1895- KADER قدر : Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sair geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlahî. (Bak: Ecel, ihtiyar-ı Cüz’î, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz, Mukadderat)

Bir atıf notu:

-İlm-i ezelîde vücud-u ilmîye mazhar olanlar muhakkak vücuda gelir, bak: 319.p.sonu

Kader kelimesi (kadr) kökündendir. Kadr kökü ise, ayarlamak, kıymetini bilmek, daraltmak, gücü yetmek, ölçülü ve maksada uygun muayyen şekil vermek ve muayyenlik gibi manalara gelir. Kadir: kudretli; makdur: kaderlenmiş; takdir: bir şeye kaderini ve lâyık olduğu hüküm ve hususiyetlerini vermek; mikdar: muayyen kısım veya şekil manalarındaki bu kelimeler de aynı köktendir.

Kâinattaki maddi veya manevi herşey, bütün hususiyetleriyle Allah tarafından takdir, ta’yin ve tanzim edilmiştir ve edilir. Kâinata hâkim olan kaderi kabul etmemek; herşeyde görünen intizam, mizan, muayyen şekil ve tertibleri, tesadüfe veya şuursuz ve mevhum tabiata isnad etmek gibi akla ve ilme aykırı bir anlayışa hak vermek demektir ki, akıl, mantık ve ilim bunu reddettiğini eserlerinin muhtelif yerlerinde izah eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

1896- “Kader, ilmin bir nev’idir ki, herşeyin manevi ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plan, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadir-i Zülcelal’e verilmezse... binler müşkilat değil, belki yüz muhalât ortaya düşer. Çünki o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.” (L.193)

1897 “Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani: “Herşey, Cenab-ı Hakk’ın takdiriyledir.” Kadere delail-i kat’iye o kadar çoktur ki, had ve he-saba gelmez. Biz, basit ve zahir bir tarz ile şu rükn-ü imaniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu bir mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Herşey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını  (6.59) وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ gibi pekçok âyât-ı Kur’aniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin Kur’an-ı Kebirin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur’anîyi, nizam ve mizan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor. Evet şu kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtı şehadet eder ki, herşey yazılıdır. Amma vücudundan evvel herşey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebadi ve çekirdekler ve mekadîr ve suretler,  birer şahittir. Zira herbir tohum ve çekirdekler, “Kâf-Nun” tezgahından çıkan birer latif sandukçadır ki, kaderle tersim edilen bir fihristecik ona tevdi edilmiştir ki, kudret o kaderin hendesesine göre zerratı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mu’cizat-ı kudreti bina ediyor. Demek bütün ağacın başına gelecek, bütün vakıatı ile çekirdeğin deyazılı hükmündedir. Zira tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten birşey yoktur. Hem herşeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet hangi zihayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak, ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddi bir kalıb bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevi ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ: Sen şu ağaca şu hayvana dikkat ile bak ki; camid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler; onun neşv ü nemasında hareket eder. Bazı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faidelerin yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra başka bir yerde, büyük bir gayeyi takib eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen mikdar-ı manevinin ve o mikdarın emr-i manevisiyle zerreler hareket ederler.

Madem maddi ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyatı var. Elbette eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tabidir.” (S. 468)

1898- Not: Yukarıda bahsi geçen “Kader kalemiyle çekirdeklerdeki yazı” ile alâkalı olarak fünun-u cedide ehlinin bir itirafı: “İnsanın biçimlenmesi kromozomlarda bulunan kodlarla adeta programlanmıştır. Bu kodların tamamı, kullandığımız yazı ile yazılsaydı 1000 ciltlik büyük bir ansiklopedi olurdu.” (Bilim ve Teknik cilt: 8. sayı 213 sh:35)

Kur’anda (41:53)سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَف۪ٓى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ

“Afakta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz, ta ki O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin.” mealindeki âyetin küllî hakikatlerinden bir cüz-ü olarak bu itirafı telakki edebiliriz. (Bak. 123.p.)

Bir atıf notu:

-Âhirzamanda ilm-i hakikatın hâkimiyet, bak: 1561.p.

1899- İnsanların ef’al-i ihtiyariyelerine talluk eden kader ise, insanların cüz’-i ihtiyariyelerine göre lâyık oldukları muamelelerin, Allah tarafından ezelen bilinip takdir edilmiş olmasıdır.

Evet “şu kâinatta tasarruf eden zatın muhit bir ilmi vardır. Ve her şeyi bütün şuunatıyla bilir, sonra yapar. Madem şu kâinat sahibinin böyle bir ilmi vardır; elbette insanları ve insanların amellerini görür ve insanlar neye lâyık ve müstehak olduklarını bilir. Hikmet ve rahmetin muktezasına göre onlarla muamele eder ve edecek.” (M.243)

1900- Kur’anda sarahaten ve işareten kaderi bildiren âyetler vardır. Ezcümle: (15:21)(36:12)

 وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ٭ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ

âyetleri kaderi vazıhan ifade eder.

“Kader ve cüz-i ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdanî bir imanın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min, herşeyi hatta fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, ta nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemalat ile mağrur olmamak için “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.” Evet kader, cüz-i ihtiyâri iman ve İslamiyet’in nihayet merâtibinde. Kader, nefsi gururdan ve cüz-i ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki, mesail-i imaniyeye girmişler. Manen terakki etmiyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilacıdır.

Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun. Demek kader mes’elesi, teklif ve mes’uliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imana girmiş.

Cüz-i ihtiyarî, seyyiata merci olmak içindir ki, akideye dahil olmuş. Yoksa mehasine masdar olarak tefer’un etmek için değildir.

Evet Kur’anın dediği gibi: İnsan, seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı istiyen odur. Seyiat tahribat nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribat yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder. Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hesanatı istiyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, daî ve sebeb, ikisi de Hak’dandır. insan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur. Fakat seyyiatı istiyen, nefs-i insaniyedir (ya istidad ile, ya ihtiyar ile). Nasılki beyaz, güzel Güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiatı, çok mesalihi tazammun eden bir kanun-u İlahî ile icad eden yine Hak’dır. Demek sebebiyet ve sual, nefistendir ki, mes’uliyeti o çeker. Hakk’a ait olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için güzeldir, hayırdır. İşte şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasılki pekçok mesalihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tenbel bir adam diyemez: “Yağmur rahmet değil.” Evet halk ve icadda bir şerr-i cüz’î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesiri terketmek, şerr-i kesir olur. Onun için o şerr-i cüz’î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki abdin kesbine ve istidadına aittir.

Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibariyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de: İllet ve sebeb itibariyle dahi, zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünki kader, hakiki illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar, zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vahidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et.

Demek kader ve icad-ı ilahî, mebde’ ve münteha, asıl ve fer’, illet ve ne-ticeler itibariyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.” (S. 463-464)

1901- “Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’i ihtiyarîden bahsetsin. Çünki madem nefsini ve herşey’i Cenab-ı Hak’tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes’uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i ilahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudur eden kemalat ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Cünki: Nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk’a verilecek olan cüz-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesu’liyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.” (S. 465)

1900- paragrafta bahsolunan kaderin hâlî ve vicdanî bir hakikat olduğunun bir nevi tatbikî izahı manasında olarak başa gelen hâdiseleri, kaderin adaletli ve merhametli icraatı diye izah edilen Bediüzzaman Hz. Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde, bilhassa Emirdağ Lahikası 2. sh: 78 deki (Konuşan Yalnız Hakikattır) yazısında, kadere teslimiyet ve hâdiselere bu noktadan bakıp ibret alma dersini verir. (Aynı mevzuda tafsilat için: 1908/1, 914/p.lara ve atıf notlarına bakınız.)

Bir atıf notu:

-Münafıkların, hidayete karşılık dalaleti almaları, bak: 1301.p.

1902- Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?

Elcevab: Yedi vecihle.

Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mizan lisaniyle hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delalet etmez.

İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihi olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malumatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.

Üçüncüsü: Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafi değil. Belki kader, ihtiyarı te’yid eder. çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. ilm-i ilahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı te’yid ediyor, ibtal etmiyor.

1903- Dördüncüsü: Kader, ilim nev’indendir. ilim, maluma tabidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. yoksa malum, ilme tabi değil. Yani ilim desatiri, malumu haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malumun zatı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir ayine-misaldir. öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir ayine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o ayine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O ayine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o ayine ile yükseğe çıktıkça o ayinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu ayine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlat birbirine mukaddem, muahhar, muvafık, muhalif denilmez.

İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle: “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.”1 Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir ayine tarzında olsun.

1904- Beşincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz’-i ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahatı var, atmasaydı yine ölecekti?”

Sual: Niçin denilmesin?

Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit  ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dalleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmiyecekti.”

1905- Altıncısı:2 Cüz’-i ihtiyarînin uss-ül esası olan meyelan, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tamme istemez ki; illet-i tamme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terkedebilir. Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.”

Evet eğer abd, hâlik-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette مَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vacib olmazsa, vücuda gelmez”. Yani,  illet-i tamme bulunacak, sonra vücuda gelebilir. İllet-i tamme ise, malulü bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

1906- Eğer desen: Tercih bila müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü Kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?

Elcevab: Tereccüh bilâ müreccih muhaldir.3 Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyyet muhaldir. Yoksa, tercih bila müreccih caizdir ve vakidir. İrade bir sıfattır, onun şe’ni böyle bir işi görmektir.

1907- Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’dır. Niçin bana katil denilir?

Elcevab: Çünki ilm-i sarf kaidesince ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir; katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

1908- Yedincisi: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyariyesi çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak o zaif, cüz’î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı adi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen, seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı adi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder.

Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden  var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i  hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (S. 466-468)

1908/1- Kaderin adaletle muamele ettiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şu hususu ehemmiyetle nazar verir:

“Bir hâdisede hem insan eli, hem de kader müdahalesi olduğundan; in-san, zahirî sebebe bakıp bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder.” diye Risale-i Nurda bir kaide-i esasiyedir. (K.L.193)

1909- Yani ef’al-i beşeriye içinde kaderin adaleti vardır. Evet “bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu adalet-i İlahiyenin bir nevi tecellisidir.” (E.L.II.78) (Bak: 81.p.) der ve aynı kaidenin bir tatbikatı manasında şunu hikâye eder:

“Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zâlimane bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlahîyi düşünüp “Ne için bunları bana musallat etti? diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enaniyete fıtrî meyletmiş veyahud bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit kader-i İlahî o zâlimlerin zulmü içerisinde hakkım da adâlet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak nefsimde hodfuruşane bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil belki çok iştihalarımı kestiler. Hattâ ezcümle, bu defa Ramazandan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takva ve ihlasları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde -ben bilmeyerek- nefsim müftehirane, güya müteşekkirane perdesi altında riyakârane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyakârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlas oldu.”  (L. 175)

1910- Hem Kur’anda kaderin tasarrufunu bildiren âyetlerden birinde şöyle buyurulur:

“(3:26) قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ İşte şu âyet Cenab-ı Hakk’ın nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor ki; izzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar meşiet ve takdir-i İlahiye iledir, tesadüf karışamaz.” (S. 418)

Hem “(8:24)وَمَا تَشَاؤُنَ اِلاَّ اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ ٭ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ işaratıyla insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, ta (39:67) وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ yani, bütün semavatı bir kabzasında tutmasına kadar” (S.396) kader hâkimdir.

1911- Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, “nefis daima ızdıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki şemsin tulu’ ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da dünyaya tulu’ ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. isterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin; fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha! ...” (M.N. 122)

1912- Keza “merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun lisan-ı haliyle: “Biz çobanın emri altındayız, o bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ ( 2:156 ) söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” (M.N. 120)

1913- Kaderin hâkimiyetini gösteren bir hâdise hakkında sorulan bir sual ve cevabı:

“Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sariye namındaki bir kumandanına: يَا سَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ deyip, Sariye’ye işittirip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?

Elcevab: Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz.4 Yani Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”

Elhasıl: insan her ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat (76:30)­وَمَا تَشَاؤُنَ اِلاَّ اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ sırrınca meşiet-i ilahiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir. ­اِذَا جَاءَ الْقَدَرُ عُمِىَ الْبَصَرُ hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.” (M.52)

1914- “Cenab-ı Hakk’ın ata, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Ata, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazadan afvetmek, ata demektir. Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, ata da kaza kanununun kat’iyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atanın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan arif:

“Ya İlahî! Hasenatım senin ata’ndandır. Seyyiatım da senin kaza’ndandır. Eğer ata’n olmasa idi, helâk olurdum” der.” (M.N.206)

“Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasîye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İ’tizal, burada barışırlar.” (M.472)

Atıf notları:

-Mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzündeki elîm hâlât sebebiyle kadere gelen itirazları nur-u imanın şükre tebdil etmesi, bak: 3073.p.

-Kadere rıza gerek, bak: 3832.p.

-Duanın kaderi geri döndürdüğünü beyan eden hadis, bak:3186.p.

-Pek çok musibetlere rağmen kaderin herşeyi güzeldir, bak: 2641.p.

-Zerreler kaderin manevi proğramına göre manevi nura mazhar olurlar, bak: 4093.p.

-Bediüzzaman Hazretlerine siyasi bir inkilabcı nazarıyla bakılmaması için kader adaletinin müdahalesi, bak: 3227.p.

-Cihan Harbi musibetine maruz kalan müslümanlara kaderin adaleti, bak: 370.p.

-Hz. Hasan ve Hüseyin (R.A.(‘ın siyasi muvaffakiyetsizliğinde kaderin adaleti, bak: 1196, 1197.p.lar

-Her canlının rızkı kader levhalarında yazılıdır, bak: 3037.p.

-Ziyaret-i kabirde ifrat edenlere kaderin adaleti, bak: 450, 451.p.lar

-İnsanın el ve yüzündeki çizgilerin kaderî işaretler olduğu, bak: 73.p.

-Bir kısım safdil müslümanların ehl-i dalaleti desteklemekle kader nazarında musibete lâyık olmaları, bak: 126.p.

-Bazı rüyaların, kaderin hakkiyetine delaleti, bak: 3162.p.

-Dine hizmet ehlinin kader-i İlahî tarafından musibetlerle imtihan edilmeleri, bak: 582.p.

-Kaderi isbat eden deliller haşri de isbat eder, bak: 653.p.

-İlham-ı İlahî ile hayvanat, kader-i İlahî tarafından sevkedilir, bak: 1345.p.

-Annelerin şefkatlerini su-i istimal etmelerine karşı kaderin adaleti, bak: 161.p.

1915- Kader hakkında Kur’andan birkaç not:

-Bütün mahlukat, İlahî nizam ve mukadderat altındadır: (25:2) (65:3)

-Herşey Levh-i Mahfuz’da mukadderdir. (57:22)

-Ana karnındaki ceninin takdiri: (77:22,23) (80:19) (Bak: 969.p.)

-İyilik Alah’tan, seyyiat nefistendir: (4:79)

-Ölüm mukadderdir. (3:154) (Bak: Ecel)

-Allah’ın izni olmadan hiçbir musibet gelemez: (64:11)

 

1 K.U. ci: 6 hadis: 15220

2 (Haşiye): Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattır.

3 (Haşiye): Tereccuh ayrıdır, tercih ayrıdır, çok fark var.

4 (Haşiye): زِ مِصْرَشْ بُوىِ پِيرَاهَنْ شِنِيدِى چِرَا دَرْ چَاهِ كَنْعَانَشْ نَدِيدِى بَگُفْتْ اَحْوَالِ مَا بَرْقِ جِهَانَسْتْ دَمِى پَيْدَا و دِيگَرْ دَمْ نِهَانَسْتْ گَهِى بَرْ طَارُمِ اَعْلَى نِشِينَمْ گَهِى بَرْ پُشْتِ پَاىِ خُودْ نَبِينَم

Yukarı Çık