134- AHLÂK اخلاق : (Hulk. c.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı. İnsanın doğuştan olan veya sonradan kazandığı zihnî veya ruhî halleri ve bu hallerinden doğan iyi veya kötü tavır ve hareketleri.
Filozoflar hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk kaidelerine uyması gerektiği mevzuunda ortak bir fikre varamadılar. Kimi menfaatı, kimi hazzı, kimi saadeti, kimi de vazifeyi ahlâkın temeli saydı. İslâm âhlakı ise âhlakın temeli olarak, Allah’ın emrine uygunluğu şart koşmuş ve gaye olarak da Allah rızasını kazanmayı esas almıştır. Böylece insanı şahsî veya içtimaî bencillikten kurtarmıştır. Ahlâkı da, cemiyetten cemiyete ve zamanla değişen keyfî ve tesadüfî kaideler yığını olmaktan çıkarıp, Allah’ın emirlerine uygunluğu esas almakla birlik ve beraberliği ve devamlılığı sağlamıştır. (Bak: Âdab, Afv, Enaniyet, Kemalat, Lisan-ı Hal, Münakaşa, Nefs-i Emmare, Riya, Sıdk, Vicdaniyat) (Ahlâkta nisbî durumlar, bak: 241.p.)
135- İslâmiyet nazarında iman ve amel, nazariyat ve tatbikat bir bütün teşkil eder. Ahlâkta da durum aynıdır. Yani ahlâk-ı İslâmiye fiilen yaşanmalıdır. Bunun en bariz örneği, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.)’dır.
«Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Hakîm’de (68:4) وَاِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ ferman eder. Rivayat-ı sahiha ile Hazret-i Aişe-i Sıddîka (R.A.) gibi sahabe-i güzin, Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmı tarif ettikleri zaman “Hulukuhu-l-Kur’an” diye tarif ediyorlardı. Yani, “Kur’anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Ve o mehasini en ziyade imtisal eden ve fıtraten o mehasin üstünde yaratılan odur.» (L.59)
Bir rivayette “Kişide iyi hal; libas güzelliği değil, vakar ve ciddiyettir.” buyurulur. (R.E. sh.362)
136- «Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet melaike, uluvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet yalnız şecaatla iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem’eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
137- Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza, o zatın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zatın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemâl-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, (Bak:1591. p) daha terki mümkün olmaz. Bu zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zatın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o zatın (A.S.M.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.» (İ.İ. 107)
Bir atıf notu:
(Seciyeleşen) ahlâkın değişmeyeceği, bak: R.E. Ci:1 sh:50/12
138- «İşte böyle bir zatın ef’al, ahval, akval ve harekâtının her birisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.» (L.60)
139- «Hadsiz salat ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (A.S.M.) üzerine olsun ki, demiş: جِئْتُ ِلاُتَمِّمَ مَكَارِمَ اْلاَخْلاَقِ1 Yani; benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından bi’setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.» (H.Ş.18)
Bir atıf notu:
-Peygamberimiz’de A.S.M ahlâk-ı âliyenin hepsi derece-i kemâlde cem olmuştur, bak: 2579.p.
140- Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M.) ‘ın yüksek ahlâkının en yüksek in’ikası, sahabelerde görülmüştür. Çünki:
«Asr-ı Saadet’te hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süfli maskaraları tevlid ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maaliye meftun olan sahabelerin, zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihidir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm gibi nurani meyveler gösteren; sıdk ve hakka ve imana en nafi’ bir tiryak, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları safiye ve seciyeleri samiye olan sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letaifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zaruridir. Halbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin.» (S.490) (Bak: Asr-ı Saadet)
141- İnsanların ahlâkı üzerinde Resulullah’ın (A.S.M.) yaptığı inkılab, nübüvvetine bir delildir. Zira ahlâkın hakikatı, vicdanî ve ihtiyarî kabullenmeye dayanır. Yoksa «tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı ammeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat te’siri cüz’idir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadiyle kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi te’sis ve alçak huy-ları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir.
Evet, Asr-ı Saadet’ten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı Saadet’te İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?» (İ.İ.109)
142- «Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim için inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet, şems-i hakikatın ziyasındandır. Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o zatın yaptığı o cila; İlahî, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.» (İ.İ.110)
143- Beşere İlahî teklif olan din ve onun telkin ettiği ulvi ahlâk olmasaydı, insaniyet hayvaniyet mertebesinde kalıp saadetine vesile olan kemâle eremeyeceği hakikatı, bir sual vesilesiyle şöyle izah ediliyor:
«Diyorsun ki; teklif, saadet içindir. Halbuki ekser nâsın şekavetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?
Cevab: Cenab-ı Hak, verdiği cüz-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı. Evet nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tek-liftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlat-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlakî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hâli kâfir değildir.» (İ.İ.163)
İki atıf notu:
-İmanın içtimaî ahlâka tesiri, bak: 279, 1651.p.lar.
-Peygamberin gönderilmesiyle kazanılan kemâlât ve keyfiyetin üstünlüğü, bak: 1657.p.
144- «Sual: (17:70) وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ âyetinin اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً (33:72) âyetiyle vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Onbirinci Söz’de ve Yirmiüçüncü Söz’de ve Yirmidördüncü’nün Beşinci Dalının İkinci Meyvesinde izahı vardır. Sırr-ı icmalîsi budur ki:
Cenab-ı Hak; kemâl-i kudretiyle nasıl bir tek şeyden çok şeyleri yapıyor, çok vazifeleri gördürüyor, bir sahifede bin kitabı yazıyor. Öyle de insanı, pek çok enva’ yerinde bir nev’i cami’ halketmiş. Yani bütün enva’-ı hayvanatın muhtelif derecatı kadar, birtek nev’ olan insan ile, o vezaifi gördürmek, irade etmiş ki; insanların kuvalarına ve hissiyatlarına fıtraten bir had bırakmamış, fıtrî bir kayıd koymamış, serbest bırakmış. Sair hayvanatın kuvaları ve hissiyatları mahduddur, fıtrî bir kayd altındadır. Halbuki insanın her kuvası, hadsiz bir mesafede cevelan eder gibi, gayr-ı mütenahi canibine gider. Çünki insan, Hâlik-ı Kâinat’ın esmasının nihayetsiz tecellilerine bir ayine olduğu için, kuvalarına nihayetsiz bir istidad verilmiş. Meselâ insan, hırs ile, bütün dünya ona verilseهَلْ مِنْ مَزِيدٍ diyecek. Hem hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder. Ve hakeza... Ahlâk-ı seyyiede hadsiz derecede inkişafları olduğu ve nemrudlar ve firavunlar derecesine kadar gittikleri ve siga-i mübalağa ile zalûm olduğu gibi, ahlâk-ı hasenede daha hadsiz bir terakkiyata mazhar olur. Enbiya ve Sıddıkîn derecesine terakki eder.» (M.331)
Bir atıf notu:
-Hissiyatı asıl vazifelerine tevcih etmek, bak: 1344.p.
145- İslâm ahlâk kaidelerinin ve hükümlerinin yaradılışa tam uygun olduğuna, her fıtrat-ı selime şehadet eder:
«Cenab-ı Hak, kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat dercetmiştir. Hasenatın içinde âhiretin sevabını andıracak manevi lezzetler, seyyiatın içinde âhiretin azabını ihsas edecek manevi cezalar dercetmiş.
146- Meselâ: Mü’minler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde âhiretin maddi sevabını andıracak manevi bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalb dercedilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.
Meselâ: Mü’minler mabeyninde husumet ve adavet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdanîyi âlicenab ruhlara hissettirir. Ben kendim belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki; bir mü’min kardeşe adavetim vaktinde, o adavetten öyle bir azab çekiyordum. Şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.
147- Meselâ: Hürmete lâyık zatlara hürmet; ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhrevîyi ihsas eder derecede öyle bir zevk-i lezzet var ki, hayatını feda etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için, hayatını o merhamet yolunda feda eder dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikata bir misaldir. Demek merhamet ve hürmette muaccel bir mükafat var. Âlihimmet ve âlicenab insanlar onları hisseder ki, kahramanane bir vaziyet alıyorlar. Hem meselâ: Hırs ve israfta öyle bir ceza var ki; şekvalı, meraklı manevi ve kalbî bir ceza, insanı sersem eder... Ve hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki; o hased, hased edeni yakar.
148- Hem tevekkül ve kanaatta öyle bir mükâfat var ki; o lezzetli muaccel sevab, fakr u hacetin belasını ve elemini izale eder. Hem meselâ: Gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki; mağrur adam herkesten hürmet ister ve o istemek sebebiyle istiskal gördüğünden daimî azab çeker. Evet hürmet verilir, istenilmez. Hem meselâ: Tevazuda ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.
Hem meselâ: Su-i zan ve su-i tevilde bu dünyada muaccel bir ceza var. مَنْ دَقَّ دُقَّ kaidesiyle; su-i zan eden, su-i zanna maruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını su-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda su-i tevile uğrar, cezasını çeker. Ve hakeza... Bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie bu mukayeseye göre ölçülmeli.» (O.L.684)
Atıf notları:
-Domuz etinin su-i ahlâka tesiri, bak: 1184.p.
-Muhitin ahlâk üzerindeki tesiri, bak: 3780/1.p.
-Âhirzaman fitnesinde ahlâk-ı içtimainin bozulması, bak: 250.p.
1H.G. hadis:102 ve K.H. hadis:638