile müradif olup, hem ahkâm-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkâm-ı fer’iye-i ameliye denilen ibadet, ahlâk ve muamelatı ihtiva eder.

Şeriat, umumi manasına nazaran bir Peygamber-i Zişan tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlahî demektir. Ahkâm-ı Şer’iye denilince bundan kanun-u İlahî hükümleri manasını anlamak lâzımdır. Ve bununla asıl Kur’ana, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kasdedilmiş olur.» (H.İ. ci:1,shfa:20) (Bak: Din, Hadd, Hukuk, İctihad, Laiklik, Mecelle, Sadakat, Sırat-ı Müstakim, Teşri’, Teokrasi, Ümmet)

3523- Beşerî münasebetlerde Şeriat’a olan ihtiyacın bir hikmeti şudur ki:

«İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani’ tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz’-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başı boş bırakıldığından, muamelatta zülum ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî aklıdan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.» (İ.İ. 84)

Evet «insandaki lâyetenahîlik ve tabiatındaki meyl-üt tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meyl-ül istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meyl-üt terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i istidad-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücuda gelen o kavanin-i beşer, şu semere-i istidadın çekirdeklerinin terbiye ve imdadına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve manen iki âlemde saadet-i beşeri temin edecek, hem de kamet-i istidadının büyümesiyle tevessü’ edecek, zihayat ve ebedi bir şeriat-ı İlahiyeye ihtiyaç gösterir.» (Mu.125) (Bak: 1363.p.)

3523/1- «Eğer desen: “Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler.”

Elcevab: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o adalet ve faziletin esasları enbiyanın tesisleriyledir. (Bak: 2280.p.) Demek enbiya, esas ve maddeyi vaz’ etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakime ise, çok cihattan maile ve münhaniyedir. Yani: Ne kadar sureten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır; fakat sîreten ve maneviyaten ve manen faside ve muhtelledir.» (Mu.125)

«Meleke-i marifet-i hukuk dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü batıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bil’akis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor.» (Mu.126)

İslâm hukuku ise, vicdanlar üzerinde kudsiyetin manevi te’siriyle suçu işlenmeden önler. (Bak: 1098-1102.p.lar)

3524- «Din ve Şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind, birer taht-ı saltanatı olduğundan; Din-i İslâmın esasatını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hatta en cüz’î âdabını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek füruat-ı İslâmiye değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki; onlar tebdil edilse, esas din baki kalabilsin. Belki esas-ı dine bir ceseddir; lâakal bir cilddir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş, kabil-i tefrik değildir. Onları tebdil etmek, doğrudan doğruya sahib-i şeriatı inkâr ve tekzib etmek çıkar.» (M.435)

3525- İbn-i Haldun “Mukaddime”sinde, beşerî hukukun dinî hukuk yerine ikame olunamıyacağını şöyle izah eder:

«Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasî olan hükümlerin icabına göre idare olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü Allah’ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmal edilmiş oluyor. Beşerin bütün işi, gerek devlet işi ve gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü âhirette kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevablıdır. Kötü ise cezaya çarptırılır. Allah Elçisi (A.S.M.): “Ancak dünyadaki iyi ve kötü bütün amelleriniz âhirette kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevab kazanır, kötü ise cezaya çarptırılırsınız!” der. Siyasi hükümlerde ise ancak dünyevi fayda ve maslahatlar gözönünde bulundurulur. Siyasi kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış görünüşünü görür ve bilirler. Şari’in maksadı ise, insanların âhiret saadetidir. İşte bundan dolayı, bütün insanların gerek dünyevi ve gerek âhiret işlerinde, şeriatlara uygun olarak görmeye sevketmek vacibdir. Bu vazife, kendilerine şeriat indirilmiş olan Peygamberlere, onlardan sonra onların yerine geçenlere (devlet başkanlarına) yükletilmelidir... Siyasetçi demek, aklî delil ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve ziyanları def’etmeye sevk eden insan demektir.

Halifelik ise, umumiyetle âhiret fayda ve maslahatlarını gözönünde bulundurarak şeriat ile işgörmeğe sevkeder. Şari’e göre, dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) âhirete raci’dir. Halifelik ise, dini korumak ve dünya siyasetinin dine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine naiblik etmek demektir.» (İbn-i Haldun, Mukaddime. ci:1. sh:: 508-510, Ma-arif Basımevi 1954, İst.)

Atıf notu:

-Laikliğin hukukî tarifi, bak: 2186, 2187.p.lar.

3526- Resul-ü Rabb-il Âlemîn ve «o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat, öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki; iki cihanın saadetini te’min edecek desatiri cami’dir. Ve cami’ olmakla beraber, kâinatın hakaikını ve vezaifini ve Hâlik-ı Kâinat’ın esmasını ve sıfâtını, kemal-i hakkaniyetle beyan etmiştir. İşte o İslâmiyet ve Şeriat öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı  kendiyle beraber tarif eder ki; onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan zatın, o kâinatı kendisiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasılki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve Şeriat-ı Muhmmediye’de (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister.» (M.193)

3527- Şeriatın mübelliği olan o Zat-ı Kerim (A.S.M.) «tek başına... Ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi. Meydana çık-mış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına Küre-i Arz’dan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanları saadetini te’min eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cild ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü’ ve inkişaf etmekle, saadet-i dareyni intac ve nev’-i beşerin ahvalini tanzim eder. O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı i’cazıyla cevaben diyecektir ki:

Biz Kelâm-ı Ezelî’den ayrıldık; nev’-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev’-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev’-i beşerin arkadaşlağına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.» (İ.İ. 114)

Evet «Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. Zira şecere-i meyl-ül istikmal-i âlemin dalı olan insandaki meyl-üt terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telahuk-u efkârla hasıl olan netaicinin teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şeriat-ı Garra aynen maddi zihayat gibi tevessü’ ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir.» (İ.M.Ş. 76) (Bak: 327.p.)

3528- Hem bu «şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır. Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ü menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelat, adab-ı içtimaiye vesaire vesa-ire gibi ulûm ve fünûnun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, Şeriat-ı İslâmiyedir. Ve aynı zamanda, lüzum görülen mes’elelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin isti’dadı olmayan mes’elelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir...

Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile; şu zaman-ı terakkide, en medeni yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatının bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-ı beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.» (İ.İ.112)

Atıf notları:

-Eski asırlarda muhtelif şeriatların gelmesi, bak: 831,832.p.lar.

-Eski şeriatların makbuliyeti mes’elesi, bak: 778/1.p. Ve esasatta müttefik oldukları, bak: 778.p. sonu.

Kur’an (5:48) âyeti, Hak’tan gelen muhtelif şeriatların sırr-ı teklif ve imtihan hikmetlerini tazammun ettiğini beyan eder.

Şeriat kelimesi hadislerde de geçer. Ezcümle: Şeriat üzerine yaşayan bir ümmetin (cemaat) zail olmayacağı (İbn-i Hanbel, 3/439) ve imanın feraiz, şerayi’, hudud ve sünnetleri olup onları mükemmel kılmakla imanın kemal bulduğu (Buhari, 2. kitab-ül iman bab:1) kaydedilir. Ve İ.M. 3793. hadisinde geçen (şerai’el İslâm) ifadesi, Allah’ın kulları için koyduğu farzlar ve sünnetler diye açıklanır.

Atıf notları:

- Şeriatın temel kitabları, bak: 954.p.

- Tarikatlar şeriatın hakaikına yetişmek için vesilelerdir, bak: 3668, 3669.p.lar.

- Şeriatın getirdiği medeniyetin beş müsbet esası, bak: 368.p.

- Divan-ı Harb-i Örfi’de Bediüzzaman’ın “Sen de şeriat istemişsin?” sualine verdiği cevab, bak: 358, 1716, 1844.p.lar.

- Asırlara göre şeriatlar gelmiştir, bak: 2419.p.

Kur’an (22:67) âyetinde de, her ümmet için bir mensek (ibadet usulü, şeriat) tayin edildiği ve ona muhalefetsiz uyulacağı bildirilir. (45:18) âyetinde de, şeriata uymak gerekliliği emrediliyor.

Yukarı Çık